Tuzlu kahve

Tuz. Tuzun birikintisini gördü dipte, bunu anlamlandıramadı.
Tuz. Tuzun birikintisini gördü dipte, bunu anlamlandıramadı.

Kahve geldi, Tezcan ilk yudumu aldı, püskürttü. “Ne oldu?” diye panikledi Fahriye de haliyle. “T-tu-tuzlu bu.” Deyiverdi Tezcan da. İlk defa duymuştu sesini. Kahveden bir yudum aldı, sorun yoktu. “Yoo, değil. Sana acı gelmiştir belki, bir dahakine şekerli yapar.”

Fahriye’nin gördükleri:

Gerdanlık.

“Ayfer abla, gerdanlık aşk hayatında sıkıntı demektir ben sana söyleyeyim. Rasim ağabey nasıl bu aralar?”

“İşinde gücünde adam kızım, günahını alma durduk yere. Bak sen bak.”

Posta kutusu.

“Abla normalde güvercin haber demektir ama artık internet çağındayız, sana çok önemli bir mail gelecek bence.”

Kadın.

“Şurada bir kadın var bak elleri belinde, birini bekliyor gibi duruyor. Kız abla, müjdeler olsun istediğin bir şey gerçekleşecek galiba.”

Şapka.

“Hem bak kadının kafasında şapka var, şu hasır şapkalara benziyor, kenarına çiçek falan takılır ya hani. Şapka da başarı demek. Ay abla sana çok güzel şeyler çıkacak yakında ben söyleyeyim.”

“Kız hakikaten mi?”

“Öyle tabii, beni biliyorsun ben baktım mı tam bakarım. Sen de bana baksana...”

Mustafa’nın yazdıkları:

Çay işinde çok iyi para var. Aslında çok iyi para var mı bilmiyorum, yine de ideal meslek olduğunu düşünüyorum. Başka meslekleri de bilmiyorum, hiç görmedim ama konumuz bu değil. Ben bu kahvede doğdum, mecazen değil gerçekten arka taraftaki ofis tarzı odanın yeşil çekyatında doğurmuş annem beni. Burada büyüdüm, işi öğrendim falan. Esas mesele babam öldükten sonra başladı. Sağ ön ve sol arka bacakları kökünden sökülmüş, kalan bacaklarla dengede durmaya çalışan bir sandalyeye döndü hayatım ve kahve. Aslında burası artık kahveye benzemiyor, globalleşen dünyaya ayak uydurmak adına yerlere fayans döşettim. Bahçe tarafı hala köy kahvesi, yeşili soluyabiliyor herkes. İçeriyi biraz değiştirdim, hem sigara içme yasağı olduğu için içerisi çok boş kalıyordu, iyi oldu buranın konseptini değiştirdiğim. Artık hanımlar, gençler ve genç hanımlar da gelebiliyor buraya. İçeriye, duvarlara çeşitli kült filmlerin posterlerini yapıştırdım. Sandalyeleri attım, mor renkte koltuklar aldım. Babamın yanında ben vardım, birbirimizi tamamlıyorduk. İşlerin başına geçince ilk iş ofisimi düzenledim, üç metre karelik ufak bölmeyi kast ediyorum. Kanepenin yanına bir çalışma masası çektim. Sanayiye uğradım sonra, bizim eski aile dostu Marangoz Şaban Usta’yı aldım getirdim, kilitli bir çekmece yaptırdım masanın altına. Babam kasa falan kullanmazdı, kasası cebi, hesap makinesi beyniydi. Babam veresiye vermezdi, bir adamı gözü tuttuysa gözü kapalı dükkanı emanet ederdi, gözü tutmadıysa dükkandan içeri sokmazdı. Parayla işi yoktu babamın, o yüzden parası birikmişti. Şaban Usta’yı göndermeden evvel ona kendim gibi birini sordum, ben işin beyni olurken servislerle uğraşacak hızlı bir çocuk yani, güvenilir. Ertesi gün bana birini getirdi, adı ne diye sordum, bilmiyoruz dedi. Ufak tefekti ama yaşı çok da küçük değildi, konuşmadığı için insanlar onu küçük görüyordu. Cidden aradığım tarzda bir elemandı, hızlıydı. Pek güler yüzlü değildi, yüzünde yeni limon yemiş gibi bir ifade vardı her zaman. “Tezcan” dedik ona. Bence ona yakışır bir isim. Şu evlilik işini de aradan çıkarabilirsem işleri daha da büyüteceğim. Fahriye’yi beğeniyorum aslında, güzel kız. Onunda kötü huyu, fal fetişi var. Her gün geliyor buraya arkadaşlarını toplayıp, sabahtan akşama kadar fal bakıyor millete. Eğer evlenirsek, buna müsade etmem. Aslında edebilirim, bunu da işin içine katarak seansı kırk-elli liralık fal bakımları yaptırabilirim. Fahriye bunu kabul etmez ama bence, onun için bir tutku bu. Bilmiyorum, annemle konuşmam gerek bu konuyu. İşleri büyüttükten sonra, oğlum geçecek yerime. Ben, babam gittikten sonra sudan çıkmış balığa dönmesem de akvaryumdan denize bırakılmış balığa falan döndüm. O yüzden bu deftere bildiğim, öğrendiğim, yaşadığım her şeyi yazacağım. Oğlum bunları okuyacak, babasının başarı hikayesini görüp bu yolda ilerleyecek. Sana sesleniyorum ey evladım, şu iki çayla akşamı edenlere sürekli gidip çay ver. Boş durmasınlar, boşluk tehlikedir. Babam beni görse, planımı ve programımı bilse benimle gurur duyardı. Eminim yukarıda bir yerlerde, bir bulutun üstüne çökmüş, sigarasını tüttürüp beni izliyordur. Baba, çay vereyim mi?

