Kalbî delik Nursultan

Ömer, bir garip mezarcı çırağıydı.
Ömer, bir garip mezarcı çırağıydı.

İşte Ömer, şimdi o gözlerinden perdeleri kaldıran mezar taşının başından bir gün dahi ayrılmaz olmuştur. Gözyaşları ile törpülemeye devam eder o mezar taşını Ömer. Gözyaşları, Nursultan’ın toprağını bir an dahi kuru bırakmaz. Ömer’in dili de Fatiha okur gece gündüz, döner döner yine okur…

Ömer’i bilmezsiniz, bilseniz gözlerinizden yaş akardı.

Çayın dibinde eriyip giden bir küp şeker gibi eriyip gitti zavallı gözümüzün önünde. Bizim işimiz de, içimiz de fesatlık ya; öyle bir çay kaşığı olduk ki mahalleye, daha da çabuk eridi gitti Ömer. Gerçi şimdi, tam da burada, kendime de pek haksızlık etmek istemem. Ben o kaşıklardan olmadım Allah’ıma bin şükür. Benden olsa olsa… Bir garip muharrir, kağıt kalemden başka yoldaşı olmayan bir fakir yazıcıdan gayrı kimim ki ben! Aman neyse, acımız ve hayretimiz daim taze, bırakayım kendimi temize çıkarmayı ben de. Ömer’in hatırına susayım.

Fakat yanlış anlamalara mahal vermek de istemem. Ömer ölmüş falan değil, aman Allah korusun, tahayyülünüzden yel alsın! Ömer eridi dediysek, nefsi ölümün tadını merak edip de kendisini kaderin sillesi önünde idman tahtası yaptı demedik ya! Ömer eridi gitti. Ama aşktan eridi gitti. Aşkla eriyip gitti. Eriyip, aşka gitti! Eridi de, fena oluverdi bir bardak çay içinde bir küp şeker gibi; ara ki bulasın. İçmeyen ne bilsin aşktan, tatlı mı tatlı bir erimek bu. Zaten şu ömründe bir an dahi olsa aşktan yolu geçmeyen, aşka yolu düşmeyen eşekler de iki zahmet bu hikâyemizi okumayıversinler!

(“Aman aman, şu edepsize de bak! Yazıcının da böylesi olur muymuş, a komşular!” diye isyan bayrağını çekmeyin ama hemen sevgili okuyucum. Eşeğe de eşek demeyecekse şu fakir, yuh olsun onun aşkın elinden neler neler çektiği o gündüz ve gecelere, ya Hakk!)

Ömer, bir garip mezarcı çırağıydı. Mermere kazırlar ya hani mevtanın ismini, tevellüdünü, “Hüve’l Baki”… O zanaatı da hemencecik kapıvermek zor tabii. Babası, rahmetli, mahallenin imamıydı. İmamlık mesleğini babasından el alıp devam ettiren Ömer değil de abisi olunca, imamlığa yakın bir mesleği çırak tutmuştu bizimki de işte aklı sıra. Halbuki imam dediğin, bu dünya için lazım! Mezarcı dediğin, o da bu dünya için… O zaman kimdir, hangi meslek, hangi yoldur, hangi kişidir insana gerekli olan “öbür dünya” için?

(Ya hu, onu da bu hikâyede size söyleyip belletmeye utanırım vallaha, lütfen ama sevgili okuyucum; zaten bakın, girmişim birdenbire, kendimden habersiz, bir bilinçsiz akışa! Tövbe estağfurullah…)

Ömer, mektebi “ortaikidenterk” diploması ile sırladıktan sonra, daha sakalı bıyığı terlemeden girmişti mezarların içine. “Ölen ölür, parayı Hüsam düşünsün!” diye bir söz peydah olmuştur ki mahallede, öyle de meşhur bir açgözlü kelaynaktı işte Ömer’in ustası Hüsam da. Aslen adı, “Hüsameddin” idi elbet; ama bu adam da din, iman ne gezer! Tövbe, bu suratsız meyus adamın adını anarken dememeli sakın din falan; Allah’ın kuludur o da, tamam, ama Allah’ın dininin bile gücüne gider maazallah bu herif ile birlikte anılmak! İşte, fakat bu herifçioğlunun köpekliğini kimse bilmez ki… Ne yapsın, garibim Ömer de gitmiş buna çırak olmuştu işte…

Hikâyemizin altını az pişirip, üstünü de çiğ bırakalım bakalım… Sizi, altını çizmeyeceğiniz, fotoğrafını çekip duvarlara asamayacağınız cümlelerle daha fazla yormayalım. Diyelim ki hemen: İşte bu Hüsam denen kör olası, bilin bakalım ne eylermiş mezarcılığın yanı sıra mangırları şalvar cebine yığıvermek için? Kazıcılık mı? Kefen terziliği mi? Hemen de bildiniz tabii: Ölü yıkayıcılığı! Ama öyle bir zındık ki bu adam, hatun kişilerin dahi mevtini (Allah’ım, sen bizi bu denli şerli kullarından uzak eyle!) üç kuruş para için yıkarmış. Ya…

Deyin bakalım, çekinmeyin sorun, “Âlem de manyak mı, neden verirlermiş hatun kişiyi yıkasın diye bu soysuz itin eline o vakit?” diye.

