Kar

Vitya güçlükle yataktan kalktı. Başı her zamanki gibi dönüyordu, hareketsiz yatmak istedi ama gücünü topladı. Üniversitede tanıştığı kadim dostunun cenazesi, vasat-altı bir mezarlıkta gerçekleştiriliyordu. Görünen o ki, ölüm karşısında herkes eşittir ama coğrafya ve parayı kandıramazsın.
Vitya güçlükle yataktan kalktı. Başı her zamanki gibi dönüyordu, hareketsiz yatmak istedi ama gücünü topladı. Üniversitede tanıştığı kadim dostunun cenazesi, vasat-altı bir mezarlıkta gerçekleştiriliyordu. Görünen o ki, ölüm karşısında herkes eşittir ama coğrafya ve parayı kandıramazsın.

Vitya güçlükle yataktan kalktı. Başı her zamanki gibi dönüyordu, hareketsiz yatmak istedi ama gücünü topladı. Üniversitede tanıştığı kadim dostunun cenazesi, vasat-altı bir mezarlıkta gerçekleştiriliyordu. Görünen o ki, ölüm karşısında herkes eşittir ama coğrafya ve parayı kandıramazsın. Bu nedenle, geliri düşük insanlar, sonsuz yolculuklarına birtakım zorluklarla uğurlandıkları zaman cenaze ve ölüm yıl dönümlerine ayıplanacak kadar az sayıda insan gelir. İşte Vitya’nın arkadaşı Borya’yı böyle ayıp bir şekilde defnediyorlardı. Arabayla gitmezseniz, metroyla bir saat ve sonra bir de minibüsle kırk dakika gitmeniz gerekiyordu

Mezarlığa giden minibüs. Bu araçlarda genelde kimse telefonda sesli konuşmaz. Ve şoförleri de nedense daha kibar olur, normal minibüslere nazaran. Belki de bize öyle geliyordu.

Vitya’nın şoförü mırıldandı: “Kim gidecek oraya...” Dışarıda artık ayaz vardı ama daha kar yağmıyordu. Öyle ki Vitya kendini bir şeklide daha canlı hissetmeye başlamıştı. Dışarı artık daha az çıkıyordu. Ama bu seferki yolculuk farklıydı. Gelenler azdı. Borya henüz kırk dokuz yaşındaydı. İnsanlar bu yaşlarda öbür dünyaya irtihal ettiğinde cenazeye gelenler genellikle tanıdık ve hâlâ sağdır. Cenazeler de bu yüzden kalabalık olur ama bu sefer öyle değildi. Soğuk, uzak ve sefildi. Vitya neredeyse herkesi hatırladı. Gerçi herkes onu tanıyamamıştı. Hayat, Vitya’yı epey yıpratmıştı bu yıl ve onu en son on sene kadar önce görenler Borya’nın ailesinin yanında duran herifin kim olduğunu anlamadılar bile. Kıyafetleri dikkat çekici ama kendisi kötü görünüyordu. Borya ile üniversiteden ortak arkadaşları Mişka bile onunla selamlaşanın kim olduğunu ilk bakışta anlayamadı.

“Merhaba Mişa.”

“İyi gün... Vitya, sen misin? Vay anasını... bir deri bir kemik kalmışsın!” Vitya detaylara girmek istemiyordu. Her zamanki gibi şakayla geçiştirdi:

“Diyetteyim.”

“Evet, günümüzün modası. Ben de geçenlerde detokstan çıktım. Hayat nasıl?”

“Fena değil. Seninki? Gelemeyeceğini düşünüyordum.” “Sonuçta sınıf arkadaşıyız. Hep, ‘acaba ilk kim ayrılır aramızdan’ diye düşünürdüm. Borya’nın olabileceğini asla tahmin edemezdim.”

Vitya da Borya’nın öldüğüne inanamıyordu. Arkadaşıyla son konuşmasını hatırladı. Üstünden sadece dört gün geçmişti, hatta sanki sadece yarım saat geçmişti. İşte şimdi, Borya artık uyuyordu. Bu arada, iyi ki onu hazırlamışlar. Aferin. Sanki sadece koltuğa uzanmış gibi görünüyor. Bir bira şişesi eksikti, gerçekten de Borya, Şampiyonlar Ligi’ni izlediğinde hep öyle uyuyakalırdı. En son hospicete1 görüşmüşlerdi.

