Jezamin ve Nasab

Ye, iç ve yaşa. Her gün sabaha karşı kendinle güreş. Yokuşun başında kendini gör. Gece olmuş, sen uyumuşssun, üçüncü kolun yanına omuriliğinin bir parçasını almış, elinde bir meşale, Kızılkaya kabilelerinin şamanlarıyla görüşüp seni alt etmenin yollarını arıyor.
Kollarımdan üçüncüsüne söz geçiremiyordum. Sabahları Güneş Joppa’nın su üzümü tarlalarına doğup da, uyuduğum divanı aydınlatınca, alt sol elimi yüzüme siper ederek uyurdum. Bu üçüncü kolum, nedense rahatsız olurdu bundan. Kaşlarımın üstüne kapanan elimle yüzümün arasına sokardı elini, sonra sanki bir hanımın elini tutuyormuş gibi şehvetle elimi sıkardı. Sonra mahiyeti değişirdi bu sıkışın. Nereyi nirengi aldığı bilinmez bir bilek güreşine dönerdi yaptığımız. Uyku mahmurluğuyla, sıcaktan mayışmışlık birleşir, her güne bir beş dakika kadar bilek güreşi yaparak başladığımı farketmezdim.
Tahmin edileceği üzere bu güreşlerin her zaman tek galibi vardı: Ben. Ama bu galibiyet neredeyse her zaman benim dahlim olmadan vuku bulurdu. Hemence uyanıp, kendi kendime ne yaptığımı farkedip, üçüncü elimin kazanmak üzere olduğunu görüp hırs yaparak kendi kendimi yendiğim tek tüktü. Genelde bir kolum kendi kendini kontrol ederken diğerini uyku kontrol ediyordu ve uyandığımda bir galip oluyordum. Kendiliğindenin ve mekanikliğin zaferine vesile oluyordum. Ye, iç ve yaşa. Her gün sabaha karşı kendinle güreş. Yokuşun başında kendini gör. Gece olmuş, sen uyumuşssun, üçüncü kolun yanına omuriliğinin bir parçasını almış, elinde bir meşale, Kızılkaya kabilelerinin şamanlarıyla görüşüp seni alt etmenin yollarını arıyor.
Ama bu hikâyenin konusu üçüncü kolum değil. Dördüncü kolum. Varlığından hiç haberdar değildim. Geçen başıma gelen olay öğretti bana soyumun sandığım soy olmadığını.
“Hanımımız Jezamin’in çağrısına kulak verin!” diye bağırıyordu Mehmet Joppa meydanında. Beni uyandıran da bu oldu. Ayağa kalktım, birbirine düğümlü ellerimi zar zor ayırdım. Üzerime harmanimi aldım, dışarı çıktım. Hanımımız Jezamin, Kızılkaya bilgelerini ziyarete gitmişti, erken dönmüş. Geri dönerken bir sansar çetesinin baskınına uğramıştı. Muhafızların ikisi hariç hepsi ilk ok yağmurunda ölüverince, teslim olmuş, mücevherleri ödeyerek güç bela kaçabilmişlerdi. Hanımımız bizi bu yüzden çağırıyordu, geri gidip çeteyi bulacak, mücevherleri geri alacaktık. Nasab hariç diğer hepsini kendimize saklayabilecekmişiz üstelik. Mehmet’e fısıldayarak “Nasab nedir?” diye sordum. “Çeyrek kiloluk bir yakut” dedi. “Hanımımız Jezamin’e babasının düğün hediyesi, hatırası var.”
Beş kişi üstlendi bu işi. İkisi sağ kalan muhafızlardı, arkadaşlarının intikamını alacaklardı. Herkes hazırlanmaya gitti. Ben de evime girdim. Yarı otomatik silahımı aldım, şapkamı başıma geçirdim. Mermileri, dürbünümü, kasaturamı kontrol ettim. Üçüncü kolumu karnıma bağladım. Çizmelerimi giydim. Gözlerimin altına pastel boyayla 42 yazdım. Dışarı çıktım. Diğerleri de hazırdı. Gidelim dedik. Dağlar tepeler, küçük çaylar, kum tepeleri, meşe ormanları aştık. Sislerin içinden geçtik, kükürt vadilerinin etrafından dolandık. Antiloplara selam verdik, selamımızı almadılar. Hanımımızın, şefleriyle yaptığı tartışmayı hâlâ unutmamışlardı demek ki. Yine de sorduğumuz zaman sansarların nerede saklandıklarını bize anlattılar. Teşekkür edip yolumuza devam ettik.
