Kelebeğe Tapan Adam

Bünyamin Demirci
Bünyamin Demirci

Kitaptaki birçok kelime; kitabın adı, öykülerin başlıkları, kelebek, misket, ayna vb. bir imge, bir metafor olarak kullanılmış. Mesela “kelebek” zamanın geçiciliğini, insan hayatının kısalığını imler. Zaten kitabın adıyla da bağlantılı bir biçimde zaman, zamanın geçiciliği, izafiliği, insan hayatının kısalığı öyküleri birbirine bağlayan ana izlek olarak kullanılmış, diyebiliriz.

İSMAİL ÖZEN:

Yoğun imgeler, metaforlar ve çağrışımlar üzerinden yürüyen bir anlatımı var Kelebeğe Tapan Adam öykülerinin. Fakat bu yoğun imgesel, çağrışımsal dile rağmen oldukça canlı, hareketli bir dil kullanılmış. Mesela benzer bir biçimde imgeler ve metaforla yüklü bir dille yazan Hasibe Çerko’nun öykülerinde -söz gelimi “Leyla” adlı öyküde- anlatım daha ağır, yoğun ve donuk bir ritimle yürür. Demirci’nin öykülerindeki imgeler daha çok somut varlıklara, varoluşlara işaret ederken Çerko’nun öykülerindeki imgeler zihinsel ve soyut kavramlara işaret ediyor, diyebiliriz.

Düzyazıda imgeleri, metaforları kullanma bağlamında Demirci ve Çerko’nun öyküleri benzeşir fakat Hasibe Çerko’nun Leyla’daki bütün metinleri tam anlamıyla düzyazıdır, öyküdür; Kelebeğe Tapan Adam’da ise birçok metin dil, içerik, biçim ve oluşturmak istenen etki itibariyle mensur şiire yakın bir yapı arz eder. Mesela “Ağlamak Özlenir” ve “Ayna” bu tarz metinler. Bu metinlerde dil tabii ki bir şiirdeki kadar iyi yontulmamış, bir şiirdeki gibi bütünlüklü bir ritim oluşturmak için çabalanmamış. Metinlerin mensur şiir olduğunu söylemiyorum zaten, mensur şiire yakın olduğunu söylüyorum.

Kelebeğe Tapan Adam, Bünyamin Demirci, Şule Yayınları
Kelebeğe Tapan Adam, Bünyamin Demirci, Şule Yayınları

Kitaptaki birçok kelime; kitabın adı, öykülerin başlıkları, kelebek, misket, ayna vb. bir imge, bir metafor olarak kullanılmış. Mesela “kelebek” zamanın geçiciliğini, insan hayatının kısalığını imler. Zaten kitabın adıyla da bağlantılı bir biçimde zaman, zamanın geçiciliği, izafiliği, insan hayatının kısalığı öyküleri birbirine bağlayan ana izlek olarak kullanılmış, diyebiliriz. Yine bu ana izleğe bağlı olarak yaşamın küçük ayrıntılarına -sözgelimi bir kelebek yaşamına, çocukların düşlerine ve alıp verdiğimiz nefese- odaklanma söz konusu. Mesela çocuklarının kulaklarını yemesinden korktuğu için “fare nöbeti” tutan bir annenin ve uyuyan çocuklarının anlatıldığı “Rüya Yiyen Fareler” bunun en tipik örneklerinden biri.

Öyküde anne, farelerin çocuklarının kulaklarını yemesinden korkuyor ve fareler tavanda koşuşturup dururken çocuklarının başında nöbet tutuyor. Uyuyup kalınca fareler tavan arasından iniyor fakat kadının sandığı gibi niyetleri çocukların kulaklarını yemek değildir. Farelerden ikisi küçük çocuğun başına gidip rüyasında gördüğü topu kemiriyor, biri ortancanın yanına gidip rüyasında gördüğü bisiklete biniyor, diğeri büyük çocuğun zihninde henüz şekillenmeyen enstrümanı kemiriyor. Bütün bunlardan çocukların fakirliğini ve neleri hayal ettiklerini anlıyoruz. Kitapta ilk öyküden önce verilen,

“Bir ev. Çok uzakta, bunu bilin yeter.

