Kalemdan fethin anahtarıdır

Sen Azizli’de hikâye anlatıcılarının sonuncusu olarak büyüyensin oğul.
Sen Azizli’de hikâye anlatıcılarının sonuncusu olarak büyüyensin oğul.

Sen dağın eteğindeki Azizli’de kerpiç evin yanı başındaki ulu ağacın kovuğunda doğansın. Ağacın oğlu Kara Habba’nın torunusun. Kara Habba hikâye anlatıcılarının en arsızıdır. Sen daha bebekken dağdan ovadan, çamdan ardıçtan, duttan pelitten, buğdaydan arpadan, çaydan dereden, nardan pıtraktan toplar senin eteğine dökerdi hikâyenin özünü.

1

Akşamdı. Açık hava. Seyrek yıldızlar ve dolunay sokağa düşmüştü. Ter ve sıcak; toprağından yeşerdiğim. Taş döşeli, uzak zamanlardan kalma. Yürüyordum. Ayın soğuk duruşu, şehrin sıcağıyla. Sürgit karmaşa. Böylesi güzeldi. Nehrin öte yakasından esen zayıf rüzgâr alnımın terine dokunup geçiyordu. Sokak kirli bir beyaz, şehir topukları çatlak bir ihtiyardı.

Böylesi kentleri ve göstergeleri severim. “İşlemeli alın bandı zarafet, altın kaplı tahtırevan iktidar...” (Buona Sera, İtalo.) Tabelalar şehrin diliydi. Tas ve peştamal hamamı, denizkızı sazlı sözlü eğlenceyi, halhal kolay kadını, mızrak Ahap’ı, bıçak İsmail’i, Z ise güzelliği imliyordu.

Tabelalara bakarak acele etmeden yürüyordum. Birdenbire durdum. Kedileri bile ihtiyarlamış bir sokakta. Nedensizdim. Sokağın öteki ucundaki harap binada hafif rüzgârla ileri geri gacır gucur ses çıkararak sallanan iki kupalı bir tabela gördüm. Kupalar birbirine sertçe vurulmuştu. Bundan başka tabelanın alt kısmında sıçrayan bir midilli vardı. Asırlar öncesinden boyanmıştı. Bu dünyadan olmayan bir mahlûkun el işçiliği olduğu çok belliydi.

Bree kasabasındaki gibi, diye mırıldandım. O anda yanımda beliren eli bastonlu ihtiyar, içkileri ve peynirleri çok lezzetlidir, deyiverdi. Ona öylece baktım. Yüzünde tanıdık birinin kurnazlığı vardı. İşareti alan ayaklarım beni oraya doğru götürmeye başladı. Adımladıkça eski hanın tahminimden biraz daha uzakta olduğunu o sokağa sapmanın pişmanlığıyla anladım. Oysa ayaklarım durmuyordu. Oraya sürükleniyordum. Fail ayaklarımdı. Uzak olduğunu bilseydim...Otele de az kalmıştı diye bir iki cümle geveledim ağzımda bu kez. Asık yüzü elindeki kediyi anımsatan yaşlı bir kadın, oranın kendine has sosisleri ve sucukları vardır, deyiverdi. Artık şu açıktı; iki ihtiyar beni oraya doğru güdüyordu. İtiraz etmeden kapının önüne kadar gittim. Kapının üzerindeki han duvarında şöyle yazıyordu: Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!

Kapı ağırdı. Ancak iki yana doğru boşlukta süzülür gibi açıldı.

İçeri girdim ve birdenbire her şey değişti.

Tanıdığım ama nerden ve nasıl olduğunu bilemediğim bambaşka bir dünyaydı bu. Korktum. İçerde yüzlerce yıl evvelinin dünyası vardı. “Şişesi is bağlamış bir karanlığın aydınlattığı hüzünlü bir dünya!” Böyle anlatılabilirdi burası ancak.

Dışarı koştum. Dışardaysa şiir bağıranların ülkesinden bir bağırtlak vardı ve sokak onun sesiyle inliyordu;

Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:

“Hancı” dedim, “bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”

Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

Dedi:

“Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”

Kent sokağın öteki ucunda kaldı. Burası iptidai bir dünyaydı. Sokak siyah renk almış, gökyüzü kızarmış; ne gündüz ne de gece...İki dünya arasında bir yerdeydim. Korkudan ne yapacağımı şaşırdım. Yolun ortasında kalakaldım. Beni buraya sürükleyen iki ihtiyarı anımsadım. Hana girmeliyim; onlar da orda, dedim. İçeri girmek için adımımı attığımda boyumdan büyük bir ayak yanı başıma bastı. Bir dudağı gökte bir dudağı yerde dev anasıydı bu. Çekil ordan ufaklık, dedi. O anda gözlerim açıldı. Sağımda solumda başka başka mahlûkat vardı.