“E nasılsın? Ya sen niye artık buradasın? Anladığım kadarıyla, hâlâ evde de...”

“Evet ama burayla anlaştım, erkenden aldılar beni. Hazırlanayım, tabiri caizse atmosfere gireyim. Açıkçası kendimi öyle daha rahat hissediyorum.” “Evdekilere yük olmak istemiyorsun, değil mi?..”

“Evet... Bir bakıyorlar, içim... Biliyor musun, gittiğim için aile ve arkadaşlarımı sakinleştirme uzmanı oldum. Bazen sanki ben değil de onlar kansermiş gibi hissediyorum. Umarım, seni sakinleştirmem gerekmez, sen her zaman çetin cevizdin.”

“Benim zaten sızlanmaya ve seni avutmaya niyetim yoktu, özellikle hemşireyi gördükten sonra.”

“Sen daha yemeğimi görmedin! Açık söyleyeyim, bu kadar düzen içinde en son ne zaman yaşadığımı hatırlamıyorum. Saatine göre uyuyor, saatine göre yemek yiyorum.”

“Yer mi değişsek?”

“Ooo, yoo. Senin Marina’n beni üç günde öldürür. Doktorlarım bana daha iki ay verdiler.”

“Sadece iki...”

“Aynen. Tabii bununla çok bir yere gidemezsin ama bir türlü izleyemediğim dizilerle ilgili planlarım var. Biraz da edebiyatımı geliştirmek istiyorum. Düşünsene öbür dünyada kütüphanenin otellerdeki gibi olduğu.” “Bizzat yazarlarla sohbet edersin ya, bu daha ilgi çekici.”

Adamlar güldü.

Evet, organizasyon açısından kapatmam gereken çok şey var cidden. Deyim yerindeyse, lanet olası yaşam raporunu teslim ediyorum. Birden, yazlığın arazinin çarpık bir şekilde çerçevelendiği ortaya çıktı, hissedarlarla bazı belirsizlikler var, ayrıca Seröga’nın makbuzla ilgili bir sorunu var, kısacası, her şeyi burada dakikası dakikasına kadar planladım. Ancak yine de yetişebildiğimi düşünüyorum, tabii planlarımdan önce de ölebilirim.O zaman öbür dünyada bana ‘prematüre’ derler. Neyse umarım bir şekilde beni taşırlar.”

“Hah komik, bunu yazıyorum bir kenara. Yardımcı olabileceğim bir şey var mı? Lütfen söyle.”

“Hayır, ölünün prematüre olması değil, asıl bu komik. Yardım edecekmiş. Abi, ikimiz de biliyoruz ki bana işlerimde yardım edeceksen ben işsiz ve topraksız kalırım. Sen sadece ziyaretime gel olur mu? Gerçi dur, fırsatın olursa şu pislik Şırin’in suratına yapıştırsana bir tane, ama öldürme. “Bu çok kolay. Mal herifin teki gerçekten. Benim de içimden geçiyordu zaten. Öldürürdüm onu ama senin oradaki rahatını bozmayayım.”

“Rahatımı mı?”

“Ya düşünsene, Şırin’i öldürürüm ve siz orada onunla karşılaşırsınız hemen. Yani seninle benim ne zaman karşılaşacağımız belli bile değil, ama onunla hemen. Hem ben üzülürüm, hem sen rahatsız olursun orada.”

“Leykin korkma, biz seninle orada hemen karşılaşırız. Bir öleyim, gençlerin dediği gibi check in’lerimi halledeyim, ardımdan hemen sen gelirsin.” “Neden? Senden sonra hemen ben de mi...”

Hayır tabii ki, eminim sen daha yüz yıl yaşarsın. Ya sadece orada zaman biraz farklı akıyor ya. Burada yıllar, orada saniyeler, uzaydaki gibi. Ne kadar uzun yaşarsan yaşa ben seni hemen görmüş olurum, özlemeye vaktim bile olmaz. Ayrıca beni orada... ya mesela büyükannem Toma onca sene beklememiştir, onun zamanına göre ben de ondan neredeyse hemen sonra gelmiş olurum.”