Mağaralarına girdiğimiz zaman, sansarların evrilmeye epey beklenmedik bir hızda devam ettiklerini anladık. Meselâ çocukken dinlediğim derslerde, sansarların beyinlerindeki gelişmemişlik sebebiyle görmedikleri bir şeyi yok sandıklarını, bu sebeple çoğunun şarjörü içinde olan ateşli silahlara akıl yetiremediklerini, mermi haznesini kapatmadan savaşmaya çalışıp, beceremeyince topluca pes edip okçuluğa geri döndüklerini öğrenmiştim. Meğer sansarlar radyasyonun hâlâ kritik seviyelerde olduğu yerlerde boşuna dolanmıyorlarmış. Sansarların hayat döngüsü de bizimkinden hızlı tamamlandığından, 20 yılda, 3 kuşak boyunca üstesinden gelmişler bu yetersizliğin.
İçeri girer girmez ikimizi zımbaladılar. Sansarların saldırı tüfeği kullanmasına o kadar şaşırmıştık ki öyle kalakalmış, siper almayı unutmuştuk. Üçüncümüz de öyle gitti. Hemen siper aldık. Su üzümü çiftçilikleri silahşörlükleriyle meşhurdu, üstelik ben bir nevi kelle avcısıydım, diğer sağ kalan da hanımımız Jezamin’in muhafızıydı. O ilk şaşkınlığımızı atlattıktan sonra ikişer üçer öldürmeye başladık sansarları. Ulumayla konuşma arası sesler duyuyorduk, bize çok saçmasapan gelen emirlerle üçerli, beşerli ve sekizerli gruplarla siper değiştirip duruyorlardı, bize yaklaşmıyorlardı ama uzaklaşmıyorlardı da. Epey hızlı ve keskin, zikzaklı manevralarla siperden sipere geçiyorlardı. En arkalarında reislerini gördüm emirlerini önce sessizce söylüyor, sonra kükreyerek tekrarlıyordu.
Mermimizin azaldığını farkettik, ve deminden beriki manevralarının bizim mermimizi bitirmek amacıyla olduğunu anladık. Gözlerimizle anlaştık. Elimle ileriyi gösterdim. Arkadaki silahşörlerinin silahlarını doldurduğu bir anı yakalayıp en sağdaki, bütün çatışma sahasını yukarıdan gören kayanın ardına doğru koştuk. Buradan sonrası çocuk oyuncağıydı. Siperler girişi savunmak içindi, üstünde su toplanan bu kayanın konumuna karşı hiçbir tedbirleri yoktu. Reisleri yeniden kükredi. Geriye kalan sansarların hepsi birden hücuma geçti. Eğleniyordum. Gerçekten. Uzun zamandır kendimi ölümün bu derece yakınında hissetmemiştim. Ama kısa sürdü. Hepsi teker teker yıkıldı sansarların şarjörüm boşalırken. Sadece reisleri kaldı.
Reisin üzerinde çok kalın bir zırh vardı. Sanıyorum bir aracı parçalayarak yapmışlardı bunu, hatta üstüne giydiği parça bir araba kapısı gibiydi, pencereden geçirmişti kafasını. Giydiği zırha rağmen diğerlerinden daha çevikti. Muhafız iki şarjör boşalttı reisin üstüne, reis kımıl kımıl manevralarla hepsinden kurtuldu, yakınımıza geldi sıçradı, elindeki tamponu muhafızın kafasına indirdi. Silahımı doldurmayı bitirmiştim ama, geç kalmıştım. Reisi vurdum, kayanın üzerindeki gölete uçtu.