Dumanı tüten uykulu bir ev…

Çok uzakta!

Uzakları severim, çünkü gitmek gerekir.” mısralarından sonra ilk öyküde işte bu eve konuk oluyoruz. O ev bu ev galiba, diye düşünüyoruz. İstanbul’da olsa da uzak bir yer imajı oluşturuyor ev. Çünkü anne örgü örüyor, çocuklar parça kumaşlardan yapılmış bir yorganın altında, yine aynı kumaştan dikilmiş pijamalarıyla uyuyor. Babanın zihni gelecekte yaşayacağı pişmanlıklarla meşgul. Eskiciden alınmış çekyatın içinden ve tavan arasından farelerin tıkırtıları geliyor vs. Bunlar da öykünün atmosferini belirginleştiren, dahası okurun görmesi gereken küçük, güzel ayrıntılar.

Öykülerde bu şekilde yaşamın küçük anlarına, nesnelerine odaklanmış güzellikler, ayrıntılar mevcut. Bunlar, bende sevimli bir çocuksuluk etkisi yarattı. Zaten hayvanları, bitkileri her şeyi gören sevimli bir çocuk algısı var öykülerde. Mesela “Nefes” adlı öyküde düşünmeden alıp verdiğimiz nefese odaklanmış yazar. Bunu da kaplumbağa üzerinden anlatıyor. Öyküyü okurken çocukluğumda elime aldığım kaplumbağaların sesli sesli nefes aldıklarını hatırladım. Öyküde bilinçsizce nefes alıp vermenin bir nimet oluşu, bu gafletimizin hikmeti hatırlatılıyor. Biraz önce yukarıda kastettiğim yaşamın küçük ayrıntılarına, küçük nesnelerine odaklanma dediğim şey tam da bu işte.

Kitabın başındaki biyografiden Bünyamin Demirci’nin müzikle ilgilendiğini, ney üflediğini öğreniyoruz. Bu ilginin öykülere tematik olarak yansıdığını görüyoruz. Birçok öyküde müzikle ilgili kavramlar da çokça kullanılmış. Burada daha çok dikkati çeken ise öykülerdeki dilin ritmi dışında bütün kainatı kulaklarıyla gören, küçük ayrıntılara, hayvanlara, bitkilere, bir bütün olarak tabiattaki harmoniye odaklanmış, onu bir müzik, bir enstrüman gibi algılayan, eşyanın ritmini yakalamaya çalışan bir bakışın olması. Zaman kavramı dışında öykülerde en çok göze çarpan diğer husus da bu.

Öykü anlayışınızla, öyküye dair beklentilerinizle uyuşursa Kelebeğe Tapan Adam’ı beğenebilir hatta çok sevebilirsiniz. Ben kitabı okuduktan sonra öyküleri peş peşe yani bir oturuşta değil de aralıklarla, tek tek okusam daha çok beğenebilirdim, diye düşündüm.

ABDULLAH HARMANCI:

Bünyamin Demirci; Ali Ural’ın yazarlık atölyelerinden yetişen genç yazarların karakteristik özelliklerine sahip.

“Kısa öykü”ler yazıyor ve bu öyküler gerçeküstüye, fantastiğe açılıyor.

Bu atölyenin Türk edebiyatı için bir fenomen olduğunu düşünüyorum.

Doğrusu, böylesine bereketli bir atölye daha görmüş değiliz.

Ayrıca edebiyat dergilerinin bir okul oluşu ve içlerinden önemli şair ve yazarlar çıkarışı alışılmış bir durumken, edebiyatımızda artık yazarlık kurslarının yazarlar çıkarıyor olması farklı bir durum.

Burada bir “dergi okulu” değil, yaratıcı yazarlık derslerinin sonuçları ile karşı karşıyayız.

Evet, Ural atölyelerinden çıkan yazarlar genelde öykü yazıyorlar ve gene genelde fantastik, gerçeküstü metinler veriyorlar. Bünyamin Demirci gibi.

Bünyamin Demirci’nin üstün tarafı, şaşırtıcı bir hayal gücüne sahip olması.

Çok fazla öngöremeyeceğimiz bir atmosfer çiziyor.

