İşte akşam ve sessizlik

 İstanbul’u seyrediyorum. Sessiz ve sakin  İstanbul’u…
İstanbul’u seyrediyorum. Sessiz ve sakin İstanbul’u…

Ne bütün gün yosun tutmuş kayaları döven dalgaları seyreden o adam, ne cebindeki son paralarıyla surlara dizilmiş balonları sahte tüfekle patlatan sanayi çırakları ne de kapanmış bir sinemanın önünde sanki birazdan filme girecekmiş gibi dikkatle afişleri seyreden delikanlı var ortalıkta. Hiçbiri, hiçbiri yok.

22.08.1997

Yaz gelmiş, yaş on yedi ve mahallenin delikanlıları hâlâ deniz görmemişiz. Bekir bir yol öneriyor. Tuğla fabrikasında on gün çalışacak, sonra aldığımız parayla hep birlikte Antalya’ya tatile, denize gideceğiz. Ailemiz zaten para veremez. Kabul. Gidip başvuruyoruz. El arabalarıyla çamur tuğlaları taşıyor, istifliyor, geç vakitlere kadar çalışıyoruz. Kalem dışında hiçbir şey tutmamış ellerim el arabasından paramparça.

Öğle arası annemin haşlanmış yumurtasını yiyor, akşam kasette Orhan Gencebay dinliyor, gecekondu mahallesinde hayata direnmeye çalışıyorum. Yaş on yedi, sadece on yedi. Kamyonlara binip ameleler olarak fabrikaya giderken dilimizde bir Orhan Gencebay arabeski: “Bilemezsin ki?” (Yıllar geçiyor hâlâ bilemiyoruz.) Rüzgâr genç bedenimize vuruyor. O yaz on gün çalışıyoruz ama Antalya’ya gidemiyoruz. Yoksulluk. Kazandığımız parayla ayakkabı, pantolon filan alıyoruz.

Ankara’ya giderken yol üstündeki bu tuğla fabrikasına her baktığımda hâlâ ellerim acır.

30.09.1999

Telefonda Hasan Celal Güzel var. Akşamüstü aradı. Kendisiyle hiç karşılaşmadık, tanışmayız. Tam muhabbet adamı. “Sizi tanıyorum,” diyor, “sinema yazılarınızı” okuyorum. “Benim sinema hastası olduğumu biliyor musun?” diyor. Kahkahasını atıp başlıyor anlatmaya: “Ben Yeni Devir gazetesinde müstear isimle sinema yazıları yazdım. Sinemayı çok severim. Hâlâ eve geldiğimde televizyonun karşısına geçer en kötü Türk filmlerine kadar izlerim. Sinema benim çok sevdiğim bir sanat dalı.” Sonra hazırladıkları ansiklopedi için yazı istiyor. “Şöyle güzel bir sinema yazısı” diyor ve ekliyor “ama biz fakiriz, paramız yok, yalnız telif olarak bir takım ansiklopedi vereceğiz.” “Tamam” diyorum, “yeter ki sinema kazansın.”

Artık müşterilerden umudunu kesmiş o turşucu, arabasını sürüye sürüye evine gitmiştir.
Artık müşterilerden umudunu kesmiş o turşucu, arabasını sürüye sürüye evine gitmiştir.

12.05.2001

Fatih Saraçhane çocuk parkında, oldukça geç bir vakitte hiç satamadığı simitleri bankın altına koyup banka uzanan ve derin bir uykuya dalan adam hayatın hangi engeline takılır ki?

21.05.2001

Bir süredir Ali Bulaç ile İsmet Özel gazetede sert tartışmalar yapıyorlardı. İran, Moskova vb. Fatih Saraçhane çocuk parkında otururken önümden Ali Bulaç geçti. Bir yere yetişecek gibiydi. Ben tam o tartışmayı düşünürken, gözlerime inanamadım. Yaklaşık bir kaç dakika sonra bu kez de İsmet Özel geçti önümden. Ali Bulaç ve İsmet Özel arka arkaya gidiyorlardı. ‘Hadi ya’ dedim içimden…

Yeni Cami’de ellerini iki yana açmış belki ilk defa gördüğü güvercinlere yalpalıya yalpalıya koşan küçücük çocuk kim bilir kaçıncı rüyasındadır.
Yeni Cami’de ellerini iki yana açmış belki ilk defa gördüğü güvercinlere yalpalıya yalpalıya koşan küçücük çocuk kim bilir kaçıncı rüyasındadır.

06.06.2001

İşte akşam ve sessizlik. Ne bütün gün yosun tutmuş kayaları döven dalgaları seyreden o adam, ne cebindeki son paralarıyla surlara dizilmiş balonları sahte tüfekle patlatan sanayi çırakları ne de kapanmış bir sinemanın önünde sanki birazdan filme girecekmiş gibi dikkatle afişleri seyreden delikanlı var ortalıkta. Hiçbiri, hiçbiri yok. Artık gün bitmiş herkes evine çekilmiş. Artık müşterilerden umudunu kesmiş o turşucu, arabasını sürüye sürüye evine gitmiştir. Açık sigara satan adam, evinde geç vakitte bir sigara yakmıştır. Sultanahmet meydanında noktalamak üzere olduğu hayatının son anına kareler sıkıştırmaya çalışan yaşlı Japon turist de çoktan otelinde uykuya dalmıştır. Yeni Cami’de ellerini iki yana açmış belki ilk defa gördüğü güvercinlere yalpalıya yalpalıya koşan küçücük çocuk kim bilir kaçıncı rüyasındadır.

Ben otelimin tam karşısındaki parkta bankta oturmuş İstanbul’u seyrediyorum. Sessiz ve sakin İstanbul’u…

28.06.2001

Ahmet Kekeç ile buluştuk, Çarşamba’da dolaştık. Bir ara Ahmet bir tatlıcıyı göstererek “bu romancıyı tanıyor musun?” dedi, “dokuz tane romanı var.” Adını hiç duymamıştım. “Bilmiyorum” dedim. Tatlı aldık. Sonra “bir arkadaş gelecek” dedi, “tavla oynayacağız.” Yolda anlattı: “Küçük kızım diyor ki, ‘baba yazı yazma seni kafese koyarlar.’” Gülüyoruz. Salaş bir kahveye giriyoruz. Ahmet garsonları tanıyor, espriler yapıyor. Sonra Ahmet’in arkadaşı geliyor, başlıyorlar tavlaya, ben seyrediyorum. Oldukça esprili, tıpkı Ahmet gibi. Sonunda “ya siz tanışmıyor musunuz?” diyor, bu arkadaşın adı “Salih Tuna”.

11.09.2001

Elbette ABD’nin bir uçtan bir uca yanmasını istedim. Ama sembolik. Böyle değil. Yanlış bu. Bürosuna gittiğim arkadaşla oturup ABD’ye yapılan saldırıyı izliyoruz. Kötü şeyler olacak. Amerika yanmalı. Ama böyle değil. Hiç böyle değil.

10.10.2001

Kitaplar insana sadece nasıl yazılması gerektiğini değil, bazen de nasıl yazılmaması gerektiğini öğretir. Bu yüzden kötü kitaplar okuduğumuzda üzülmememiz gerekir.