Kem-Âlât

Hem kendi haline acımış hem de ümmetin haline. Yahu demiş. Şimdi yaşı geçmiş, gözünde fer dizinde derman kalmamış adamların imam olması da Allah'ın gücüne gitmez mi?
Hem kendi haline acımış hem de ümmetin haline. Yahu demiş. Şimdi yaşı geçmiş, gözünde fer dizinde derman kalmamış adamların imam olması da Allah'ın gücüne gitmez mi?

Ey Talip! Bu kıssanın özü nedir, mahiyeti nedir, aslı nedir, ederi nedir, söyle de bilelim. Anladım şeyhimiz, anladım dedim. Bu Muttalip sizsiniz. Yüzünde hayal kırıklığı okundu, çünkü öyle gerekiyordu. Evet, şaşkın. Evet, gafil. Elbette. Ama sence ben soytarı mıyım, masalcı mıyım, meddah mıyım ben sana sonu şaşırtmaçlı hikâye anlatayım? Bir hikâyenin mânâsı sonuysa ben bu kadar lafı neden ettim?

Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.

مُْهَل رِفْغَيَف نوُبِنْذُي اقْلَخ قَلَخَو مُكِب ىلاعَت هّللا بَهَذَل نوُبِنْذُت مُكَّنأ وَل

Müslim, Tevbe, 9

  • Özge'ye ve Burak'a,

Şeyhim havada duran divanında oturuyordu. Divan hafifçe süzüldü, yamacıma geldi. Hoş geldin Yahya, dedi şeyhim. Bugün de derslenmeye mi geldin? Kafamı eğdim, elimi kalbime koydum. Allah dilerse, dedim. Muradıma ererim. Bugünkü dersimiz bir kıssa. Öyle uydurma değil. Gerçek bir hikâye. Kulaklarını dört açıp dinle. En sonunda soracağım ne manaya gelir, ne öğreniriz bundan.

***

Biz şimdi iyiyiz. Ben de iyiyim. Sen de iyisin. Daha da iyi ol. Bizden öncekilerde daha neler neler vardı, okumamış okumuşlar, erememiş ermişler. Dini savunan dinsizler, kanunu savunan kanunsuzlar cirit atardı. Yığın yığın insan bir araya gelirdi, eğri büğrü sözler söylerlerdi. Oturup da hepsini alt alta yazarsan içinde hikmet olan tek cümle geçmezdi. İşte böyle zamanın birinde, bir imam yaşardı. İmamın adı Muttalip'ti. Yolu doğru, sözü doğru, zihni doğru bir adamdı. Küçük bir caminin imamıydı. Namazları güzelce kıldırır, gerisini de ilimle ve tefekkürle geçirirdi. Muttalip'in cami cemaatiyle ters düştüğü bir konu vardı. Cami cemaati nedense camide bir ses sistemi olsun istiyorlardı. Halbuki kendi kullandıkları da yoktu. Cemaatimizden zaten her hafta para topluyoruz. Artanın birazıyla iki mikrofon, üç de hoparlör alalım, derlerdi. Sünnete mugayirdir, diye yanıtlardı Muttalip. Geçiştirirdi.

İhtiyarlar, nasıl mugayir olsun, o zaman mikrofon mu vardı, mikrofon olsa efendimiz kullanmaz mıydı, müezzinlerin piri Bilal-i Habeşinin sesi Arabistan'ın dört yanında duyulsun istemezler miydi diye sorunca Muttalip tövbe estağfirullah deyip susardı ama pabuç bırakmazdı onlara. Gel zaman git zaman, Muttalip yaşlandı. Kapıdan girenlerin yüzleri hiç değişmedi. Yeni gelen hiç olmadı. Cemaati de yaşlandı. Bir kısmı öldü, bir kısmı sakat kaldı. Kimisi topal oldu, kimisi sağır. Muttalip'in de sesi eskisi gibi gür çıkmaz oldu. Bir keresinde secdeden "Allaaahü Ekber" deyip kalktı da cemaat onu duymadı, öyle secdede kalakaldılar. O zaman Muttalip tövbe estağfirullahını geri aldı. Kendisi adı güzel kendi güzel peygamberden çok yaşamıştı, Rasullullah'ın Veda Hutbesi'nde sesini herkese duyurabilecek kadar dinç olduğunu her kaynaktan okumuştu. Ama kendisi artık o kadar dinç değildi. "Ne yapıyorsam senin için yapıyorum Rabbim." deyip toplanan paralardan camiye bir ses sistemi kurdurdu.

