İyi Olmayı Öğrenen Kötü Çocuk:Raskolnikov

Raskolnikov
Raskolnikov

Dostoyevski Raskolnikov’u tıpkı kendini de esir alan bir yüzyılın yani 19. Yüzyılın Rusyası için ciddi bir belirsizliğin şekillendiği, kolayca tarif edilemeyen bir gerçeklik içerisinde karakterize etmiştir.

Gerek yazarın gerek yapıtın ve gerekse yapıtın odağındaki kahramanın birbirini kesip geçmeden eklemlendiği oldukça düşündürücü bir ilişkiden doğmuştur Raskolnikov. Dostoyevski yazınında oldukça önemli bir detaydır bu; zira Raskolnikov’un böylesine çapaksız biçimde doğuşunu ve aynı zamanda bütün tehlikesine rağmen Dostoyevski’nin kaçınılmaz bir şematizmden ustalıkla sıyrılıp hem kendi çabasını hem de bu çabayla ortaya koyduğu yol açıcı yapıtını temiz bir biçimle kurma ve kurtarabilme yeteneğinde de aramak gerekiyor.

Sen Petersburg, Raskolnikov’un hikâyesinin önemli bir kısmının hatta bütünün geçtiği yerdir. Tıpkı Gogol’ün betimlediği gibi, sisler ve gece yarısı güneşlerinin kentidir burası. Yüreği hep gümleyen ruhlar kasabası mı denilmelidir buraya, yoksa kötücül Batı’dan esip gelen ve Kutsal Rusya Ana’nın sulh içindeki varlık ve bütünlüğünü yıkan iğrenç güçlerin simgesi mi demeliyiz?

İlk elde, M. Belge’nin çokça açmak istemeden vurguladığı bir Napoleon olma idealidir Raskolnikov’un başını döndüren. Değil mi ki, tam da o yıllar tekmil Avrupa’yı esir alan bir idealdir bu. Yine de Avrupa’dakinden bir farkla ki, bir Bonapartizm’den çok Rus insanına özgü ve sadece isme yazgılı, zamanın Rus gençliğini de esişine katıp götüren epeyce materyalist bir düşünme biçimiyle şekillenen bir Napoleon olma idealidir bu.

Dostoyevski Raskolnikov’u tıpkı kendini de esir alan bir yüzyılın yani 19. Yüzyılın Rusyası için ciddi bir belirsizliğin şekillendiği, kolayca tarif edilemeyen bir gerçeklik içerisinde karakterize etmiştir. Zira Dostoyevski’ye göre, bu belirsizlik içinde yapılacak tek şey ansızın gelen bu belirsizliği bütün derinliğiyle sarıp kuşatarak varlığın üzerine boca edilen tinsel bunalımı şüphe götürmeyecek bir şekilde benimsemek ve bütün varlığıyla bunalmış bir düşüncenin verilerini ortaya çıkarmaktır artık.

İşte bu yüzden Dostoyevski’nin bunalımı bir amaç uğruna kabul edilmiş, genel Rus karakteristiğinin yansımış hali olmaktan çok, dar ve geç bir zamanda fark edilmiş ve kaçınılmaz biçimde böylece seslendirilmiş 19. yüzyıl Rus gerçekliğinin kendiliğidir. Ve bu cevap aynı zamanda 19. yüzyıl Rus aydınının dünyanın onu getirdiği yerde vermiş olduğu bir cevap olmaktan öte, dünyanın gelmiş olduğu yerde sormuş olduğu soruya verilen hak edilmiş bir cevaptır belki de...

1859’da mahkum edildiği kürek cezasından afla kurtulduktan sonra Petraşevski çevresinden de kopan Dostoyevski bu çevreden edinmiş olduğu kimi zaman katı kimi zaman gerçeklik dokulu materyalist atılım ve coşku dolu fikirlerden de ayrılmış ve Nabokov’un “Nevrotik Hıristiyanlık” diye adlandırdığı katıksız ulusal ve gerçek Hıristiyan değerlerine yönelmiş olsa da bu çevreden esinle düşüncelerinin alt katmanlarına yerleştirdiği Feuerbach kaynaklı “...Tanrı insanının kendisinden başka bir şey değildir... Dolayısıyla Tanrı’ya yüklenen tüm nitelikler aynı zamanda insan doğasının nitelikleridir... Gerçek Tanrı insandır...” şeklindeki Antropoteizm’den kötü bir bilgi olarak yararlanmış ve bu bilgiden Raskolnikov ismini verdiği kötü şeyler de yapabilecek karakterde bir kahraman kurgulamıştır.

Dostoyevski’nin Feuerbach’tan yüksek sesle okuyarak öğrendiği, ilk anda kabul ettiği ama sonradan bu kabulünü yıkacak biçimde ancak kötü bir bilgi olarak hafızasına yerleştirdiği bu bilgiyi bir kahramana yükleyerek işlemiş olması ise hayli usta işi bir seçim olarak çıkar karşımıza.

