Kahramanın Eylemsizliği

Kahraman bir adımı içeride bir adımı dışarıda öylece durur. Zaman dışında akar.
Kahraman bir adımı içeride bir adımı dışarıda öylece durur. Zaman dışında akar.

Kahraman, dışında akan hayata karşı kendi konumunu koruma eğilimindedir. Onun durağan, dışarıdan bakıldığında neredeyse eylemsiz görünen yaşantısı kendi iç dinamikleri düşünüldüğünde ciddi ve yorucu bir zihin uğraşından ibarettir.

“Ey örtüsüne bürünen! Ayağa kalk ve insanları uyar.”

Müddesir/1-2

Zamanın başlangıcında anlatılan ilk anlatıdan, yani yaratılış öyküsünden bu yana bütün anlatılarda kahramanın sonsuz bir yolculukta seyredip duracağı düşünülürdü. Doğumu çoğunlukla önceden müjdelenirdi ve onun dünyaya gelişi asla ama asla sıradan bir vaka olmazdı. Kahraman, vakti geldiğinde onu kendisi yapacak olan görkemli ve uzun soluklu bir maceraya atılırdı. Ya sirenlerin çağrısı gibi tehlikeli ya da gördüğü bir düş gibi mukadder çağrıya kulak verir, eninde sonunda tereddütsüz yola düşerdi. Kimi zaman çağrıya kulak asmadığı olurdu elbette. Ve asmadığı takdirde başına gelmeyen kalmazdı. Neticede, yolculuk sürer, mitsel/geleneksel anlatının başkişisi olan kahraman, durmaksızın devinir, bir dizi sınanmadan geçer, çıkışsız gibi görünen labirentlerden, birbiri ardına açılan kapılardan ve o kapılardaki eşiklerden aşarak nihayetinde kurtarılmış bir dünyaya varırdı. O dünya, her çağda kendini doğurur dururdu. Ve tıpkı “mutlu aileler gibi tüm mitler ve kurtarılmış dünyalar birbirine benzerdi.”

Hikâyeler farklı yerlerde farklı zamanlarda anlatılsalar da aslında aynı şeyi anlatırdı. İlksel bir kahraman ya da âşık bir kahraman, imparator ya da tiran, aziz yahut dünyayı kurtaran bir kahraman. İşte mitlerin ve geleneksel anlatıların tüm bu vasıfları haiz, mahut kahramanına oldukça uzun bir süredir rastlamıyoruz. Hatta kendisini eskisi gibi pek aramıyoruz da. Peki, bu sonsuz yolculukta, dünyanın değişen değişmezliğinde, edebi türlerde ve kurgu evreninde, bilhassa öyküde kime dönüştü bu kahraman? Yanıt basit aslında; dönüştüğümüz her kimse, ona dönüştü. Kendi kurtarılmış dünyasından çıkıp aramıza karıştı. Bekli de sonsuz yolculuğu esnasında küçük yaşantıların dar bir fragmanına sıkışıp kaldı. Ve sanırım bizden biri oldu. Bizi birebir taklit ettiğini söylersek haksızlık etmiş oluruz. O, şimdinin kısacık tarihinde varlığını “potansiyel bir kahraman” olarak sürdürmeye devam ediyor. Sadece artık ayağa kalkacak ve insanları uyaracak takati yok.

Lüzumsuz, Niteliksiz ya da Mütereddit Kahraman

“Bütün imkânlara eşit mesafeyle yaklaşan ve böylece onları gerçekleştirmenin sınırında tıkanan bir figür.”

Joseph Vogl bu cümleleri Tereddüt Üzerine başlıklı çalışmasında Musil’in Niteliksiz Adam romanındaki kahraman adına sarf ediyor. Ona göre niteliksiz adam, daha ziyade, adamsız niteliktir. Hem bir şeyi eyleme geçirmenin hem de sürüncemede bırakmanın eşitlendiği, kararlı bir hayatın ne onaylandığı ne de yadsındığı dar bir eşiğin yanı başındadır bu karakter. Kısacası bizim bildiğimiz kahramanlardan çok farklıdır. Kitabın da yarım kalmış bir eser olduğunu düşünürsek çok daha manidar bir durum ortaya çıkıyor.

