Kahramanyak

Anadolu’daki Atatürk heykellerinin bin iki yüz otuz yedincisiydi.
Anadolu’daki Atatürk heykellerinin bin iki yüz otuz yedincisiydi.

Heykel deyince aklınıza ne geliyor? Benim aklıma erdem geliyor -belki biraz masumiyet- helalsiz haramsız bi çeşidi. İnsana benzeyen, ama etten olmadığı için etin zaaflarından muaf bir silüet. Yüzü öpülemez, saçı çekilemez, kanı dökülemez. Yolunuzdan çekilemez. Kılıcını size doğrultur, size bakar; ama sizi göremez.

Meydan heykellerine dokunacaktır çocuklar

Dalga geçerek tanışacaklardır devletle

Yavuz Akarçay

Bu heykeli buraya insanlar koymadı. Ben koydum. Zihninizi öykünün zeminine serdim, sonra rüzgarda uçmasın diye bu heykeli üzerine ağırlık yaptım. Heykel öykünün merkezinde şimdi ama bu tamamen tevafuk. Elimi kavramlar çekmeceme attığımda meselâ Utarit’i çeksem, öykü tamamen başka türlü gelişirdi. İşe bakın, onun yerine bir yanıyla Mustafa Kemal’e, diğer yanıyla davn sendromlu bir cüceye benzeyen bu heykel geldi elime. Anadolu’daki Atatürk heykellerinin bin iki yüz otuz yedincisiydi. Onunla beraber Anadolu’yu da çekmiş oldum çekmecemden böylelikle, tarihi çektim, milyarlarca ölümü, kuşların göç yolunu, kuruyan Tuz Gölünü de çekmiş oldum. Babası adını unuttuğumuz bir savaşta delik deşik edildiği için çocukluktan beri askerlerden korkan, zihinsel özürlü Hüseyin’i de çektim.

Heykel deyince aklınıza ne geliyor? Benim aklıma erdem geliyor -belki biraz masumiyet- helalsiz haramsız bi çeşidi. İnsana benzeyen, ama etten olmadığı için etin zaaflarından muaf bir silüet. Yüzü öpülemez, saçı çekilemez, kanı dökülemez. Yolunuzdan çekilemez. Kılıcını size doğrultur, size bakar; ama sizi göremez.

Hüseyin Çarşamba günü, ikindi vakti, iki omzuna aldığı kovalarla sıcak su taşıyordu. Yerdeki karıncalara basmamak için yere bakarak ilerliyordu. Yolda karşısına Atatürk çıktı. Durdu. Atatürk onu görmedi. Hüseyin “Hop!” dedi. Atatürk sinirlenmedi. Yine de kılıcını çekti, yüzündeki ifade, Hüseyin’i herhangi bir cepheye sürecek gibiydi. Hüseyin ona baktı ve onun bir asker olduğunu anladı. Korktu. Kovalarını yere bıraktı, koşarak kaçmaya başladı. Kovanın biri Atatürk’ün ayaklarına devrildi. Ayakları yanmadı.

Ertesi gün yine karşılaştılar, kovaları almaya gelmişti Hüseyin. Elinde bir kama, zihninde nefsi müdafaa fikri, kalbinde korku vardı. Hasmının kılıcını gördüğünde kamasına davrandı. Filmlerde gördüğü gibi ustaca manevrayla, cumhuriyetimizin kurucusunu kalbinden bıçakladı. Öldüremedi, ya filmler yanlıştı ya hasmının kalbi yoktu ya da kalbi taştandı. Korktu. Bir savunma refleksiyle cenin pozisyonuna yattı, elleriyle boynunu sardı, başöğretmenin ayaklarının dibinde tortop oldu. Atatürk’ün ruhu duymadı.

On dakika geçti mi? Saatinize bakın. Hayır. İki dakika filan geçti. Sonra ölmediğini anlayan Hüseyin, düşmanının fos çıktığını düşündü. Dün onun eve sıcak su götüremeyişini unutmamıştı, kaçarken nefes nefese kaldığını, onun kaçışını gören mahalle çocuklarının katıla katıla güldüğünü de hatırlıyordu. Hâlâ sinirliydi, ölüm korkusu geçtiğinde bu yeniden su yüzüne çıktı. Ayağa kalktı. Dizilerden gördüğü ustaca bir manevrayla kılıcı savuşturdu, ilk meclis başkanının boğazına yapıştı. Yüzüne tükürdü. Burnunu sıktı. Gözlerini oymaya çalıştı. Kulaklarını tuttu. Saçını çekti. Beceriksizce yüzüne yumruk attı. Elinin acısıyla inledi. Sonra Mustafa Kemal’in yüzüne baktı. Arkalarda bir yere bakıyordu başkumandan. Çankaya civarlarında bir Yunanlı arıyordu. Polatlı’da filan olmalıydılar. Düşünceliydi. Yorgundu. Ama kesinlikle oralı değildi. Hüseyin’i fark etmemişti bile.

Hüseyin ona baktı. Giysilerine. Kibar bir beyefendi gibi giyinmişti inkılabın ışığı, smokini ve papyonuyla tam bir Selanik beyefendisiydi. Elinde de bir kılıç tutuyordu, yöresel bir aksesuar gibi. Hüseyin yenilenin içgüdüsüyle güçlünün anlayacağı dile yeltendi. “Çekilebilir misiniz?” Dikkatle yüzüne bakıyordu. Atatürk’ün bakışları değişmeyince, onun duymadığını düşündü. Sarılır gibi yaklaştı, dudaklarını kulağına getirdi ve sorusunu yineledi.

Geriledi. Düşünceli düşünceli baktı karşısındakine. Evet, bugün buradan geçmesi gerekmiyordu ama ya yarın ya da mesela haftaya salı günü yine sıcak su taşıması gerekirse? Bu işi erkek adam gibi kendi kendisine çözmeliydi. Laftan anlamıyordu karşısındaki dünyanın hayran olduğu lider. Rica etmişti, tokatlamıştı, fısıldamıştı, boğazlamıştı. Her yolu denemişti. Karşısındakinin aldırış ettiği yoktu. Onu görmemiş gibi yapıyordu üstelik. Aşağılıyordu onu. Böyle düşününce yeniden sinirlendi Hüseyin, gitti ve adamı ittirmeye çalıştı. Kılıç bir yerine batacak diye düşündü, döndü, Anafartalar kahramanının kolunu silkeledi. Kolunu hareket ettiremedi, parmaklarını bile çözemedi. Sonra her şeyi anladı. Öldürmeye çalıştığı bu adam, felçliydi. Hareket edemiyordu.

Çarpılmışa döndü Hüseyin. Geriledi. Elinden kaması düştü. Gözleri doldu. Yaptığı hatadan ölesiye pişman oldu. Boğazına bir şey takıldı. Ona daha fazla zarar vermek istemediğini belli etmek için yavaş adımlarla, ellerinin içlerini teslim olmuş gibi açarak yaklaştı. Sarıldı. Söylediğini duyacağına emin olmak için kulağına getirdi ağzını, “Özür dilerim,” dedi. Sonra da öptü onu.

Ama biliyorsunuz değil mi? En başta demiştim. Kanı dökülemez heykellerin, saçı çekilemez, yüzü de öpülemez. Sıcak suyla her tarafı yıkandığında içi ısınmaz.