Babanın düşündükleri:

Gerizekalı. Bu çocuk kime çekti, nereden geldi ona bu hırs bilmiyorum. Burası kahvehaneydi, birliğin merkezi. Herkes birbirini tanır, eğlenir, vakit geçirirdi. Bir ruhu vardı o Şaban’a verdiği sandalyelerin, üstüne oturup o tahtaları eskitmişlerin hikayelerini taşıyordu. İnsanlardan ruhlarını söküp yerine konfor sunan bir canavara dönmüş evladım. Eğer istediği parayı kazanabilirse, birkaç yıla dışarıdaki ağaçları kesip mekanı genişletmeye çalışır. “Köy ruhu ölüyor.” der, “Kahvecilik sektörü bitti.” falan der her şeyi daha da dibe batırır. İnsan köyde büyüyüp nasıl olur da evinin dibindeki ağaçları tanıyamaz? Ben göçtükten sonra dükkana uğramış tek güzel şey şu çocuk, Tezcan. O garibime çok yükleniyorlar, itip kakıyorlar. Şu gençler, kumar oynayanlar. Ben varken kapıdan içeri giremezlerdi, şimdi oturup kumar oynuyorlar benim kahvemde. Çay tabaklarını da değiştirmiş, beyaz üstüne kırmızı çizgiler olan klasik çay tabaklarının ne eksiği vardı şu aldığın yeni zamazingolardan? İyi çocuk şu Tezcan, ağzını pek açmıyor, gerekmedikçe konuşmuyor. Gidiyor, sipariş alıyor, kaç çaysa masaya veriyor, boşları alıyor, hesap istendiğinde kağıda yazıp gösteriyor. Bizim oğlan ne yapıyor? Ya “ofisinde” uyukluyor, ya da Fahriye’nin görebileceği bir yerde oturup bir şeylerle uğraşıyor gibi görünüyor. Bir şeylerle uğraşıyor gibi görünürken bir şeylerle uğraşıyor gibi görünmeye çalışan biri gibi görünmemeye dikkat ediyor, bu dikkati ona stres yaptırıyor, sürekli terliyor. Zaten küçüklüğünden beri burnu terlerdi, sevimli burnu vardı keratanın.