Kendi edebiyatımızda bu tip kahramanlara ve anlatılara artık daha sık rastlıyoruz. Hemen her öykü bir tereddütün öyküsü olup çıkıyor. Şüphesiz en güzel örneğini, bercestesini, Sait Faik’in Lüzumsuz Adam adlı hikâyesinde görebiliriz.

“Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile…”

Bu sözlerle başlar hikâye. Ve hikâye kahramanı, daha en baştan kendisine gelebilecek her türlü çağrıyı reddettiğinin işaretini verir. Onun için yolculuk değil, gezinti vardır. Yolculuk uzun solukludur. Gezinti ise kısa süreliğine yapılan aylaklıktan ibarettir. Ancak kahramanımız, yani Lüzumsuz Adam’ımız bu kısa süreli gezintiyi dahi yapamayacak kadar içe dönük, durağan bir portre çizer. Öyküde bahsini ettiği sokaktan aceleyle geçer. O sokakta yaşayan esmer yahudi kıza karşı olan alakası onu hem çeker hem de tuhaf bir şekilde alıkoyar. Eylemsizliğe iter. Geleneksel anlatılarda âşık kahramanın yaptığı gibi, kadının peşinden gitmez, aksine peşini bırakır. Kurtarabileceği bir dünyası yoktur. Haliyle şöyle söyler: “Kendimi peşimi bile bıraktım.”

Anlatı içinde olay örgüsünü aralıksız işleten, öyküyü alıp sürükleyen bir kahraman yerine bu şekilde durağan ve neredeyse eylemsiz olmayı tercih eden bir kahraman daha çok “iç sesli” bir anlatıcıya olanak sağlar. Olayları yalnızca kendisinden dinlediğimiz, kendi kendine konuşan bir ‘ben anlatıcı’yla karşı karşıya kalırız. Aristo ve biçimciler hatta bazı yapısalcılar karakter yaratımını olay örgüsünün bir işlevi gibi görüp karakteri öykünün bir sonucu olarak ele alırlar. Ancak hiçbir şeyin tam anlamıyla olup bitmediği, ben anlatıcının etkin olduğu modern bir anlatıda karakterin değil tam aksine öykü ya da olay örgüsünün türetilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Kahraman, dışında akan hayata karşı kendi konumunu koruma eğilimindedir. Onun durağan, dışarıdan bakıldığında neredeyse eylemsiz görünen yaşantısı kendi iç dinamikleri düşünüldüğünde ciddi ve yorucu bir zihin uğraşından ibarettir. Aristo’nun karakter kuramıyla alakalı “sanatçılar eyleme girişen insanı taklit eder.” şeklindeki tespitini böylesi anlatılar için “eyleme girişemeyen insanın taklidi” olarak ele almak mümkün olur. Tam anlamıyla eyleme girişemeyen, labirentin bir bölmesinde ya da herhangi bir eşikte tıkanıp kalan kahramanlardır bunlar. Eşik, ne içerisi ne de dışarısıdır. Kahraman bir adımı içeride bir adımı dışarıda öylece durur. Zaman dışında akar.

Ve “eşik” dediğimiz mekân/konum aslında kahraman için hem keyfi hem de zorunlu bir mekân olup çıkar. Çağrıyı geri çeviren, sınanmayı reddedenlerdir. O halde kahramanın içinde bulunduğu o eşiği, “müteredditin yuvası” olarak adlandırmak gayet yerinde olur. O, yuvasında potansiyel bir kahraman olarak dar bir yaşantı sürdürür. Böylece “Jack of all trades, master of none.” “Her şeyin ehli, hiçbir şeyin ustası” şeklinde çevirebileceğimiz deyimi ilk anlamıyla karşılayan bir karakterin varlığına şahit oluruz. On parmağında on marifet vardır fakat sergilemez/ sergilemek istemez. Kahraman ne kendini, ne bir başkasını, ne de içinde yaşadığı dünyayı kurtarmayı düşünür. Zaten düşünse dahi bunu eyleme geçirecek itici güçten yoksundur.

