Kadavra

Bir iki üç diyor, sonra bir ceset toprağın içinden üstüne düşüyordu.
Bir iki üç diyor, sonra bir ceset toprağın içinden üstüne düşüyordu.

Hiçbir şey düşünmeden bütün hırsıyla kazmaya devam etti. Kısa bir süre sonra eşine ulaşmıştı. Mezara atlayıp yavaşça sarıldı. Ona bir şeyler söylemek istedi. Af dilemek, önce diğerlerinden sonra Babik’ten ve en son karısından, bütün ölülerin önünde af dilemek. Ama yapmadı.

Son küreği de vurunca tahtalara denk geldi. Kazmayı atıp olduğu yere çömeldi. Yarım saattir aralıksız kazıyordu. Rahat nefes alıncaya kadar bekledi. Sonra tahtaları da kaldırıp kurtulmak için doğruldu. Çok kıymıklıydılar, ellerini hep yara yapıyordu. Yine de çaresiz, sökmeye başladı. Bu ceset de beyazlar içindeydi. Kokusunu almamak için ağzındaki örtüyü iyice sıktı. Adam gömüleli sadece iki gün olmuştu, bu yüzden hala cüsseliydi. Bir an tereddüt etse de hallederim diye düşünüp atladı mezara. Var gücüyle kendine doğru çekti. Debelendikten sonra yapamayacağını anladı. Nefesini daha fazla tutamayacaktı. Birkaç saniye sonra, içine hava değil leş kokusu çekti. Berbat bir koku. Cesedi bırakıp çıktı mezardan. Ağzını kapadı, bu aşamada kusmak çömezlik olurdu. Eğilip ellerini dizlerine dayadı. Boğazının yanmasına aldırmadan uzun uzun soludu. Soğuğun o berbat kokuyu örten başka bir kokusu vardı.

Uzaklaşıp diğerlerine baktı. Birçoğu hala mezar kazıyordu. Tek başına çıkaramayacaktı cesedi. Sessizce en yakınındakini çağırdı. Babik’ti bu. Yırtık pırtık kazağıyla ellerini ovuşturarak koştu Babik. Bu adamı hiçbir koku zerre etkilemezdi. Çöpten çıkıp gelmişti buralara, hatta ceset ona dayansındı. Hiç hazzetmezdi Babik’ten ama umursamadı. Ne de olsa bu gece piyangoydu onlar için. Kimseye yakalanmadan satışını yapmak lazımdı. Cesede baktı. “Garipler elimizde mundar oluyor.” diye düşündü. O an midesinde bir şey hissetti Ravinat. Bulantıdan başka bir şeydi bu. Vicdandı. Vicdanının midesinde olduğunu şimdi anlamıştı. Mezardan çıkarmaya çalıştığının insan olduğunu düşündüğünde. Oysa onuncu işiydi. Bu zamana kadar hep soğukkanlı davranmıştı ama bu gece garipti. Artık aç olmadığından olsa gerek. Belli ki karın doyunca vicdan çalışıyordu. Babik’in sesiyle irkildi. Atladılar mezara. Sıkışıp biri ayağından biri omzundan tuttu. Elindeki şey yumuşacıktı, parmakları içine geçecek gibiydi.

Yüzünü buruşturdu. Uğraşsalar da birlikte yukarı çıkamadılar. Bu iş böyle olmayacaktı. “En iyisi üç deyince yukarı doğru fırlatalım” dedi Babik. Ravinat’ın midesindeki vicdan kımıl kımıl etti. Olmazdı. Bu kadar ileri gidemezdi. “Hadisene be adam, fırlatalım işte!” dedi yeniden. Tiksinerek baktı Ravinat ama yapacak bir şey yoktu. Vicdanını alt etti. Üç deyince daha iki gün önce beyazlara sarılmış bir ceset toprağın içinden üstüne düştü. Eve varınca, buz gibi döşeğe attı kendini. Ellerindeki sızıyla daldı uykuya. Gün ışırken seslerle uyandı. Duymasa bütün gün uyurdu. Karısının geldi mi gitmek bilmeyen öksürük nöbeti tutmuştu yine. Yanındaki sürahiden bir bardak doldurup uzattı. Dokundukları her şey gibi su da buzdu. Hezya’nın küçücük yudumla acı çeken yüzünü görünce bir açıklama yapması gerekti. Bugün parasını alacağına ve kömür getirebileceğine dair bir açıklama. Tebessüm etti kadın. Konuşsa başlayacaktı kriz. Kocasının elini tutup başını yastığa koydu. Ravinat karısına bakıp çıktı kapıdan. Ellerini, kimden aşırdığını asla hatırlamadığı paltosunun cebine soktu. Uzunca yürüyecekti.