Öngöremeyeceğimiz, diyorum. Zamansız, mekânsız, bağlamsız, egzotik, adressiz öyküler bunlar.

Dünyanın neresinde veya zamanın neresinde geçtiklerine dair bir fikrimiz yok.

Bir yerde İstanbul’dan bahsedilmesi veya bir yerde banka kredisinden söz edilmesi, görüşlerimi geri almamı gerektirmiyor.

Çok erken ustalaşmış bir kalemin az görülen bir hayal gücüyle kurduğu fantastik dünyalar.

Kendisini hemen ele vermeyen, bir hikmeti veya örneğin bir sosyal eleştiriyi çabucak bulamayacağımız öyküler.

Bünyamin Demirci, çok az kelime kullanarak anlatmak istediklerini anlatıyor.

Yükte hafif ama pahada ağır bir dili var.

Okurun zekâsını önemseyen, seçkin bir okuru gerekli gören, zor metinler yazıyor.

Kutsal metinlere veya mitolojiye ince göndermeleri var.

Müzikle ilgileniyor olması, öykülerinin bir kısmında doğrudan müzik malzemesinin olmasını sağlamış.

Bütün bunlara rağmen, zaman zaman deneme türünü andıran pasajlar yazması, düşünceyi ön plana alması öykülerin “pahadaki ağırlığına” halel getiriyor.

Bir öykü çerçevesi çizmek istemiyor.

Öykülerini belli bir çerçevenin içine oturtmak zorunda hissetmiyor kendini.

Oysa kitabın ilk öyküsünde bunu başarmıştı.

Sanırım bu çerçeveleme-me sorunu Demirci öyküsünün aleyhine işliyor.

Ne olursa olsun, gene de bize bir öykü anlatmalı, bir başlangıç ve son olmalı, öykünün bir çerçevesi bulunmalı.

Bünyamin Demirci daha ilk kitabıyla ustaca bir başlangıç yapmayı başarıyor.

Zengin hayal gücüne, Naime Erkovan öyküsündeki gibi, bir de “örme, kurma, başlama ve bitirme” alışkanlığı eklemelidir, diye düşünüyorum.

MEHMET KAHRAMAN:

2016’da ikinci öykü kitabını çıkaran bir yazarın ilk kitabını değerlendirmek tek başına sağlıklı olmayacağı için Kelebeğe Tapan Adam’ı Yeraltı Bulutları kitabıyla birlikte değerlendirmek daha yerinde olur kanaatindeyim. Çünkü ilk kitaplar acemilikleriyle, hatalarıyla, arayışlarıyla var olurlar. Bu yüzden ilk kitapları değerlendirirken ve kıstasları belirlerken sonraki kitapları da yazı hesabına dâhil etmek gerekir. Ben yazımda iki kitaba da değinmek istiyorum, yoksa kendi adıma yanlış bir değerlendirme yapmış olacağım.

Kelebeğe Tapan Adam öyküden çok deneme diline yaslı, çağrışımlarla ve şiirsel öğelerle kaleme alınmış bir ilk kitap. Demirci, şiir dili ile ritmik yapı kurarak bir anlatı evreni oluşturmuş. Bazen gerçekçi mekânlar bazen de hayali, gerçeküstü mekânları kullanıyor. Büyülü, masalsı bir dünya sunuyor okura. Ara ara çocuklara hikâyeler anlatan bir anlatıcının varlığı seziliyor. Alışılmışın dışında bir zihin, beklenmedik temalar kurgusuz, olaysız, durum anlatı şeklinde örülüyor. Öykülerde hayatla temas halinde olan karakterler yok. Masalsı dünyanın kahramanları gibi genel bir anlatım ve fabl türünde gördüğümüz yöntemler kullanılmış.

Öyküler şiirsel bir dile ve çağrışımlara yaslı olduğu için yer yer bağlamdan kopuk, ama ritimle var oluyorlar. “Kaptan nereye kırarsa kırsın dümeni, gemi yolcunun gittiği yere gider. Balık iskeletleriyle doldurmalı güverteyi ki şairler akıtabilsin kumları tablolardan; çocuklar görmeye çalışırken gemiyi tutan ipi. Eller uzanmış tuttu tutacak bir gedeni daha. Ağlamak insanın elleriyle de ilgili bir şeydir.” Bu parça kitabın ikinci öyküsü “Ağlamak Özlenir” metninden. Bu metinde bir hikâye değil bir düşünce etrafında modernizm eleştirisi, sertlik, merhametsizlik, ağlamak (duygu) özeliyle ele alınıyor.

