Katana Selime

Kendini bir Japon dövüş ustası falan sanırdı.
Kendini bir Japon dövüş ustası falan sanırdı.

Eskiden bir babam vardı tabii. Doğrudur. İçinden nehirler akardı. Evet, o da doğrudur. Kendini bir Japon dövüş ustası falan sanırdı. O Japon dövüş ustalarına dönüşünce, kafamdaki baba figürü tamamlanırdı.

1.

“Neye teslim oluyoruz baba ve niye?”

Şimdi size bir zaman tanımlaması yapsam, ucundan biraz çeksem zamanı ve sırtına biraz vursam... Merdivenlerini tırmansam ansızın saatin. Benim durumumu anlar mıydınız? Nereden anlayacaksınız canım, benimki de soru.

Ama şimdi siz ne zaman geçiyor bu hikaye diyeceksiniz ya, durun diyeyim size: İçindeki dağlara rüzgar esen babamın, altından ne sular aktığı belli olmayan dedemin, gönlünden kimlerin geçtiği belli olmayan teyzelerimin zamanıydı. Eskiden bir babam vardı tabii. Doğrudur. İçinden nehirler akardı. Evet, o da doğrudur. Kendini bir Japon dövüş ustası falan sanırdı. O Japon dövüş ustalarına dönüşünce, kafamdaki baba figürü tamamlanırdı. Özellikle akşamları, yatsı namazından hemen sonra, şaşmaz bir vazifeyle, -yaklaşık bir saat sonra falan yatsıdan- izlediği Bruce Lee filmlerindeki hareketleri üzerimde denerdi, gayet tabii... Elimiz armut toplamıyor ya, ben de onun üzerinde denerdim birazcık, ama bel üstü çalışmazdım, daha çok baldır arkası. Biraz kaval kemiği. Çat çat.

2.

1994 yazı. Bizim mahallede toprak bir futbol sahası vardı. Hâlâ var gerçi. Eskiden kumu biraz daha fazlacaydı. Plajdan kum getirip doldururlardı. Okul turnuvasında çocuklar düşüp de bir yerlerini sakatlamasınlar diye. Sekiz-A sınıfına gidiyordum ben. Bir gün bizim okulun on beş sokak ötesindeki liseden çocuklar geldiler bu toprak sahaya. Biz de sekiz-A’nın neferleri olarak dikildik karşılarına. Ben sekiz numaraydım. Ama defansa koyarlardı beni. Neden sekiz ve neden defans, derdim her defasında. Rakip takımın forveti birdoksanbeş. Kafa topuna beraber çıksak, beline gelirim.

Ufacığım tefeciğim. Bu bizim adını hâlâ bilmediğim birdoksanbeşlik elemanla, ikili mücadeleye girdim atağın birinde. İkili dediğime bakmayın. Tekli mücadeleydi. O tekti, ben ise yarımdım. Yere yığıldım hal böyle olunca. Birdoksanbeş oldum yerde. Aman Allahım! Nefes desen yok. Kalp desen, sırta yapışmış. Dalak desen kalbin üzerine binmiş. Böbrek desen, idrar yolundan dışarı çıkacak gibi. Öğürerek çıktım dışarıya. Eve zar zor getirdiler beni. Sami vardı yanımda. Kaleci. Kaleyi boş bırakmış. Böyle de vefakar bir adam. “Ulan!” dedim, “Yedeklerden birini bulamadınız mı?”

“Bulamadık oğlum,” dedi. “Maç da yarıda kalmıştır hem.” Bir bardak su verdi annem. Aynı bardaktan ben de içtim, annemin mikrop dezenfekte eden bakışları arasında. Uyumuşum o yorgunlukla. Akşamında babam geldi. Kabak tatlısını çok severdi. Getirmiş. “Her akşam kabak tatlısı mı yenirmiş?” derdi annem kızarak. Zavallı dedem de idrar yollarına iyi geldiğini iddia ederek, her seferinde iki porsiyonu mideye indirirdi. Dedem, kabak tatlısını yerken, babam da televizyondaki su samurunun ağaç kemiren belgeselini izlerken, annem benden bahsetti.

“Sen kızarsın diye sana haber etmedik,” diye de ekledi. Babam kesin hükümlü bir adamdı. “Hanım,” dedi. “Ben çıkıyorum, birazdan geleceğim.” Çıktı.

Elinde bir samuray kılıcı ile geldi. Şimdi bu hikayeyi dinleyenler ya da okuyanlar bana tuhaf gözlerle, deliye ait sezgilerle bakacaklar. Annem ilk başta, “Acaba bu adam, cinnet mi geçiriyor. Bizi mi doğrayacak?” diyecek oldu. Ama babam çıkarken ne kadar sakinse, gelince de o kadar sakindi. O akşam bizimle pek bir şey konuşmadı. Annemin sorduğu birkaç soruyu da kem küm ederek geçiştirdi. Samuray kılıcını da yastığının altına iliştirdi. O gece annem benim odamda yattı. Dedem ise oturma odasındaki kanepede.