“Vay anasını... Sana bunu kim söyledi? Yoksa bir yerde mi okudun?”

“Bir kitapta okumuştum, anlayacağın buralarda böyle konularda biraz geliştirdim kendimi.”

“Aslında, baya baya olabilir bu... Bir dakika, o zaman bir sorum var, beni nasıl tanıyacaksın ya, yaşlı olacağım?”

“Leykin, orada aptallar oturmuyor, seni en son gördüğüm halinle göreceğim. Bu aslında bir tür numara, tam olarak nasıl olduğunu ben de anlamadım ama gayet mantıklı. Mesela bak, Büyükanne Toma’yı ben yaşlı göreceğim, o ise beni vefat ettiğindeki, on yıl önceki halimle görecek. Büyükanne Toma’nın annesi mesela onu genç bir kız olarak görecek. Yani sen cinsiyetini dahi değiştirsen, bana genç sayılabilir bir herif olarak geleceksin. Yalnız şu sakalını tıraş et artık.”

“Sakalı... ooo... ama benim hoşuma gidiyor.”

“Tembellikten bıraktın onu salak. Bilirim ben seni.”

“Yani evet...”

“Senden ne var ne yok peki?”

“Yaa... Aslında sana kıyasla iyiyim.”

“Her zaman espri anlayışının kötü olduğunu söylemişimdir. Yolunda gitmeyen nedir?”

“Aslında genelde her şey iyi, ama Ksyuha... Ya bir şeyler ters gidiyor.”

“Ne oldu? Sağlık mı? Yardımcı olabileceğim bir şeyler var mı?”

“Yok, yok! Sağlığında bir sorun yok ama neredeyse hiç arkadaşı yok, erkek arkadaşı da. Derslere gidiyor, dönüyor; ya evde oturuyor ya da tek başında şehirde dolanıyor. Çok nadir birilerinin doğum gününe gider... Ne oluyor, bilmiyorum, kız on sekiz yaşında, istemediği kadar gezip tozması lazım, hani çirkin de değil!”

“Güzel bile derdim. Garip, tabii. Nelerle ilgileniyor peki?”

“Çok da bilmiyorum ama ne zaman sorsam bir sorun yok gibi. Akşamları bir yerlerde çalışıyor hatta, garson olarak. Ama yine de...”

“Acaba dine falan mı verdi kendini?”

“Galiba hayır ama sürekli Doğu hakkında şeyler okuyor. Daha çok felsefe gibi. Onunla ortak bir sürü şeyiniz olabilir. Yanıma almayı düşünmüyordum onu ama bence dayanamayıp ağlamaya başlar burada. Açıkçası onu çok gereğinden fazla duygusal olduğunu düşünüyorum.”

“‘Gereğinden fazla’ diye bir şey yok Leykin. Ayrıca herkes senin gibi odun mu olsun?”

“Doğru diyorsun. Marina’yla da pek iyi değiller. Ksyuha ile kendim konuşmaya çalışıyorum ama bana öyle bir bakıyor ki sanki hiçbir şey anlamayan çocuk benmişim gibi. Ne yaptım ben ya, arkadaşıma hospice’e geldim ve dert anlatıyorum...”

“Askerliğe gitmeye hazırlandığımda gelip annemin gönderdiği her şeyi nasıl silip süpürdüğünü hatırlıyor musun?! Dert etme, benim durumumda her şeyi düzeltemezsin. Ksyuha’yla görüşürüm ama umarım, ağlamaz.”

“Sağ ol, Vityacığım... Ne adamsın sen...”

“Sıradan. Neyse, bana şimdi bir şeyler yapacaklar, sen git, sonra haberleşir görüşürüz.”

“Sağ ol, dostum. Sen buralarda... ne diyeceğimi de bilmiyorum.”

“Ya, ‘Sıkılma.’ diyebilirsin. Yanlış olmaz.”

“Bu esprilerin yüzünden seni cennete almalılar. Haberleşiriz, hoşça kal!”