Ah! İşte bir açık yakalamanın verdiği o kurnaz okur gülüşü yayıldı değil mi şimdi dudaklarınıza sevgili okuyucum? Fakat elbette, sizin kadar zeki olmadığım için, estağfurullah, orta halli bir mazeretini söyleyivereyim bu halin hikâyemizde cereyan etmesindeki:

Dedik ya, Hüsam, mezar ustası olmasının yanında, mevtaları yıkama işini de yaparmış. Göçen eğer hatun kişi ise de, “Allah rahmeti ile muamele etsin efendim, tabii tabii… Siz mevtayı getirin, bizim hatun bir güzel yıkar ve kefenler elbet, evvelallah!” deyip ölü yakınlarına, sinsi sinsi de gülermiş bıyık altından. Bazı zaman bir mevta yakını, “Biz de Allah rızası için bir tas da olsa su dökelim, kefenlemeye yardım edelim anamızı/bacımızı…” derse de, Hüsam hiç bozuntuya vermeden, Kadı Efendi çehresine bürünür de itirazcıyı kalaylarmış hemen, “Olur mu hiç evladım! Zinhar günahtır! Gassal ile mevta yalnız olacaklar, başka bir nazar değerse eğer, olabilemez bu iş!” deyiverirmiş.

Canım insanlar, nereden bilsinler o kadar şeriat bilgisini, fıkıh âlimi mi yedi cihan? Hüsam’da da zaten bir sakal var ki, dostlar başına! Gören, “Ne evliya, ne mübarek, ne ibretlik bir adam bu Hüsameddin Efendi, sübhanallah kardeşim!” der de, hayran kalırmış zahirine kanıp. Onun ağzından çıkacak hüküm, elhak(!), cihanşümul bir fetvadır, ne şüphe ya habib-i ehl-i bi-akl û fikir!

Yine günlerden bir gün, ölüm Allah’ın emri, mahallenin gencecik hanım kızlarından biri, Nursultan terk-i diyar eylemişti. Daha on sekizinde, gök ekini biçmişler gibi, gidivermişti işte. Hastalığı varmış derlerdi zaten, doğuştan kalbinde bir delik! Bir boşluk. Bir nefeslik hiçlik… Allah yüzüne bakmış, yüzü nur dolu bir çocukmuş da hem zaten, on sekizini de görmüş; ama ne fayda, ah etmeye ne gayret… Fazla hareket edip kendini yormaması gerek diye ayda yılda bir evden çıkan Nursultan, bu kez âlem içre bir âlemde dinlene dinlene çıkmış kalbindeki delik gibi ufacık evinden…

Sonrasını tahmin ediyorsunuz, değil mi sevgili okuyucum? Hüsam denen it soyu, yediği yemek burnundan çıkasıca, içtiği su irin kaynayasıca, aldığı nefes boğazında düğümlenesice, bastığı toprağa ayağı giresice, tuttuğu dallar elinde kalasıca, güvendiği dağlara karlar yağasıca, bindiği arabanın freni patlayasıca…

Üç kuruş para hırsı bürüdü mü âdemin gözünü, şeytan bile imana gelir de bin bir gece tövbe eder! Ama âdemoğlu, emdiği süt çiğ, kendisi öyle kolay pişer mi? İşin bu iğrenç kısmını yazmaya elim varmaz. Biz bakalım bakalım, hikâyemizin asıl kahramanı olan mezarcı çırağı Ömer ne yapmakta:

Ne yapacak, atölyede elinde koca bir mezar taşı, mermerden, gözlerinden perdeleri kalkmış bir halde taşa bakmakta!

Hüve’lBaki

Nursultan Aşkın

D: 1… / Ö: 1…

Ruhuna el-Fatiha

Hüsam denen it eniğinin evvelden yapıp bir kenara koyduğu mezar taşının yanlarını cilalarken Ömer, Nursultan ismini okur okumaz öyle bir hale girmiş ki… Sanki bir büyülü söz, bir sihirli kelimeymiş okuduğu. Kalbinde bir gariplik, içinde bir tazyik… Ayakları diyor ki, koş! “Hemen atölyenin iki uç adım ötesinde, şimdi Hüsam iblisinin yıkadığı bu kızı gör!” demekte içinden bir ses. Sanki hakikat, bulutsuz bir yaz gecesinde yalım yalım yanan dolunay gibi parlayacak tam da o vakit! “Kefene sarılmadan, git ey Ömer! O kızı gör, onu iblisin elinden kurtar… Kurtar; çünkü kalbin ondadır, kalbini tamamla!” diye çınlamakta kulakları…

Ömer’i bilmezsiniz, bilseniz gözlerinizden yaş akardı…

Nasıl oldu da kalbi delik diye ölen o zavallı kıza kalbinden kara bir sevda ile bağlandı Ömer? Nasıl oldu da koştu? Nasıl oldu da gasilhanenin kilitli kapısını bir omuz atıp kırıverdi kolayca? Nasıl oldu da yüzünü kenef taşı göresice Hüsam’ın kanını oracıkta gürül gürül akıttı? Nasıl oldu da Nursultan’ın ahrete doğuşu, Ömer’in aşk ile Hakk’a doğuşu oldu…

Kimseler bilmez, bilseler kalpleri delik deşik olur.

Sırdır. Aşktır. Üzerine çok laf edilmez.

İşte Ömer, şimdi o gözlerinden perdeleri kaldıran mezar taşının başından bir gün dahi ayrılmaz olmuştur. Gözyaşları ile törpülemeye devam eder o mezar taşını Ömer. Gözyaşları, Nursultan’ın toprağını bir an dahi kuru bırakmaz. Ömer’in dili de Fatiha okur gece gündüz, döner döner yine okur…

Ve rivayet o ki, Hüsam denen deyyusunun cesedi de bulunamamıştır ne kadar aransa da…

Ve yine rivayet olunur ki, Nursultan’ın kalbindeki deliği Ömer’in o celal û aşkı doldurmuştur, bihakkın.

Eriye, eriye, eriye, eriye, eriye, eriye, eriye…