Demirci, modern insanın sıkışıp kaldığı bir zamanda, onları boğan ekonomik ve sosyal şartlar altında yaşan insanlara gerçeküstü anlatılar sunuyor. İlk öykü “Rüya Yiyen Fareler”de İstanbul’da yaşayan bir ailenin geçim sıkıntısı dillendirilirken birileri tarafından hayallerinin çalınması, geleceklerinin ellerinden alınması, onların rüyalarının kemirilmesi fare metaforuyla ele alınıyor. Anne geleneğimizde olduğu gibi koruyucu rolde, baba ise ‘pişman olacağı’ işlerin içinde. Fakat korucuyu kişi daha fazla dayanamaz ve çarka yenik düşer. Artık çocukların gelecekleri kalmamıştır. Kendi putlarını üreten, kendi açmazlarını dikte eden bir çağda yaşarsanız kendi içinizde kaybolmanız kaçınılmazdır. Kelebeğe Tapan Adam da böylesi bir karmaşıklığın öyküsüdür. Hayat bir döngüdür, insan zaman sarmalında akıp durur. Bu açıdan “Zaman zehirli bir kelebek”tir. Zamana kapılıp giden kişi, gürültüyü ancak saat (zaman) durduğunda hissedecektir. Bu da ancak kişinin ölümüne, tabiri caizse çizgi dışına çıkmasıyla mümkündür.

Çağa dair bir şey söylediğimizde ister istemez insanın iç gerçekliğine ait bir şeyler de söylemek gerekiyor, ki belki de asıl maksat budur, kişi sürekli kendiyle boğuşuyor. Bu bekleme süresinde ölümü hatırlıyor, zamanın geçiciliğine vurgu yapıyor, kıyamet koşusu kişiyi huzursuz ediyor.

Demirci insana dair anlatacaklarını alegorik unsurlarla vermeye çalışıyor. Bunda da en başta hayvanları kullanıyor. Bu yüzden öykülerde hayvan figürü önemli yer tutuyor; fare, kaplumbağa, yılan, köpek en sık rastlanan hayvanlar. Her birinin altında insani özelliklere denk gelen durumlar yatıyor. Alışılmış, çoğunlukla bilinen hikâyelerle benzer özellikler sergiliyor öyküler. Mesel anlatımında dikkat çeken detayları burada da görmek mümkün.

Demirci metinleri genelde sese yaslı. Metinler bir müzik parçası gibi dinlemeye yatkın bir sese dönüşüyor. Duyulan, dinlenilen, ritmik, canlı birer müzik parçası gibi geliyor kulağa. İki kitabında da bu husus kendini gösteriyor. Yapı üzerinde titizlikle duruyor. Kulağa itici gelecek kelimelerden kaçınıyor.

Demirci’nin ikinci kitabı Yeraltı Bulutları’nı ilkine göre daha başarılı bulduğumu söylemem gerekiyor. O yüzden girişte bu ayrıma dikkat çekme gereği duydum. Yeraltı Bulutları’nda meseleler yine hayal-gerçek arası kurgu ile ele alınmışken ilk kitaptan farklı olarak kurgusallık üzerinde düşünülmüş öykülerden oluşuyor ikinci kitap. Bu kitapta hikâye daha belirgin ve yazar ne anlattığının farkında. Özellikle bir mesele etrafında gelişiyor öyküler. Bir derdin, bir halin taşıcısı durumundalar. İnsanı üzen, ona acı veren şeyler, peşini bırakmayan lanetler ve doğa Demirci’de bir anlatı meselesine dönüşmüş görünüyor.

ALİ GÜNEY:

Bünyamin Demirci’nin ilk öykü kitabı Çoğul Bakış’ın odağında. Yahu ikinci kitabını niye yazmamışlar diyen okurlarımız olabilir, affetsinler, bazen böyle olur.