Cemaattekiler bilmem kaç yıl sonra haklı çıkmanın gururuyla gerindiler. Muttalip yakasına mikrofonu takıp fısıldar gibi okumaya başladı duaları, ayetleri. Artık eskisi gibi bağırması, boğazını yorması gerekmiyordu. Bu ona tatlı geldi, işine dört elle sarıldı. Sarıldı sarılmasına ama yaşlılık da onu bir türlü bırakmadı. Bir süre sonra bacakları tutmaz oldu, cemaatin hemen hemen hepsi sandalyede otursa da kendisine bunu yakıştıramadı. Gitti emeklilik dilekçesini verdi. Reddettiler. Muttalip şaştı kaldı. Benim yaşım geçti, ömrüm bitiyor, ne menem iştir deyip dilekçesini tekrar verdi. Yine kabul olmadı muradı. Sonra sordu soruşturdu öğrendi ki kaç yıldır yeni yetmeler, kendi camisine uğramadıkları gibi başka camilere de uğramaz olmuşlar. Böyle olunca da imam olmaya heves eden de kalmamış. O zamanki padişah vezirlerine emir vermiş, ne yapıp ne edip bu imamlara görevi bıraktırtmayın demiş, çünkü eğer camiler imamsız kalırsa Allah'ın gücüne gidermiş. Muttalip duyduğundan hiç memnun kalmadı.

Hem kendi haline acımış hem de ümmetin haline. Yahu demiş. Şimdi yaşı geçmiş, gözünde fer dizinde derman kalmamış adamların imam olması da Allah'ın gücüne gitmez mi? Ben şimdi yere otursam öyle imamlık etsem daha fenası sandalyeye tünesem Allah bana sormaz mı? Kolayı var, dediler İlahiyat Nezareti'nden. Bizimle gel, sana yeni bacaklar verelim. Tövbe estağfirullah, dedi İmam ama teklif edilenin ne olduğunu anlayınca tövbe estağfirullahını geri çekti. Yine. Beyaz önlüklü tabiplerle, mavi önlüklü hekimlerle, yeşil başlıklı cerrahlarla münasebeti oldu. Sonrasında mescidine hoplaya zıplaya geri döndü. Bu yeni ayakların bir güzel yanı da artık karda kışta mest giymesine gerek olmamasıydı. Eğilmeden abdest de alabiliyordu artık. Rahatı yerindeydi yani. Mescidine koşar adımlarla gidiyor, ihtiyarların arasından geçiyor. Müezzin ses sisteminden kamet getiriyordu, o da yakasındaki mikrofonu açıyor, fısıldıyordu ayetleri, yer gök inliyordu fısıldamasından. Lakin bir şeylerin tadı kaçtı tabi. Yani secdeye yatan kendisi değil gibi geldi.

Herkesin göğsünü titretenin kendi sesi olmadığını elbette bildi. Kendisi fısıldıyordu, bağıran kendisi değildi. Dizleri bükülen kendisi değildi. Abdestinden bile eski tadını alamıyordu, bir yere oturmadan, paçalarını sıyırmadan abdest mi olurdu? Kuru kuruya bir su çarpıyor gibiydi yüzüne. Elbette ötesi farz değildi ona ama sanki ne yapsa kabul olmuyor gibi geliyordu. Kalbi sıkıştı. Başı döndü. Ara sıra böyle oluyordu artık. Yaşı gelmişti. Ölümü bir kenardan gözüküyordu. Adresine henüz teslim edilmemiş paketi artık dağıtımda gözüküyordu. Cemaatin hepsi de kendisinden yaşlıydı. Yani Allah muhafaza... Ölüp gitse... Yok yok. Daha fenası. Ölmesine de gerek yoktu. Sadece uzun uzadıya şöyle bir beklese bir gün camisi bütün bütün boşalacak, o da ömrünü harcadığı ne varsa hepsinin -tabii sadece bu dünyada- boşa gideceğini görecekti. Kalbi sıkıştı. Başı döndü. İlahiyat Nezareti'ni aradı. "Beni emekli edin." dedi. "Ben emekli olmayı hak ettim. Memurluğumu da yerine getirdim. Kulluğumu da. Bırakın beni artık." dedi.