Oğuz Atay’ın, gerçekleştirilememiş hayallerin hüznünü yaşayan ve gençliğinde kendini eylemci olarak tanımlayan bir matematik profesörünü anlattığı Eylembilim adlı kitabında da sözünü ettiğimiz potansiyel kahraman’ın izini sürmek mümkün. Anlatıda üniversite bünyesinde gelişen ve siyasi olduğu anlaşılan bir eylem konu edilir. Bu eylem aynı zamanda kahramanın çevresinde gelişen olaylar ağını örer ve kahramanı sarmalar. Anlatı kahramanı Prof. Server Özbudak, eyleme katılmakla eylemsiz kalmak arasında tereddüt yaşamaktadır.

Aslında tam anlamıyla arada kalmış bir kahramandır o. Cesur ve atılgan değildir. Bir eyleme doğru gidiliyordur ve “bilim”, “eylem” tarafından kuşatılmıştır. Server Özbudak konumunu korumakla eyleme geçmek arasında mütereddit, gidip gelir. Bir bilim adamı olarak kişisel eylemleriyle toplumsal eylemleri ayırt etmesi gerektiğini düşünür fakat bu fazlaca düşünme hali onu olduğu yerden kıpırdayamaz arada kalmışlık da sezilir anlatıda. Ne tam anlamıyla gelenekçi yani Osmanlı, ne de yenilikçi yani Batıcıdır. Kendi tabiriyle korkağın biridir:

“Ben korkağın biriydim: maşrapayla rakı içenlere klasik Batı müziğini anlatacak cesaret yoktu bende. Herkesle herkes gibi olmanın rahatlığına kapılırdım kolayca.”

Eylembilim Oğuz Atay’ın tamamlamaya ömrünün vefa etmediği eserlerden aynı zamanda. Musil’in yarım kalmış eseri Niteliksiz Adam gibi… Kahramanla anlatının akıbeti nasıl da kesişiyor.

Dünyanın kararsızlığının bireyin kararsızlığıyla çatıştığı bir ortamda, kısacası, “Zor Zamanda Dışarı Çıkmak”

Meseleye daha yakın bir yerden bakmak adına günümüz öykücülerinden Remzi Şimşek’in Post Öykü Kasım-Aralık sayısında çıkan bir öyküsüne yer vermek istiyorum. Zira kahraman ve eylemsizlik başlığının altını büyük ölçüde dolduran bir anlatı olmuş. Öykünün kahramanı, sekiz dil bilmesine rağmen yalnızca kullanım kılavuzu çeviren ve gerekmedikçe, hatta gerektiğinde bile evinden çıkmamayı yeğleyen biri. Kendisine neden hala bir edebi eser çevirmediğini, çevirdiği taktirde daha faydalı olabileceğini söyleyen psikologuna şöyle cevap verir: “Faydalı olmak umurumda bile değil, hayatımı sürdürebileceğim parayı kazanıyorum.”

Kahramanın eyleme geçmekteki isteksizliği, kendi içindeki dilemması daha öykünün başında sezdirilir. Potansiyel kahraman, benzer anlatılarda karşılaştığımız gibi eyleme geçmeyi değil, yerinde kalmayı tercih eder, konumu koruma eğilimi gösterir. Öyküde çatışmayı tetikleyen olay şudur: kahramanımız bir sabah uyanır, penceresinden dışarı bakar. Her zaman seyrettiği yerde sevimsiz bir tabloyla karşılaşır: bir hayvan pisliği. Gördüğü manzara onu rahatsız değil aslında tedirgin eder. Bu tedirginlik karşılaştığı pislikten ziyade alışılmışın dışına çıkmaya zorlanmasından kaynaklanır. Manzara artık her zamanki manzara değildir. Sıradanlığın sınırları aşılmıştır. Öykü kahramanımızın mütemadiyen danıştığı bir de psikoloğu vardır. Giderek artan bir endişeyle ne yapması gerektiğini sorar ona. Birbirini takip eden günlerdeyse olanı biteni günlüğüne not düşer. Pislik dağılıp kaybolmaz.