Borya hospice’ten çıktı, Ksyuha’ya gitti. Kız bir şeyler dinliyordu. Borya biraz uzanıp sonra Vitya Amca hakkında konuşmayı düşünüyordu. Akşama kadar uyudu, sabah kalkıp hemen işe gitmek gerekiyordu. Ofiste Borya fenalaştı ve yarım saat sonra vefat etti. Kalbi aniden durmuştu.

Vitya’ya haber verdiklerinde, uzun süre boyunca kendine gelememişti.

Borya öbür dünyaya ondan daha hızlı kaçmıştı. Genç, sapasağlam Borya vefat etmişti, hospice’teki Vitya ise daha değil. Tanrı’nın ironi anlayışı çok ilginç, Remarque bunu takdir ederdi.

“Demek ki onu saçma sakalıyla karşılayacağım... Ah Borka, Borka...” Vitya mezarında yatan arkadaşına bakıyordu. Cenazeden sonra Vitya Ksyuha’ya gitti.

“Vitya Amca... teşekkür ederim, geldiğiniz için... Sizi o kadar çok seviyordu ki.”

Ksyuşa ağlamaya başladı, ama hızlıca durdu, bir şeyler arıyormuş gibi yaptı, sonra sanki itinayla ve büyük bir sevgiyle “Ben her... her şeyi biliyorum hakkınızda. Bu yüzden nasılsınız diye sormuyorum. Babam hospice’te olduğunuzu söylemişti.”

Genellikle bu kelimeyi herkes bir duraksamadan sonra söylerdi, bakışlarını çevirdi. Ama Ksyuha her şeyi sakin bir şekilde söylemişti.

“Evet... Tabii en eğlenceli yer değil... Ama en azından hazırlanmak, bütün işleri yerine koymak için vaktiniz oluyor.”

“Evet... Babamın vakti olmadı... Gerçi o herhalde her şeyi daha da karmaşık bir hale getirirdi.”

Gözler yine doldu. Özellikle giden insanların ardından bize kalan en kıymetli şeyler, saçma sapan kusurları, bizi rahatsız eden alışkanlıkları olur. Hep onları hatırlarız.

“Kesinlikle.” dedi Vitya gülümseyerek. Ksyuşa’yı kucakladı. “Hayatın nasıl gidiyor, onu anlat sen.”

“Her şey yolunda Vitya Amca, okuyorum, çalışıyorum.”

“Bak, yalan söylemeyeceğim, baban senin için endişelendiğini söyledi bana... Daha doğrusu söylüyordu. Hep yalnız olduğunu... Öyle endişeleniyordu ki, o gergedan haliyle az daha ağlayacaktı. Hatta seninle görüşmemi istedi. Hatta son isteği bu oldu benden, anlarsın ya bunu yerine getirmem lazım.”

Vitya güldü.

Öyle mi... Babamın bunlar üzerine düşündüğü hiç bilmiyordum... Biliyor musunuz ben de sizinle uzun zamandır konuşmak istiyordum.”

“Yarın olur mu? Zahmet olmazsa, sen bana gel. Yerim süper değil tabii, ama insanları iyidir... Yalnız bana söz ver, ağlamak yok. Senin sorunlarını çözeceğiz, benimkilerini değil. Anlaştık mı?”

“Tabii, tabii! Söz! Ağlamak yok.”

Ksyuha, günümüz dünyası için çok duygusaldı hatta neredeyse bu dünyada yaşamaya uygun değildi. Sanki ne dünya ne de kendisi birbirleriyle ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Basit giyinirdi, neredeyse makyajsız, tek küpesi, Hint bileklikleri, çatlamış telefonu vardı. Okulda iyiydi, üniversiteye kolaylıkla girdi, nedense Tarih bölümüne. Anne babasına “derslerden mutluluk almak için” o bölüme girdiğini söylemişti.

Akranlarıyla ilişkileri normaldi, hatta samimi denilebilirdi.

Pek çok kez gruplara katılmaya çalıştı ama konuşmalarına kulak verdikten sonra orada yapamayacağını anlamıştı.