Suç ve Ceza’da Raskolnikov işte böylesi bir gerilimin odağında durmaktadır. Görünüşte yüce bir amaç uğruna değersiz ve kötü bir insanı öldürmek gibi göz ardı edilemeyecek bir gerekçe vardır. İnsanlığa hiçbir faydası olmayan, bit kadar değeri olmayan bir tefeci kadın öldürülmüş ama bu cinayeti işleyen Raskolnikov, annesini, kız kardeşini kurtarmak ve onlara onurlu bir hayat vermek için yapmıştır bu işi. Ama aslında Raskolnikov’un gerçeği bu değildir. O bu suçu aynı zamanda salt öldürmek için işlemiştir. Kendisinin, kötü olduğuna inandığı birini öldürecek güçte olup olmadığını görmek, bir bit mi yoksa bir Napolyon mu olduğunu anlamak, öldürme hakkına ve gücüne sahip olup olmadığını önce kendine ispatlamak için öldürmüştür.

Sınırı aşmak ve tekdüze olanın ötesine geçmek isteyen Dostoyevski’nin bir başka amacı ise, bu güdülerle işlenen bir cinayetin, katilin içinde oluşturacağı acılı gerilimi gözler önüne sererek, sonucu pişmanlık olacak ve en son tahlilde ise ancak koyu kıvamlı bir çile ve bir itiraf ile soğuyabilecek bir ateş yakarak, yanan bu ateşin ışığında aşkın, adanmışlığın ve teslimiyetin son çare olacağını göstermektir.

Kahramanlarının çoğuna kendisinin sevmediği ve onaylamadığı bir iç ve bir karakter kazandırarak onları hem yazının hem de hayatın şaşırtıcı koridorlarında yaşatıp büyüten Dostoyevski’nin bu yolla anlatmak istediği en temel şey ise bir yere kadar Nabokov’un eleştirisini haklı çıkaracak ölçüde, basit ve tek yönlüdür; tıpkı, Raskolnikov’un deneyip başaramadığı gibi, bazı şeyler insan tarafından denenmemelidir, hiçbir insan tüm insanlığı göz ardı ederek kendi başına davranmamalıdır, gerçekte iyinin ve kötünün ötesine geçilebilecek bir set yoktur, böyle bir engeli ancak insanın kendisi kurup kurgulayabilir ve en sonunda böylesi bir seddin üstünden kolayca atlanıp geçilemeyeceğini görüp anlayacak olan da yine insanın kendisidir.

Dostoyevski’nin tıpkı Raskolnikov’u gerdiği gibi yazısını da gererek geldiği ve başardığı şey bize çok daha öncesinden Shakespeare’in Hamlet’ini, Goethe’nin Faust’unu, ya da E. Zola’nın Jacgues’ini hatırlatır sözgelimi. Abartarak anlatma yöntemini sonuna kadar uyguladığı halde gerçeklikten de ayrılmayan ve böylece hem bir aydın olarak hem de bir yazar olarak ölmez bir eseri ortaya koyan Dostoyevski, tıpkı E. Zola’nın Hayvanlaşan İnsan’da yapmış olduğu gibi bitip tükenmez bir araştırma, inceleme merakının “erudition”un sahibi olduğunu da böylece göstermiş gibidir.

O kadar ki, Suç ve Ceza eski ve yeni pek çok usta eleştirmen ve yorumcuya göre, psikopatoloji ve cinayet antropolojisi bağlamında salt bu “eruditional” birikimi dolayısıyla bile gerçekliği hem kalın hem de bir o kadar derin biçimde işleyişiyle psikopatolojik bir teşhis vesikası olarak değerlendirilebilmiş, Raskolnikov’un hallerinden “insan öldüren insan”a değgin hiç de yabana atılamayacak ipuçları bulunabileceğini öne sürmüşlerdir.

Yer yer, E. Zola’nın Jacgues’ini bile geride bırakacak kadar, Dantevari bir heykel kesinliğine ulaşan Dostoyevski’nin Raskolnikov’u nereye kadar bir kurgu kahramandır ve bu kurgu kahramanın içinde yine yer yer kendi ruhuna ve kendi ızdırabına da bir parça ayırarak duran Dostoyevski, özellikle cinayet psikolojisinin bütünüyle kendine has anatomik ve ahlaki gerçekliğiyle nasıl olup da bu kadar iç içe geçebilmiş ve onca subjektif veriden yola çıkarak nasıl olup da bu kadar objektif bir çerçeve açabilmiştir, şaşırmamak mümkün değildir.

Bundan dolayı da Rus yazınından yola çıkarak dünya yazını içinde Dostoyevski’yi “Cinai Psikolojinin Dante’si” olarak tarif eden İtalyan kriminolog E. Ferri’ye hak vermeliyiz.

“...Ömrünün birkaç senesini içinde geçirdiği Ölüler Evi’nin tasvirinde mükemmel olduğu kadar Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov’un temsilinde de eşsizdir. Dostoyevski, hele hele bize Raskolnikov’u anlatırken, cinayet tetkik kliniklerindeki tecrübesi sayesinde caninin manevi portresini çizmekte yalnız büyük bir doğruluk göstermekle kalmayıp, aynı zamanda bu tecrübesi, kendisine hatta psikopatoloji sahasının dışında bile emin bir yol gösterici vazifesini görecek belirtiler ve arazların altında, itiyadın gizli ve derin köklerini, cinayet fikrinin daha içgüdünün bir parıltısı şeklinde doğuşundan itibaren adeta otomatik surette gerçekleşmesine kadar geçtiği çeşitli safhaları sezip anlatmasını (da) bilmiştir...”*

* Sanat ve Edebiyatta Caniler- E.Ferri.Çev:S.Evrim.Remzi Kitabevi.1974