“İyi ki bulmuşum şu paltoyu.” dedi. Bunu alan adam daha iyisini de alırdı elbet. Köhne eve vardığında, parasını alıp giden bir iki kişiyle selamlaştı. Burada herkes birbirini bilirdi. İş çoktu. Ceset hırsızlığından palto hırsızlığına kadar. Bunu sırıtarak düşündü. Midesindeki vicdandan eser yoktu bu sabah. Uzun bir koridorda yürüdükten sonra beyin karşısına geçti. Kısa bir selam sabahtan sonra parasını alıp kapıya yöneldi. Arkasından “iyi gidiyorsun Ravinat” dediler. İliklerine kadar işlemiş bir soğukkanlılıkla dönüp teşekkür etti. Akşam sabaha göre nispeten sıcak bir odada çorbalarını içiyorlardı. Bu sıradan bir an değildi Ravinat için. Uzun zaman sonra varlığını hissediyordu. Sıkıntılar içindeyken insan bütün duygulardan eksik kalıyordu. Hezya’ya olan aşkının bile üstünü örtmüştü. Ölsün diye düşündüğü de olmuştu. Çaresiz hissettiği, elinden hiçbir şeyin gelmediği kısacık bir an. Ne olduysa ondan sonra olmuştu zaten. Birden kadavra işi çıkmıştı. “İyi ki de çıktı” dedi Ravinat. Bir türlü unutmadığı son işine rağmen. İyi ki de. O akşamdan bu yana geçen bir haftada kimse ölmemişti.

Satacak kadavra yokluğu içinde bitmek üzere olan kuruşlarını sayıyor ve karısı için bir kez daha doktor getirip getiremeyeceğini hesap ediyordu. Hezya’ya bakıp “Sıcak bir çorba yapacağım” dedi. “Seni rahatlatacak.” Bu, param yok demenin başka şekliydi. Gülümsedi Hezya. Ravinat’ın mahcubiyetle ağırlaşan donuk bakışlarına karşı onun minnetle gülen gözleri vardı. Karısının yüzüne bakarken cesedi gördü Ravinat. Midesinde bir kıpırtı hissetti. Toprağın içinden üstüne düşen cesedin sesi yine kulaklarındaydı. Solgun yüzü zar zor karşılık verdiği bir tebessümün ardından buruştu. “Bir iki, üç” diyordu Babik. Mutfağa geçip kulaklarını kapadı. Ne olursa olsun bu ses o gecede kalmalıydı. Hezya’ya çorbasını içirdikten sonra çıktı. Paltosunun ısıtmaya yetmediği bir soğukluk vardı içinde. Şuh kahkahalarla geçiyorlardı yanından. Bu soğuk ve kasvetli havada, savaştan gelen çaresizliğin her taşa yayıldığı bu topraklarda böyle gülebilen insanlar da vardı. Ani bir kararla takıldı peşlerine.

Derdi para koparmak falan değildi. Aslında çok yaptığı bir şey de değildi. Son raddeye kadar çalışmayı tercih ediyordu. Sadece mutluluk sebeplerini merak etti. Belki ufacık bir bakışla kendisine de sirayet ederdi. Yoksa yitirip gidecekti duygularını. Peşine takıldığı kadınlar iyi giyimli olmasalar da birkaç kat giyinmişlerdi. Beş dakikalık bir takipten sonra çıkmaz sokağa döndüler. Kadınlar köşedeki terzi dükkânına girdi. Ravinat da karşı kaldırıma geçip gizlendi. Üstlerindeki birkaç parçayı çıkarıp terzinin getirdiği kıyafetleri giydiler. Bütün bunları yaparken perdeyi çekme gereği duymamışlardı. Ravinat zaman ve mekândan sıyrılış yaşar gibiydi. Kahkahalarını izlemek, üstelik derilerine batan iğnelerin yüzlerindeki acısına rağmen kahkahalarını izlemek başka bir ana götürmüştü onu. Uzun süre izledi. Yüzüne yayılan tebessümün nedenini sorgulama gereği bile duymadı. Neden izlediğini çoktan unutmuştu. Babik’in sesiyle irkildi. Onu görmeyi ummuyordu. Kadınlara son kez bakıp, yanına gitti.