Ayrıca kızgın görünmeyen neşeli bir yüzü vardı. Kızgın görünmeyen neşeli bir yüz, bugün için büyük lükstür. İnsanlar yarından biraz korkar, bu yüzden ne olur ne olmaz diye onu savaşa hazır bir şekilde karşılar. Kızgın yüzler bundan dolayı ortaya çıkıyor. Elbette, hepimizin gardırobunda bir çift iyi maske de bulunur, hatta onları bazen bütün gün takarız da. Ama rahatladığımızda aniden somurtkan, agresif veya mutsuz oluruz. Daha doğrusu, o sırada kimin gücü neye yetiyorsa.

Vitka, bariz nedenlerden dolayı artık yarından korkmuyordu ve yüzü yavaş yavaş önleyici saldırganlığının her zamanki ifadesini kaybediyordu. Karakterinden dolayı mutsuz görünme izni veremezdi kendine. Teşhisiyle kimseyi altüst etmek istemiyordu. Yüzü, Ksyuşa’nınki gibi iyi ve mutluydu.

Vitya ve Ksyuşa’nın yüzleri karşılaştı. Ertesi gün Ksyuşa hospice’e gelmişti. Uzun süre konuştular. Ksyuha kendi hayatından, geleceğinden. Vitya kendisininkinden -geçmişinden, biraz geleceğinden. Gerçi Vitya, sanki o değil de, Ksyuşa’nın kendisine her şeyin nasıl işlediğini anlattığını hissediyordu. Dahası o sırada artık kimin kime daha çok ihtiyacı olduğundan şüphelenmeye başlamıştı... Bir konuşmasını Vitya, sonuna kadar hatırlıyordu. Kendi adamları ve yabancılar üzerine konuşmuşlardı.

“Vitya Amca, ‘kendi adamını’ anlamak çok basit. Her şey mutluluk ve mutsuzlukta bitiyor. Seni mutlu ve mutsuz eden şeyler, ‘kendi adamını’ mutlu ve mutsuz eder. Geçenlerde bir çocuk peşime takılmıştı. Bir süre birlikte vakit geçirmek de hoşumuza gitmişti. Sonra birileri onun fiyakalı spor ayakkabısını çalmış. Bu özel Adidaslar için epey zamandır para biriktiriyormuş. Neyse, işte onları çaldıklarında neredeyse ağlayacaktı. Üç ay neredeyse dışarı çıkmayacağını ve böylelerini tekrar almak için yemeğinden bile kısacağını söylemişti.

Aynılarından ona hediye ettim, biraz biriktirdiğim param vardı. Onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. İşte, o zaman anladım –o bana yabancı. Bu arada, o da her şeyi anlamıştı hatta sonra bana parayı iade etti. Gerçi, belki de onu hiç sevememiştim, sevseydim onun mutlu olmasına sevinirdim.”

“İlginç... İnsanların, onları mutlu eden şeyler konusunda hep birbirine benzediklerini düşünürdüm oysa.”

“Benzemiyorlar, aksi takdirde istediği her şeyi elde etmiş insanlar bu kadar çok mutsuz olmazdı. Bana kalırsa insanlar tam da bu yüzden ayrılıyorlar. Biri mutluğu için gidiyor, diğeri başka bir mutluluk için. Bunlar ‘birbirinin adamları’ değil.”

“Senin ‘kendi adamların’ var mı?”

“Siz ilksiniz.”

Ksyuha bunu çok hafif bir şekilde söylemişti, kadınsı cilve ve romantik alt metinler olmadan.

“Dediniz ya hani, mutlu insanların karı içlerine çektiklerini. Ben de öyle yaparım. Yanlış anlamayın, size âşık olmadım, sadece tanışmamız sizin tam da...”

Bu sefer durmuştu, devamını hemen söylemedi. Vitya bunu fark etmişti. “Söyle gitsin, ne olacak, ölüyorum zaten.”

“Gidiyorsunuz. Sadece gidiyorsunuz ama şu an özelsiniz.”

“Kendi adamları” ile ilgili sözlerde Vitya’nın içi sızlamıştı. Onun da pek “kendi adamı” yoktu. Şimdi ise tam da sonuna yaklaşmışken birini daha bulmuştu. İçine hüzün doldu, şakayla geçiştirmeye karar verdi.

Evet gidiyorum hatta koşuyorum. Babanın orada yalnız başına canı sıkılıyordur. Yakında görüşürüz onunla!”