3.

Babamla bir ovanın üzerindeyiz. Elimizde bir kavuniçi dondurma. Buraların kavuniçi dondurması meşhurmuş. Beni kucağına alıyor babam. Ellerinden hop zıplayıp, hop aşağılara iniyorum. Havaya atınca, karşıdaki evlerin balkonlarını görüyorum. Ellerine düşünce babamın gülen gözlerini. Nerden başlasam bilemediğim bir zaman var şuan karşımda. İçimde tuhaf bir yanılsama. Bacaklarım benim mi diyorum. Eskiden olsa bacaklarımı komple reddederdim, orası kesin. Tutuyor beni babam. Kollarının güçlülüğüne doyamıyorum. “Bir memleket olsa, babamın kolları o memleketin en meşhur şeyi olurdu şüphesiz,” diyorum içimden. Annem uzaklara gitmiş. Babam ovaya gelmeden, daha henüz arabadayken öyle söyledi. Nereye gittiğini söylemedi. Biraz daha sakince bir yere gitmiş. “İyi de baba,” diyorum “Ova zaten sakin, sessiz bir yer. Hem madem sakin bir yere gitti, ne diye annemi arıyoruz?” Bir sigara yakıyor, ellerinin arasında. Arabanın egzosu sanıyorum sigara dumanını.

Ovadan ayrılıyoruz. Bir çeşme başında, babam yüzüme su çarpıyor. Ben de onun kollarına su çarpıyorum. İlerde fabrikalar var. Dedem zamanın birinde o un fabrikalarında çalışmış. Aynı anda iki yüz kiloluk çuvalı kaldırırmış. Yüzü bir koluna. Diğer yüzü bir koluna. İnanmamak isterdim. Ama dedemdi, İnanırdım. Dedem gözümde hep kabak tatlısıydı zaten. Artık un çuvalı olarak devam ettirecekti hafızamın izleklerinde. Babama arabada durup bir şeylerden bahsetmek istiyorum.

“Annem senin elindeki şu samuray kılıcı yüzünden gitti baba, farkında mısın?”“O nerden çıktı kerata?” (kerata mı, babam bana diğer babalar gibi kerata diyen bir adam değildi, nerden çıktı) Diyor bunu demesine ama, dişleirnde gülümsemenin kervan geçmez bir hali de var. Devam ediyor: “Arıyoruz işte oğlum, nerden bileyim. Deden ölünce, annene bir şeyler oldu. Kılıç mılıç bahane. Teee o zamanlar başladı annendeki bu garip hal.” Dağların arasından geçiyoruz babamla.

4.

Dağların arasından geçiyoruz babamla. Annemi işte o dağların arasından birinde, bir köyde buluyoruz. Kulağı duymayan, gönlü ise kulağı duymadığı için pek paslanmayan bir ağa babaya rastlıyoruz. Elinde bastonu. “Biz” diyoruz, “Selime’yi arıyoruz. Gördünüz mü onu buralarda?” “Katana Selime’yi mi arıyorsun?” diyor bize. Babamla, annemi bir morgda değil de bir köyde teşhis ediyoruz. Annem kayaların arasından çıkageliyor. “Nerden buldunuz beni?” diyor. Elinde bir samuray kılıcı. Babam bir kahkaha savuruyor. Ovalardan çığ yerine toz toprak yığılıyor bize doğru o çıkınca. Çiçekli bir basma eteği var. Babamın geldiği akşama dair bir etek...

Uyanıyorum. Annem basma eteğiyle kalmış yatakta. O gece rüyaları babama görünmeden görüyoruz. Anneme, “Rüyada da olsa sen gitme anne,” diyorum. Sarılıyor bana. Annemin o gece ilk defa susadığına, dudaklarının kuruduğuna şahit oluyorum.Yanağıma dokunuyor öyle hafiften. Yanaklarımda sahra çölünü hissediyorum. “Baban beni bir pınara benzetirdi eskiden,” diyor sonra. Bu gizli, sözlü anlaşmaya nereden bulaştık annemle bilemiyorum bir türlü.

5.

Babamdan mektup geliyor. Aynen aktarıyorum anneme:

“Buralarda hava çok güzel.

Buralarda hava çok güzel.

Buralarda hava çok güzel.

Canım Selimem ve oğlum Selim. Ara sıra bahçeye çıkıyorum. Beni merak etmeyin. Kılıcıma da iyi bakıyorum. Ara sıra yemek getiriyorlar dışarıdan, başka samuray arkadaşlarımın aileleleri. Ara sıra da bizi çıkartıyorlar. Bazen bir koruya götürüyorlar. Geçen Ayasofya’ya gittik. Sizlere gelince ara sıra çok özlüyorum. Ama en çok Selime, babanın kabak tatlısını sevişini ve seni bir türlü bana vermeyişini özlüyorum. Doğmayacak çocuğumuz Selim’i öp benim için. Ona en çok sekiz numaralı bir forma giydirmeyi hayal etmiştim.”

Not: Bakırköy Hatırası