“Kaçık bunlar. Batan iğneye bile gülüyorlar” dedi. Babik’in anlamadığı belliydi. “Kimi kime anlatıyorsam diye düşündü” Ravinat. Beraber yürümek biraz sonra o geceyi hatırlattı. Kokular, mide bulantısı ve sık sık yoklayan ceset sesi. Yine de devam etti. Kimsenin ölmeyişinden, kesat işlerden konuştular. Büyük Bey’e gidelim dedi Babik. Ravinat da başka seçenekleri olmadığını biliyordu. Eve vardıklarında, kimse halinden memnun değildi. Tenhalık vardı salonda. Oysa gireni çıkanı belli olmazdı buranın. Babik, Ravinat’a eğilip “Kimsenin çalacağı bir şey de kalmadı” dedi. “Canlarından başka.” Bunu sırıtarak söylemişti. O gülerken görünen daha doğrusu görünmeyen dişleri, yayılan o koku, yüzünde beliren çizgiler ve gözlerindeki boşluk daha da sinirini bozuyordu. Bey, insanların artık kendi kaderini kendinin çizdiğinden herkesin daha gözü kara olması gerektiğinden bahsediyordu.

Sesindeki soğukkanlılık ve kelimelerine gizlenmiş imalar Ravinat’ı yordu. Babik’in bir şey anlamadığı kesindi zaten. “İnsanlar birbirini öldürüyor” dedi Bey. Ravinat ayaklandı. Ellerini arkasında bağlayıp turlamaya başladı. Bey konuştukça oda daha da soğuyordu ama Ravinat’ı bir sıcaklık basmıştı. Adım attıkça yüzü yanıyor, kıpkırmızı oluyordu. Babik’in anlamsız gülme sesleri kulağında çınlarken, çöp kokusunu ve iğrenç dişlerini getirdi aklına. Sonra “Olmaz öyle şey” deyip silkelendi ama Bey “Aklını kullan” der gibiydi. “Yaşamak zorundasın Ravinat, yap şu işi” der gibi. Göz göze geldiler. O an ne kadar ileri gidebileceğini anladı Ravinat. Kısacık bir zaman dilimiydi oysa. Dudakları kurumuştu, günlerce susuz kalmış gibiydi. Kafasında bir sağa bir sola giden çan vücudunu titretiyordu. Bey ise emindi olacaklardan. Bildiği bir sonu bekliyordu. Ravinat Babik’in arkasına doğru dolandı. Kalp atışları odada yankılanıyordu. Eğilip duvara yaslanmış maşayı aldı. Konuşulanları duymuyordu artık. Maşayı kaldırırken kolu boşaldı.

Gücünü toplamalı ve hızlı olmalıydı. Toparlanıp derince soludu. Kalan son gücüyle vücudu titreyerek maşayı Babik’in kafasına indirdi. Yüzünde düşmanıyla karşılaşan bir askerin hırsı vardı. O ağır demiri tekrar ve tekrar salladı. Kanlar içinde yığılmıştı Babik. Ravinat kolunu indirip öylece kaldı. Hiçbir şey yapmamış gibi oturdu cesedin yanına. Kalp atışları normale dönüp de gözlerindeki karanlık kalkınca, sırıtarak kendisini izleyen Bey’e doğru gitti. Kadavra ayağının dibindeydi işte. Kanlı ellerini açıp parasını aldı, arkasına bakmadan çıktı kapıdan. Çınlama çoktan geçmişti ama toprağın üzerine düşen cesedin sesi hala kulaklarındaydı, üstelik Babik’in gülüşüyle beraber. Aradan geçen on gün boyunca hiç dışarı çıkmadı. Tüm vaktini Hezya’yla geçiriyor, gittikçe kötüleşen haline üzülüyordu. Aslında onun hastalığının gölgesinde başka şeylere üzülüyordu. Ravinat’ın gittikçe ruhlaşan tavırları, solgun yüzü, hastalıklı sesi Hezya’nın aklını kurcalıyor, bütün bunların sebebi olarak kendini görüyordu. En çok da onu ayakta gördüğü gecelerin.