Vitya, Ksyuha’ya baktı, korkudan kalbi burkulmuştu.

“Ksyuşa, öyle bir bakıyorsun ki... Sence... sence orada karşılaşır mıyız?

Sence orada bir şeyler var mıdır?” Uzun süre sonra ilk defa Vitya’nın sesinde umutsuzluk duyulmuştu. Ya kendisinin bilmediği bir şeyi Ksyuha biliyorsa? Ya kimse orada onu beklemiyorsa? Ksyuha hemen başını salladı ve özel bir sıcaklıkla ve yine herhangi bir alt metin olmadan anlatmaya başladı. Sanki bir arkadaşına izlediği iyi bir filmi anlatır gibi kolay, biraz da hızlı anlatıyordu.

“Tabii ki bekliyorlar, hatta sadece ORADA bekliyorlar. Buraya biz evden çıkıp bir süreliğine geldik, şimdi ise yürüyüşten dönüyoruz. Hatta belki de her şey sandığımızdan daha basittir.

Size sabah orada gözlerinizi açacaksınız ve ‘Vay be orada koskoca bir hayat rüyama girmişti!’ diyeceksiniz. Ve öbür dünyadaki işinize gideceksiniz, bulutlardan dünyaya kar atma işine.”

“Güzel bir iş bulmuşsun bana...”

Sizce daha iyisi var mı? Bulutlardan kar atmaktan daha iyi ne olabilir ki?” Ksyuha’nın sesi değişti, olağanüstü bir hâl aldı.

Sanki gece ormanında güçlü rüzgârın sesi gibi kapsayıcı, kuşatıcı, her şeyi dolduran bir hâl. Vitya mekân algısını kaybetmeye başladı, oda kayboldu, sadece Ksyuşa’nın gözleri kalmıştı. İçlerinde Vitya’yı kendine çağıran, dünyada eşi benzeri görülmemiş sevginin sonsuz ve sakin denizi belirdi.

onsuz ve sakin denizi belirdi. Boğazı kurumuştu. Şöyle fısıldadı:

“Galiba yok.

Vitya, Ksyuha’yı iyi tanımıştı artık. Ksyuha’nın neden, daha doğrusu kimin için geldiğini anlamıştı. Bu imkânsız ama bir o kadar da basit fikir zihninde bir türlü oturmuyordu. Bir şekilde ayakta kalmayı başarabilmek için gerçek dünya konuşmasına dönmeye çalıştı:

“Bu arada, kar temizlemeyi çok seviyorum, epey rahatlatıyor. Biliyor musun, bir gün yazlık evimizin önünde kar temizliyordum, bir bileklik buldum. Bütün komşulara sordum, kimsenin değilmiş. Antikaymış. Oraya nasıl düşmüş, hiçbir fikrim yok.”

Ksyuha gülümsedi. Vitya Amca’nın her şeyi anladığını o da biliyordu. O da gerçek dünyaya döndü ve neşeyle cevap verdi

“Demek ki size ulaşması gerekiyormuş. O yüzden sizi orada bekliyormuş.” Sonra birden ekledi.

“Vitya Amca, onu bana hatıra olarak bırakabilir misiniz? Kız torununuz olursa ben sonra veririm. Kaybetmem.

O zamana kadar ben takarım, sizi düşünürüm. Her kar yağdığında, ne bileyim, belki o sırada siz küreğinizi sallayacaksınız.”

“Tabii hediye ederim! Torun... belki de olur torunum.”

Vitya’nın içi ısınmıştı. Sakinleşti ve eve gideceğine sonuna kadar inandı.

Her gece rüyasında bulutlardan kar attığını sonra da evine gittiğini görüyordu.

O kadar ki Vitya uyanıp hastane odasında olduğunu anlayınca üzülüyordu artık

Sonra bütün işlerini bitirdi ve...

Ertesi gün kar yağdı. Çok yağdı. Arabalar birbirine çarpıyor, yayalar düşüyor, herkes devleti suçluyordu. Sadece Ksyuha geceleyin gökyüzüne sonra bilekliğine bakıp gülümsüyor ve şöyle diyordu:

“Vitya Amca yeter artık, yeter...”