Bu da yetmezmiş gibi bir başka köpek gelip pisler yanı başına. Pislik birken iki olur. Üstelik ikinci pislik ertesi gün kuruyup dağılmaya başlamışken ilki “saf bir kötülük” gibi oracıkta durmaktadır.” Onun olsa olsa bir insan pisliği olacağında karar kılar. Tedirginlik takıntıya dönüşür. Öykü kişisi bu durumu kendi ifadesiyle bir “kâbus” olarak adlandırır. Peki, bu olağandışı duruma karşılık ne yapar kahramanımız? Öncelikle düşünür, sonralıkla yine düşünür. Aslında yegâne eylemi bu gibidir. İç sesi, saf konuşma kayıtları olarak belirir öyküde. Günlük, anlatıya bir alt metin olarak yerleşmiştir. Bazen günlüğünden, bazen içinden konuşur. Koltuğun yerini değiştirmeyi düşünür fakat yapmaz, perdeyi çeker, televizyona bakar, hatta çalışmayı dener.

Fakat çıkıp o pisliği temizlemek için hiçbir eylemde bulunmaz. Çünkü “pislik herifin pisliği” onun düzenini bozamaz. “Boktan bir sebepten” dışarı çıkmayı, daha doğrusu eyleme geçmeyi kendine yediremez. Eylemsizlik onun yaşantısı olmuştur. Olay örgüsü yalnızca bundan ibaret değildir tabi. Tüm bunlar olurken yaşadığı ülkeye de bir tereddüt ve kargaşa hâkimdir. Nihayet sık gördüğü o rüya gerçekleşir. İnsanlar akın akın sokaklara, meydanlara dökülürler. Ülkede bir darbe teşebbüsü vardır. Kahramanımız başta bu kitle eylemini de anlamlandıramaz. İnsanların böyle bir durumda neden dışarı çıktığını sorgular. Fakat kendisi de bir şeyi tercih etmekle etmemek arasındaki tercihte tıkanmıştır. “Sürekli yaratım eyleminde asılı kalan birinin rahatsız konumundadır.”

Yazının başlığında dünyanın kararsızlığıyla bireyin kararsızlığının kesiştiği bir noktaya değinmiştik. Ve nihayet dünya bir karara vardığında yahut tereddütünü aşıp eyleme geçtiğinde birey de asılı kaldığı o mütereddit yuvadan başını uzatır. Dışarı çıkar. Meydanlara çıkan kalabalıkla birlikte kahramanımız da potansiyelini gerçekleştirir. Elinee bir faraş alıp pisliği “saf kötülüğü” ortadan kaldırır. Rakibini atletmiş bir kahraman edasıyla evine döner. İşte tam burada yeniden geleneksel anlatı dairesinde buluruz kendimizi. Ebedi dönüş mitosunda… Kahramanımız güçlükle de olsa eşiği aşmış, başta reddetse de çağrıya kulak vermiş, nihayetinde rakibini alt ederek yuvaya dönmüştür.

Modern anlatıların kahramanı geleneksel kahramandan farklı olarak bir “eylem hayaleti”yle var olur. Daimi bir potansiyel taşır fakat pratikten yoksundur. Bu yoksunluk kimi zaman keyfiyetten kaynaklanır. Ancak çoğunlukla aşılması güç bir tereddütün eseridir.

“Tereddüt: olmamış olanın belleği, asla şimdisi olmayan bir geçmişin anısı veya henüz olmamış aksiyonların ve eylemlerin ön anısı.”

Böyle bir tanım getirir Joseph Vogl. Kahramanımız sonsuz yolculuğunda, “olmamış olanın belleğinde” yaşamaya başladığı an yolculuk kesintiye uğrar. Daha doğrusu kesintiye uğradığını sandığımız o yolculuk çatallanıp kendi içine açılır. Böylece modern anlatı kahramanının sonsuz yolculuğu, hepsinden en önce, içinde uzayan yoldan ilerler.