Korkudan ne yapacağımı bilmez bir haldeyken ötekilerin arasından kucağında yavru ejderhasıyla sarışın bir kadın bana gülümsedi. Bütün olanlar bir yana kadının Esin’le benzerliği karşısında nutkum tutuldu. Esin miydi yoksa? Mırıltıyla, Esin, diyebildim. Baktı, gülümsedi. Arkasından gidecektim ki ağzı salyalı iki tepegöz, kafası insan, bedeni at bir mahlûkun yanında bana doğru yürüyordu. Arka tarafımdaysa eli tespihli, başı takkeli, boyumun iki katı uzunluğunda kuşlar vardı. Konuşuyorlardı. Bu durum nerde olduğumu hatırlattı bana. İçeriye bir an evvel girsem iyi olacaktı zira içerde eşref-i mahlûkat olan akrabalarım vardı.

Kapıdan içeri girmek üzereyken önümde bir sfenks belirdi. Geri adım atamadım. Yürüdüm üstüne. Sertçe, parola genç adam, dedi. Açılın kapılar şaha gidelim, dedim. Sfenks sessizce kenara çekildi. Hoş geldin delikanlı, dedi bana yalnızca.

İçeri adımımı attım.

Dedem Korkut beyaz sakalı, kapalı gözleriyle karşıladı beni.

2

Onunla göz göze geldiğimde içimde akan su ısındı. Ağaçlar bir yerlerde yeniden tomurcuklandı. İlk cemre havaya düştü. Rüzgârın, bulutun, yağmurun dilini çözdüm. Arkamda ak libaslar içinde ihtiyar bir kadının ağlayan gözlerini gördüm. Bilmediğim, bilsem de anlatamayacağım bin bir duygu kıpırdandı içimde. O usulca mırıldandı yeniden, sesinde içimi titreten, zihnimi karıştıran bir güç vardı; kuşun şakıması, suyun dökülmesi gibi...

Korkma!

Bu dünyayı sen kurdun, dedi.

Nasıl oldu bu; her şey değiştiyse, buradaki ben kimim, dedim.

Dedem, anlatayım da bir dinle sen kimmişsin, dedi.

Sen dağın eteğindeki Azizli’de kerpiç evin yanı başındaki ulu ağacın kovuğunda doğansın. Ağacın oğlu Kara Habba’nın torunusun. Kara Habba hikâye anlatıcılarının en arsızıdır. Sen daha bebekken dağdan ovadan, çamdan ardıçtan, duttan pelitten, buğdaydan arpadan, çaydan dereden, nardan pıtraktan toplar senin eteğine dökerdi hikâyenin özünü.

Bütün kurdukların Kara Habba’nın cinlerinden, duvarın kerpicinden, kış pencerelerinden ve ocağın kızıl alazından neşet etti. Sen Azizli’de hikâye anlatıcılarının sonuncusu olarak büyüyensin oğul.

Peki, Kara Habba’ya ne oldu Dedem?

Habba seni dağın eteğinden yola bırakalı beri epey zaman oldu.

Heybene toprak, soğan ve bulgur koydu. Ayrıca kadim dilden bir de şiir ezberletti. Sana bu hac sayılır. Oraya doğru yürüdüğünü sen bilmezsin, oraya vardığında onlar sana söyler. Ayrıca unutma ki oraya varanlar zaten kelama galebe çalanlardır, dedi. Sen Habba’yı unuttun çünkü Habba suyun öte yanında kaldı. Habba yitti, Azizli yitti. Ancak toprak, soğan, bulgur ve sana ezberlettiği o şiir heybendedir hâlâ. Sen hikâyeyi bulmaya çıktın yola.

Durdum. Soluklandım. İçeride loş bir ışık vardı. Dedemden başka insanlar da oradaydı ve hepsi de hikâyenin peşine düşmüş anlatıcılardı. Tanıyordum onları, yüzlerini, cümlelerini, ellerinin nasıl el olduğunu, gözlerinin nasıl göz olduğunu kendiminki kadar biliyordum. Kendime ve dedeme döndüm:

Ben Nasrettin’den olma, Nuriye’den doğma Ali’ydim ta ki şu kapıdan içeri girene kadar. Üç beş satır yazdım. Doğrudur. Eski sokakları ve tozlu şehirleri severim. Doğrudur. Babamın babaannesi yani benim büyük ninem Kara Habba’dır. Doğrudur. Yerim yurdum Azizli’dir. Doğrudur. Azizli’de kerpiç bir eve doğdum. Doğrudur. Fakat dedem, nasıl oldu bu iş, aklım almıyor hele bir anlat, dedim.

Ali’m, diye başladı Dedem Korkut söze ve şöyle devam etti;

Bu yolu yürüyenlerden oldun. Evvela bunu bilesin. Habba seni bir yola koydu. Yürü, dedi. Durma. Ardına dahi bakma; ardına bakanlar taşlaşanlardır. Durmadın. Demircilerin diyarını geçtin; zordur orayı geçmek. Yec’üc Mec’ücleri geçtin; içine karanlık çöker orada insanın. Kara ormanı geçtin; kendi kendini yer insan ormanda sıkıntıdan. Şamanların diyarını geçtin; vesveseye kapılmadın. Sirenleri ve yedi yiyenleri de geçtin; en zor olandan bir öncesidir bu ki daha hiçbir şey görmemiştin aslında.