Kelebeğe Tapan Adam, öykü kitapları basma konusunda hayli cesaretli ve örnek olan Şule Yayınları’ndan 2014’de çıktı. Kitap 29 öyküden oluşuyor. Belirgin bir ayrım olmasa da öyküler arasındaki kimi geçişlere yazarın eklediği kısa metinler var. Yazar, zihninde böyle bir ayrıma gitmiş olabilir. Bu geçiş cümleleri ile kısımlara ayırıyor kitabı. Son bölümde örneğin çok beğendiğim, “ölüm şaşırtmamalı bizi...” ifadesinden sonra “Elimdeki Bıçak” öyküsü yer alıyor.

Kısa öyküler yazıyor Demirci. Öyküleri şiirsel anlatımı çok seven metinler. Bilinen bir öykü dilini aşmak her yazarın bir hedefidir ancak Demirci lokal bir anlayışı gözeterek kuruyor öykülerini. Soyut, bol imgeli, anlatacağı şeye odaklı öyküler yazıyor. Öykülerinde sıklıkla aforizmalar kullanıyor. Kadın, adam, anne, çocuk, doğa kelimeleri öykülerinde sıklıkla birer metafora dönüşüyor. Öyküler de dikkatimi çeken bir diğer husus, anlatıcının bilge bir bakışa sahip olması, öykünün akışı dışında sanki daha başka şeyleri bizlere gösterme çabası. Göstermeye odaklı bir bakış bu. Niyeti ispat değil. Söyleyip çekilen bir anlayış. Bunu yaparken de, öykünün temel prensiplerini çok önemsemeden, anlatıya odaklanarak ilerlemesi.

Demirci’nin öykülerini okurken iki mesele kafamda döndü durdu:

  • 1- Hâkim olan yazı dilinin dışına çıkarak kendi kulvarını bulmak. Yıllardır anlatılan her şeyi kendince anlatabilmek uğraşı.
  • 2- Türler arası ayrımların, tür özelliklerinin silikleştiği, kendi anlatısını önemseyen bir çağın çocukları olmamız.

Niçin bunları yazdım? Demirci, “kendince yazmayı” kafaya koymuş. “Kendince söylemeyi” dert edinmiş. Olumlu anlamda kullanıyorum kendince kelimesini. Kendi yazı evrenini oluşturma derdinde. Ve bunu yaparken “kendi öyküsünü” yazmayı düşlemiş. Burada, bir özgünlük olduğu yadsınamaz. Şiirsel ritmi önceleyen bir dil anlayışı. Ama bu özgünlüğün bireysel olarak kalması, anlatı sesinin yükselmeyip, kişisel değerlerin öykülerde okur için bir değere dönüşememesi, içine düşülecek bir çukur olamaz mı yazar için?

Demirci’nin öykülerini okurken bazı metinlerin “öykü” olup olmadığını düşündüm. Denemeye çok yakın, insanı sorgulamaya götüren, ritmi önemseyerek akan metinlerdi bunlar. Anlatılan şeye odaklı ilerleyen metinlerde, vurucu, keskin finalleri de göz ardı etmiş yazar. Gizin sırrını sunmayı değil, gizin farkına varmayı istemiş. Kendince gizi yorumlamasını beklemiş okurdan. Çoğu yerde bu durumlar beni metinleri birkaç kez okumaya götürdü. Ve şu kanıya ulaştım, yazar metni açmıyor, gösteriyor. Onun dünyasına inanmamızı bekliyor. Bu inanış sağlanırsa, öykü kitabı okunabilir bir hal alıyor ve yorumlamalar yapabiliyor. Öbür türlü kitabın sonuna gelse bile yazarı, metni anlama uğraşı sürüyor. Bir çok öyküde soyutluk, şiirsellik en bariz unsur. “Ağlamak Özlenir”, “Üç Kök Pırasa”, “Ayna”, “Elimdeki Bıçak” gibi.