Yağmur başladı, dışarıdakiler içeriye üşüşürse... Çok kalabalık oldu içerisi. Bir tane kadınlar masası var, beş kişiler, Fahriye de orada. Bir masada iki ihtiyar var, az önce siyaset konuşuyorlardı ama konu çok çabuk futbola kaydı. Bir masada üç tane ayyaş var, bir tanesini silahla kovalamıştım kahvemden vaktizamanında. Gençlik... Altı tane de gencin olduğu bir masa var, biri kız, ikisi yancı. Fukonun çok hakkını yemişler, öyle diyorlar... Yalnız şu Tezcan, yanık bizim kıza belli. Her yere atılan, işini hakkıyla yapan o tez canlı delikanlının elleri titriyor Fahriye’nin önündeki boşları alırken. Düşürdü.

“N’apıyorsun lan dangoz!” Bu çıkışan dangoz benim oğlum. Çocuğun alt dudağı titriyor, konuşmak istiyor da konuşamıyor gibi, dudaklarının kilidi bir açılsa büyük bir tufan kopacak gibi, bizim oğlan zemzem diye bağıracak gibi.

“Ne homurdanıyorsun oğlum, konuş lan!” Bu sefer de ensesine bir tokat attı, yere eğilip kırık bardak parçalarını çıplak elle toplamaya çalışan Tezcan’ın. Bu esnada ayyaşlar masası kahkahalar atıyor, gençler anlamlandırmaya çalışıyor gibi bakıyor, ihtiyarlar kınar gibi bakıyor, kadınlar dizi izler gibi bakıyordu. Fahriye ayağa kalktı, elini, yerdeki Tezcan’ın kanayan ellerine uzatıp kaldırdı onu.

“İyi misin?” Bunu sorarken sağ gözü, Tezcana bakan gözü merhamet doluydu, sol gözü, Mustafa’ya bakan gözü öfke doluydu.

“Fal bakayım mı sana, laflarız biraz hem...” Fahriye’nin bu teklifi acımaktan değildi aslında, gerçekten Tezcan’la laflamak istiyordu. Tezcan kanayan parmaklarını tişörtüne sildi. Önce Mustafa’ya, sonra dışarıdaki yeni dinmiş yağmura, sonra tekrar Mustafa’ya baktı. Artık karşıdan karşıya geçmeye hazırdı, kalbini Fahriye’ye teslim edebilirdi aklının caddelerinden geçip. Fahriye, Mustafa’nın ona karşı olan düşüncelerini tabii ki biliyordu. O yüzden, tek bir kafa hareketiyle onu Tezcan’a kahve yapmaya yollayabileceğini de biliyordu. Yolladı da.

Dışarı çıktılar, biraz serindi. Fahriye, Tezcan’a sigara uzattı. Tezcan, “Sen sigara mı içiyordun?” der gibi baktı, Fahriye de bu bakışı doğru anlamlandırdı ve “Ara sıra, mentollü.” diye cevap verdi. Tezcan kibarca reddetti. Aslında kibarca reddetmek istedi, başını iki yana hızlıca sallamak kibarca reddetmeye giriyorsa kibarca reddetmişti. Kahve geldi, Tezcan ilk yudumu aldı, püskürttü. “Ne oldu?” diye panikledi Fahriye de haliyle. “T-tu-tuzlu bu.” Deyiverdi Tezcan da. İlk defa duymuştu sesini. Kahveden bir yudum aldı, sorun yoktu. “Yoo, değil. Sana acı gelmiştir belki, bir dahakine şekerli yapar.” Bunu dışından söyledi, içinden de “Belki de elimden tuzlu kahve içmek istediğin içindir.” dedi, bıyığı olsaydı bıyık altından gülerdi ancak kendi içinde müstehzi bir tebessüm yaşadı demek daha uygun düşer bu duruma. Tezcan kahvesini içti.

Fahriye’nin gördükleri:

Tavşan.

“Etrafında sana daima sıkıntı ve negatif enerji getirecek birileri varmış. Tek tavşan biri demek yani, burada bir sürü tavşan kulağı görüyorum ben. Aman Tezcan’ım dikkat et kendine.”

Zeytin.

“İyi niyetli biriyle tanışacakmışsın. Aslında hurmaya da benziyor ama hurmanın anlamını bilmiyorum, hem zeytin daha mantıklı.”

Şamdan.

“Bak burada şamdan var. Şamdan ilişkiyi temsil eder. Evlilere çocuk, bekarlara evlilik gösterir.”

Tuz.

Tuzun birikintisini gördü dipte, bunu anlamlandıramadı.