Aşağı indim. Mücevherleri arıyordum. Zor olmadı. Ağaçtan örülmüş bir hamak vardı, onun yanında, bir kutunun üstüne dizilmişti hepsi. Nasab’ı görür görmez tanıdım. Şahane bir şeydi. En ufak bir ışığı alıp içerisinde her biri o ışık kaynağından daha parlak ışınlara ayırıyordu. Kesimi kayıp teknolojilerden biriyle yapılmış olmalıydı, kaç köşeli bir prizmaydı bilmiyorum, ama her bir tarafı ufacık üçgenler, kareler ve beşgenlerle doluydu. Mücevherleri taşımak için getirdiğim çuvala davranacağım sırada, bir ses duydum, döndüm, reisin üzerinden sular damlayarak bana doğru koştuğunu gördüm. Bir daha vurdum onu. Öldüğünden emin oldum bu kez. Bir daha vurdum. Bir daha vurdum. Sonra çuvalı doldurmak üzere güzelce açtım ve... Nasab’ın kaybolduğunu gördüm.
Epey bir aradım. Her yeri. Her taşın altını. Cesetlerin ceplerini bile. Kendi çantamı, ayakkabılarımın içine kadar tüm giysilerimi. Hanımımız Jezamin mücevherlerin hepsini kendime ayırdığımı, Nasab’ı ona vermeyeceğimi düşünürse beni öldürürdü. Can havliyle her kovuğu, her çukuru, her kuytuyu tekrar tekrar aradım. Dışarı çıktım, civarda ayak izleri aradım, ağaçları salladım, antiloplara buradan geçen birinin olup olmadığını sordum. Yoktu. Yok olması demek hayatımın su üzümü çiftçileriyle olan kısmının bittiği anlamına geliyordu.
Öyle de oldu. Yaşamımı idame ettirebileceğim başka bir genibozuk kabilesi aradım. Neredeyse iki yılıma maloldu bu. Mücevherler suyunu çekti. Sonra Kud Mağaralarına yakın bir köy buldum. Ortabaşçılıktan kazanıyorlardı hayatlarını. Aralarına yerleştim, kolay uyum sağladım. Artık bir yerlerde ganimet avcılığı yapmama bile gerek kalmamıştı. Şefin muhafızlarına tüfek kullanmasını öğretiyordum. Yıllar böyle geçti. Ölme riski olmadan, kimseyi öldürmeden. Savaşmanın nasıl bir şey olduğunu tüfek tutmak hariç tamamıyla unutmuştum. Kilo almıştım. Evlenmiştim. Üç tane kızım olmuştu. En büyüğünün adını Jezamin koydum. En küçüğünün adını ise Nasab.
Elli sekiz yaşıma gelmiştim. İkinci kızımın düğünü yapılıyordu, köyün iki kollu tek erkeği ona talip olmuştu, benden mutlusu yoktu. Güzelce giyindim. İpekten bir pantolon giydim. Sırtıma bir pelerin geçirdim. Tam gidiyordum ki “Küt” diye bir ses duydum. Arkama döndüm. Nasab oradaydı. Hayatımı tamamen değiştiren, bir efsane olacakken bir şişman olmama sebep olan Nasab. Çeyrek kiloluk hayal kırıklığım her tarafından parıltılar saçarak bana kahkaha atıyordu. Anlayamadım. Elimle tuttum ve kaldırdım onu. Evet, gerçekten Nasab’tı o ve gerçekten buradaydı. Gerçekten zengin olmuştum, ama parayla bozamayacak kadar değerliydi artık rutinlerim. Belki, diye geçti aklımdan, Güneydoğu’daki ortopedi kabilelerine gider, Nasab’ı verir üçüncü kolumu kestirirdim. Başka da yapabileceğim bir şey gelmiyordu aklıma, bacaklarım tutmaz olmuştu, iştahım azalmış, nefsim zayıflamıştı artık. Benden geçmişti yani. Sevinecek bir şeyim yoktu.
Sadece korkmuştum. İstediği zaman görünüp, eğer lütfederse kaybolan, elli yıldır kimbilir hangi sebepten kaybolmayı seçen bir bir mücevherin karşısında korkmayıp da napayım. Kimseye belli etmedim yine de. Nasab’ı avuçlarımın arasına aldım. Düğünden ayrılıp, köyün şamanını ziyaret ettim. Hikayemi anlattım. En başından. Size anlattığımın daha ayrıntılı halini anlattım ona hatta, mesela size Jezamin’in ne kadar güzel bir genç kız olduğundan bahsetmemiştim. Yahut sansarların bir kısmının az gelişmiş elleri olduğundan. Nasab’ın yarı iletken olduğundan da bahsetmemiştim.