Öyküleri okurken “zaman geçişlerine” ayrıca değinmek gerektiğini not aldım. Şöyle ki, öyküler de zaman meselesi bildiğimiz gibi değil. Gerçi zamanın bildiğimiz gibi olması üzerinden alt edilebilirim şu an. Kastım, zaman geçişlerinin kullanılma üslubu alışık olmayan bir tavırla ilerliyor. Ekilen pırasanın bir an önce büyüyüp pırasa üzerinden başka bir şeye geçileceğini hissediyoruz ya da kitaba adını da veren öyküde olduğu gibi her kısımda yaşı değişen bir kahramanı görüyoruz.

Özellikle anlatıdaki bilgece duruşu düşündükçe yazarın tasavvuftan etkilenmesini, bir niyetle bunları yazdığını düşünmedim değil.

Demirci’nin öykülerinde “çocuk- doğa” simgeleri, metnin ağırlık merkezini oluşturan unsurlar olarak öne çıkıyor. Farelerin çocuklarının kulağını yemesinden tedirgin bir anneyi anlattığı “Rüya Yiyen Fareler” öyküsünde (anlaşılır, açık bir öykü, bunu belirtmeliyim), çocukken duyduğu bir söz yüzünden farelere karşı evlatlarını koruyan, nöbet tutan bir anneyi anlatan yazar, Nefes öyküsünde “kaplumbağa-çocuk-nefes” üzerinden ilerliyor. Bu öyküleri okurken “biyomimikri” denilen bir bilim dalını anımsadım (ne ilgisi var ya demeyin, kısaca bahsedeyim). Doğadan ilham alan bilim manasındaki biyomimikri, günümüzde birçok alanda kullanılıyor (hızlı trenlerde mesela). Geliştirilen teknolojiye, doğadan ilham alan bir bakışla yenilik katmayı anlatan bir kavram bu. Bünyamin’in öykülerinde de doğadan ilham alan bir bakış var. Bu bakış, kadim bir anlayış olarak her disiplinde var elbette. Demirci’yi ilginç kılan, bilinene, görünene kendi anlamını, bakışını yerleştirme çabası.

Kitabın içinde yer alan bazı öyküler de yazar parçalı bir anlatımı yeğliyor: “Kelebeğe Tapan Adam”, “La Pascualita’nın Elleri”, “Gardiyan” öyküleri bu tarzda ilerleyen öyküler.

Öykülerde yer alan aforizmalara da değinmek gerek. Bilge anlatıcı dememin bir sebebi de bu etkileyici, altını çizdiren cümleler. “İnsan neyin haberini aldı da koşuyor”, “İnsan beklerken en çok kendine bakıyor” gibi…

Erdal Öz’ün “Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen” ismiyle kitaplaşan enfes mektuplarından ilgimi çeken bir bölüm ile bitirmek istiyorum. Sanatçının yazma, oluşturma, eser üretme sevinciyle, sancısıyla ilgili durumları anlattığı bir bahisten sonra Erdal Öz şöyle bitiriyor mektubu:

“Bu sancı sende de var. Ama seni yarınlarda alkışlayacağım. Alkışlarsam şimdiden inanma. Ama içtenliğime inan benim. Sevgilerimle dost!”

HALE SERT:

Bu yazı daha en başından Bünyamin Demirci’nin Kelebeğe Tapan Adam adlı öykü kitabının kalıp kırıcı dilinin yanında klişe kalmakla malûl. Bünyamin Demirci’nin kısa öykülerini çözebilmek için müthiş bir kazı yapmak gerekiyor, ne ki yoldaki işaretler ve levhalar pek az. Yirmi dokuz kısa hikayenin özüne vukufiyet -ne kadar mümkün bilemiyorum- temel tasavvufi metinleri hazmetmişliği gerektiriyor. Sonraki baskılarda öykülerin altına kısa şerhler düşülse yeridir.

İlk öykü “Rüya Yiyen Fareler” bütün öykülerin düzleminin bir rüya mekânı ve zamanı olacağını hissettirir. Demirci’nin anlatısının çocuk’la, çocuk zihniyle ciddi bir bağı olduğunu da. Çocuk imgesi, masumiyetten ziyade henüz erginleşmemiş insanı anlatmak için zuhur eder. Arayışın, çıraklığın, hayal gücünün, büyüklerin gözünden bambaşka bir gözün, kimi zaman da kurnazlığın, zalimliğin imgesi. Ama bu hikâyelerde hiçbir bakış açısı ya da söylem genelleştirilmeye açık değil.