Oysa Ravinat karısının öksürük krizleri yüzünden değil, rüyaları yüzünden uyanıktı. Her gece aynı rüyayı görüyordu. Cinayet işliyor, mezar kazıyor sonra açıyor ve mezardan kendisi çıkıyordu. Bir gün cerrahların önüne kadavra olarak atılacaktı. Bundan emindi. Uyanık olduğu zamanlar karşısında Babik’i görüyor ve öylece duruyordu. Yaptığı şeyi kabul etmeye çalışıyordu. En ufak acıma ve pişmanlık hissini bütün benliğiyle reddediyor, kötü olmak için her hücresini zorluyordu. Böylece yaptığı şeyin yükü üzerinde kalmayacak, rahatlayacaktı. Aynı ruh haliyle geçirdiği bir günün gecesi sıçrayarak uyandı. Kâbusa alışkındı ama Hezya’nın kulağına kadar eğilip yardım istemesine değil. Nefes almakta zorlanıyordu. Telaşla kalkıp ilaçlarını verdi. Karısının dökerek birkaç yudum içebildiği su ağzından akıyordu. Gözlerindeki gerçek bir acıydı. Korktu Ravinat. Hızla doktor getirmeye çıktı. Paltosunu giymediğini ve tek kuruş parası olmadığını çok sonra anladı ama umurunda değildi. Bir kere yaptığı şeyi Hezya için gerekirse yine yapardı.

Ona olan bağlılığı başkaydı, çok başka. Yokluğuyla yüzleşmeye hiç niyeti yoktu. Aslında karısını kendisi için yaşatmak isteyen bir katildi. Koştururken düşündükleri iliklerine kadar gelen soğuğu önledi. Tıpkı Babik’i öldürdüğü günkü gibi sıcacıktı vücudu. Doktorun kapısını çalması, söyledikleri, beraber eve koşturmaları, hepsi yaşadığı ama idrak edemediği şeylerdi. Eve girdiklerinde, doktor yatakta baygın yatan Hezya’yı tuttu. Ravinat’ın gözündeki buğu ve yanma görmesini engelliyordu. Doktorun çantasını açışı, yaptıkları sonra dönüp bakışı, aynı anda olur gibiydi. Ayağa kalkıp üzgün olduğunu söyledi. Çantasını toparlayıp çıktı evden. Duvara yaslanıp öylece kaldı Ravinat. Kafasında bir yerlerde Hezya’nın öldüğünü söyleyip duruyordu doktor. Çınlamayla yarışır gibiydiler. Ne doktor susuyordu ne de sesler. Sabah birkaç kişiyle tören düzenlendi. Artık herkes için hayatın rutin işleriydi bunlar. Bu zaman yaşayanlardan çok ölülerin zamanı gibiydi.

Mezara atılan son toprakla beraber, kısa bir süre sonra yine geleceğini bilerek ayrıldı. Gerçek bir acı hissetmesine rağmen hafiflemiş gibiydi. Toprağa bıraktığı bir engeldi aslında. Onu hala vicdanlı yapan biri varsa o da karısından başkası değildi. Gece gündüz hasta eşine bakan bir sefil nasıl katil olabilirdi ki? Yükü hafiflese de bu geceyi atlatmadan bitmeyecekti. Hezya’yı elbet bir hırsıza kaptıracaktı. Onu oradan ilk çıkaran kendisi olmalıydı. Güneş batar batmaz mezarlığa gidip bir köşeye geçti. Kimseye görünmeden saatlerce bekledi ve her zamanki vaktinde karısının yanına gitti. Yapacağı şeye hala inanamıyordu. Bütün bunlar kâbuslarının devamı da olabilirdi. Evet. Çektiği acı bu denli gerçek olmasaydı şu an sadece bir kâbustan ibaret olabilirdi. Ağır hareketleriyle ağzına mendilini bağlayıp mezarı kazmaya başladı. Sabah atılan o toprağın hepsini şimdi geri çıkarıyordu. Kimseye duyurmadan çıkardığı inilti midesinde saklı tuttuğu vicdanını uyandıracak diye ödü koptu.

Hiçbir şey düşünmeden bütün hırsıyla kazmaya devam etti. Kısa bir süre sonra eşine ulaşmıştı. Mezara atlayıp yavaşça sarıldı. Ona bir şeyler söylemek istedi. Af dilemek, önce diğerlerinden sonra Babik’ten ve en son karısından, bütün ölülerin önünde af dilemek. Ama yapmadı. Bütün gücüyle kucakladığı karısıyla çıktı mezardan. Mendili çözdü. Başını cesedin göğsüne yaslayıp dinledi. Kalbi atıyordu sanki. Bir iki üç diyor, sonra bir ceset toprağın içinden üstüne düşüyordu.