Sansarların ininde bir bidon benzin bulduğumu da anlatmamıştım size. Ama ona anlattım. İhtiyarlayınca insan yazdıklarının bir yerlere ulaşacağına üstün körü güvenemiyor, gidip birilerinin zihninde doğrudan, konuşarak iz bırakmak istiyor. Belki bu sebeple. Belki de benim gibi genibozukların pek çoğunun okuma yazma bilmediğini bildiğimden. Hakiki insanların türümüze ne derece tepeden baktığını biliyorum, ve yarınızın hikayemin başında “üçüncü el” ifadesini görünce okumayı bırakacağını da. Bu sebeple pek çok ayrıntıyı atladım yazdıklarımda. Sizin o soylu gözlerinizi gereğinden az yormak için.
Evet. Ona bir genibozuğun ancak başka bir genibozuğa gösterebileceği samimiyetle anlattım hikayemi. Dikkatle, gözleri büyüyerek dinledi beni. Sona doğru sabırsızlığını hissettim. Anlattıklarımı bir kitabın sonunu tahmin eden, okuması angaryaya dönüşen birinin kayıtsızlığıyla dinliyordu. Bitirince, “Bitti mi?” dedi. Bittiğini söyledim. Ayağa kalktı, yanıma geldi. Ona şaşkın gözlerle bakıyordum. Pelerinimi çıkardı. Güldü. “Dördüncü bir kolun olduğunu bilmiyordun değil mi?” dedi.
O zaman anladım. Dördüncü kolum işlevsizdi. Tembeldi. Kontrolü bende değildi. Hissizdi de. Sağ kürek kemiğimin altından çıkmıştı, neredeyse tam gelişkin bir koldu. O kadar uzun zamandır oradaydı ki, ağırlığını hissetmiyordum bile. Üçüncü kolumdan ötürü sırtüstü yatamadığımdan başka türlü ayırtetmem de mümkün olmamıştı. Annem ve babam ikinci seviye genibozuktu, ikisinin de üçer kolları vardı. Hayatım kendimi üç kollu sanıp, daha aşağı türleri küçümseyerek geçmişti. Hiç haberim yoktu. Farkında olmadığım bu kol, aklımın değil, ruhumun emrindeydi diyebilir miyim. Diyemem. Abartmak olur.
Dördüncü kolumu aklımla kontrol edemediğim muhakkaktı. Ruhumun ise arzu edip bilince arz etmediği neler neler olmuştu, tekil bir olaydan böyle bir çıkarım abartı olur. Ama işte, Nasab’ı ilk görüşümdeki hayranlığım, bilinçaltımda bir şeyler tetiklemişti. Sansar Reisi ikinci sefer vurmak için döndüğümde bu el mükemmelliğin çağrısına dayanamamış, Nasab’ı avuçlamış, otuz yıl süren bir mülkiyet hırsıyla avucunda sıkmıştı. Hevesini alınca bırakmıştı. Otuz yıl. Bir mücevhere ihtiyacım kalmadığını bilinçdışım da kanıksayana dek.
Ortopedi kabileleri esnaflıktan anlamıyordu. İyi bir pazarlık yaptım. Nasab’ın karşılığında üçüncü ve dördüncü kolumu kestirdim. Hatta arka bacaklarından biri dizden aşağıdan dallanmış bir de at verdiler. Ona binip geri döndüm. Köye girdiğimde herkes sevindi, bir alkış koptu. Evinden çıkıp da hakiki bir insana dönüşmeme şahit olan her kişiyle büyüyordu alkış. Üçüncü ve dördüncü ellerim de, Güneydoğu’da çürüdükleri bir çöpün içinden eşlik ettiler bu alkışa.
Sonra ne mi oldu. Henüz bir şey olmadı. Ama tahminen yaşlanıp öleceğim. Torun filan seveceğim. Sonra da cennete gideceğim. Dört kolluların cennetine.