Öyküler, elinde kalem yerine “bıçak” ya da “kılıç” tutan bir dilden dökülüyor. En başta “dil”i yaralıyor bu kesici aletler, sonra bedeni lime lime doğruyor, kalbe batıyor, bedeni ikiye bölüyor. Kesilmiş ve parçalanmış beden maddi alemle bir türlü uyum sağlayamayan ruhu anlatıyor sanki. Yazar, anlatmak istediklerinin bedenle bir ilgisini olmadığını göstermek ister gibi, işi zihinle ve ruhla. Bu yüzden bedeni silmek gerekiyor.

Öykülerin en önemli meselesi sık sık köpek imgesiyle karşımıza çıkan nefis’le ilgili diyebiliriz. Öldürülemeyen ama kafese konulabilen bir köpektir nefis. Nefsi öldüremeyeceğimiz ancak onunla savaşabileceğimiz söylenir. Hikayelerin aşırı kapalı ve kendini okura sımsıkı kapattığı yerler vardır. Tam da bu kapalılığa örnek olarak söz konusu savaşı, ilk olarak çocukların başlattığının söylenmesini anabiliriz.

Ruh, öz bir tek tabiatta sükûnet bulur. Bütün devinimler oradadır, rüzgar eser, su, hava, ateş sürekli birbiriyle yer değiştirir. Toprağa dönüşen insan bu takas silsilesinin bir parçasıdır. Kendini eğitemeyen nefis/ateş ancak toprakta söner. Topraktan bir kaba evrildiğinde ancak, ateşi içinde tutabilir.

Eşyaya ve insana nasıl bakarsak öyle şekilleneceği de temel temalardan. “Bir Sihirbazsa Eğer” ve “Takas” öyküleri bu bağlamda okunabilir. Şöyle deniyor, aslında bütün sır, ateşi ateş olmadığına inandırabilmekte ve ateşin elini yakmayacağına inanmakta. Bu bağlamda insanın zamana, olayların akışına teslimiyeti de alt metinde izi sürebilecek bir tema. “Çöldeki Kaplumbağa”da kaderinin akışına müdahale etmeyen, edemeyen savunmasız kaplumbağa korunuyor, ezilmiyor. Onu yiyebilecek yılan, , kumların rüzgârın savurmasıyla sürekli yerini değiştirmesi sayesinde kaplumbağaya erişemiyor, yılanın avı ise kaplumbağa yumurtasını çöle bırakarak emanete ihanet eden, kanatlarından edilmiş kartal oluyor.

Başta da söylediğim gibi hikayeler ilk ve tek okunuşta algılanıp bir kenara bırakılacak türden değil. Bu bağlamda Bünyamin Demirci’nin öykülerini Roland Barthes’ın okunabilir-yazılabilir metin şeklinde yaptığı ayrımdan yola çıkarak yazılabilir metinler bağlamında değerlendirebiliriz. Bu öyküler edilgen bir okuru değil, metni yeniden üretebilecek, çoğul okumalar yapabilecek etkin bir okuru çağırır. Öykülerin yazılabilir metinler olmasını kısaca örneklemem gerekirse. “Gölgeni de Gömerler” hikayesinde “insan öldüğünde gölgesini de gömerler” deniliyor. Bu öykü Jung’un gölge arketipi ekseninde yeniden okunabilir ve öykünün sakladığı çoğul anlamlar ortaya çıkarılabilir.

Öykülerin yazılabilir olması, sadece kapalılıklarından ötürü değil şiir diline çok yakın hatta çoğu zaman şiir diliyle yazılmış olmalarından da kaynaklanır. “Kıyısıdır elleri insanın”. “Kaptan nereye kırarsa kırsın dümeni, gemi yolcunun gittiği yere gider”. “Zaman zehirli bir kelebektir”. “İnsanın ağlarken yaşı olmaz” gibi aforizmaya yakın pek çok cümle her bir okur tarafından yorumlanabilir ve zihinlerde yeniden yazılabilir.