Büyük suya vardın. Habba söylemişti yolun başında; bulgurundan, toprağından ve soğanından suya saygıyla bırak ve ona ezberlediğin şiirinden bir bölüm oku diye. Önce şiirinden fısıltıyla suyun kulağına bir parça okudun. O bölüm şöyleydi:

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!

Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Sonra bulgurundan, toprağından ve soğanından saygıyla suya bıraktın. Altı delik bir kayık, bir kova ve sapı kırık bir kürek verdi su sana. Aldırmadın ve bindin ona. Aylar ayları yıllar yılları kovaladı. Bir yandan kayığa dolan suyu boşalttın bir yandan da kırık saplı kürekle ilerlemeye çalıştın. Yaş aldın. Yaşlandın. Suyun bitmeyeceğini düşündüğün zamanların oldu. Seni yolundan alıkoymak isteyen sesler de saçıldı ortaya. Ses, geriye dön, sonrası ölüm, diyordu. Kulak asmadın. Derken su sığlaştı. Sana ölülerini ve onların solgun göz bebeklerini gösterdi. Yüzlerce belki de binlerce ölü gözün arasından için ürpererek geçtin. Su hakikatsizdir öyle ki seni de boğmak istedi. Başaramadı çünkü ardında bir duacın vardı. Habba’nın nefesi kuvvetli, göklerce hatırı bilinirdi.

Kara göründüğünde Shire dedin ama yanıldın. Ötüken ormanıydı. Yaşlı Kam seni bekliyordu. Kayıktan korkarak indin. Karaya bastığında ayakların kilitlendi ki herkesin başına gelir bu. Kalbin hızlı hızlı çarpıyordu. O sana doğru geldi. Elindeki Od’u sana sundu. İçtin. Hoş geldin ağacın oğlu Habba’nın torunu, dedi. Senin cevabını beklemeden arkasını dönüp yürümeye başladı. Kızıl, uzun saçları vardı. Yaşlıydı ama yaşlılara ait çizgiler onda yoktu. Ayakları hareket etmiyordu ama çok hızlı ilerliyordu. Onu takip ederken yürüyebildiğini ve sakinleştiğini fark ettin.

Altın Bozkır’ın bitiminde dağın yamacındaki kara tepelere geldiniz. Seni soydu. Tannu-Ola’yı gösterdi ve yürü, dedi. Yürüdün. Ayaklarının altındaki sivri taşlar canını acıtmıyordu artık. Bir barak çıktı yoluna karşıcı. Kam binmeni işaret etti. Barak seni sırtında Tannu-Ola’nın zirvesine taşıdı. Aşağıda bıraktığın Kam bulutların arasından yanına indi. Sırtına doladığı keçeyi çıkarıp yere serdi. Seni oturttu. Elinde bir bakır tas bir kalıp da sabun vardı. Etrafınızda su yoktu ama bakır tas başından aşağı her boşalmasında yeniden doluyordu. Seni iyice yıkadı ve Ötüken ormanının çiçekleriyle her yanını ovdu. Çiçeklerin değdiği yer parlıyordu. Kam işini bitirince Barak çıkageldi. Barak’ın üstüne oturdun tekrardan, seni bir kez Tannu-Ola’nın etrafında dolaştırıp Kam’ın önüne bıraktı. Orada sana kalemdan sunuldu. Bilesin ki kalemine gücü kalemdan verdi. Kalemdana gelirsek o da gücünü gökten aldı.

Hikâyenin tahtına da böylece çıkmış oldun. Kapıdan girmeden evvelki zahir sana tat vermeyecek. Sen şimdi bâtının peşine düşeceksin. İşte senin hikâyen budur oğlum, dedi.

3

İmdi, nedir Lancelot’u bir kılıç ustası yapan; yazdıkları, havalı bakışı mı, dinlediği müzik, yaşadığı çağ mı yoksa rengârenk kalemleri mi yazı masasında sıralı duran?

Nedir onun alamet-i farikası?

Fanilasına firketeyle tutturulmuş muska mı; odasında olduğu söylenen tılsım, iksir mi elinde ki; ilkah mı dilinde çoğalan?

Ustanın dalından koptuğu bir an var; bu soruların hepsine cevap.

Bundan başka bir an daha var. Pek bilinmez. İşte o kelamın ustayı ele geçirmesi. Kurduğunu sanırken Friedrich kaleleri, çizerken kavisleri haritalara uçsuz bucaksız, yazarken ovaların, ırmakların ve dağların adını bir bir işlenmiş hayvan derilerine.

Kelam eden işgalcidir. Oysa müellif işgal ettiğinde bir metni Truva’nın bir harabe olduğunu bildiren kartalı görmelidir.

Zordur fethi kelamın; işte bu yüzden düşmez Truva.

Kalemdan fethin anahtarıdır.