Telefondaki artık her ne dediyse kalbi iyice sıkıştı. Düştü kaldı. Birileri gördü. Kurtardılar. Ama güç bela. Derme çatma. Yaradanın verdiği orijinal bedene orasından burasından yamalar atarak. Meselâ dikişler, platinler, kemiklerin üzerinde vidalar. Bir de kalp pili. Ama emekli olmasına izin vermediler. Doktor ona uyku hapları yazdı, bir de demans için ilaçlar verdi. Muttalip istemedi ama isyan etmeye de çok gücü yoktu. "Beni malulen emekli edin." dedi. Ama çıkmadı sesi. Duymadılar. Zamanla cemaatinin sayısı azaldı. Camiye gelmek ona zor gelmeye başladı. Cemaati yaşlanıp hastalandıkça, ayakta durabilenler bir iki kişi kalınca Muttalip kendisini çoktan mezara girmiş gibi hissetti. Bir gün arkasında ilk safta ayakta duran adamlardan birinden her secdeye inip kalkışında böyle çark sesi gibi bir ses geldiğini duydu. Namazdan sonra adamın belinden aşağısının epeydir felç olduğunu ama tabiplerin ve mühendislerin inayetiyle namazlarını eksiksiz kılabildiğini öğrendi.

Ses nereden geliyor yani, dedi ona. Adam ayak bileklerini gösterdi. Sonra dizlerini gösterdi. Daha da gösterecekti ama Muttalip başını çevirdi. Devamını öğrenmek istemedi. Gel zaman git zaman daha bile yaşlandı Muttalip. Mikrofonları götürdüler. Muttalip'in ses tellerini daha bile iyisiyle değiştirdiler. Doğrudan hoparlörlere bağlı. O da içinde borular ve cızırdayan teller olan başka bir cihaza bağlı. Cuma hutbesini verirken olur da unutursa ses telleri onun gereken ayeti okumasını beklemiyordu da söyleyiveriyordu meselâ diyeceğini. Kolları tutmuyor diye iki adet kol sipariş ettiler. Göğüs kafesini bilmem hangi diyarlarda dövülmüş alaşımlarla değiştirdiler. Muttalip'in ayakları her gün geçtiği yerlerden geçe geçe yolları da öğrendi. Bazen ona sormaz oldu. Camiye gideyim diye düşünmeyegörsün, gözünü açıp kapamaya ön safa varıyordu. İsterse de gidiyordu, yani onu ayakları götürüyordu, istemese de. Acıklı olan da şuydu ki... Bazen istemediği de oluyordu. Artık. Zamanla bütün bu hengâmenin ortasında.

Hatırladığı kadarıyla. Kendisini duyabiliyorsa eğer. Çünkü artık kendi sesini duyamıyordu. Gereğince konuşabiliyordu, gerisi israf olurdu diye kapatılıyordu sesi. Ne zaman ki aklı, fikri ipleri eline yeniden alabilirse. Yani vücudunun iplerini değil, onları elinden kaçıralı çok olmuştu. Durup da düşünebilirse yani. Diyordu ki. Ben Allah'a hâlâ inanıyor muyum? Eskiden olsa gülüp geçeceği, daha ömrü ibadetle biçimlenmemiş yeniyetmelerin vesveseleri deyip geçiştireceği bir soru şimdi ayan beyan zonkluyor, gözlerini alıyordu. Yaşarıyordu gözleri. Kaç sefer kendisini değil niyetini, abdestini bile hatırlamadığı namazların selamını verirken yakalıyordu. Kaç kere fark etmediği bir kusuru yüzünden kafasını kendi saiği olmadan sehiv selamı için dönmüşken buluyordu. Artık onun vücudu değildi bu, öyle olunca da kendisini ibadetle biçimlenmiş sayamazdı.

Elinde imanına dair tek bir kanıt, bunun sorusunun bile kendisini ne derece ürküttüğü oluyordu ama bu kanıt bile kendisini öfkelendirir olmuştu artık. Allah kendisinin canını alsa daha iyi değil miydi artık? Devlet, değildi dedi ve onun yavaş yavaş kusursuzlaşan bedeninde son rötuşları yaptı. Artık gözleri yaşarmıyor, camiden içeri girerken yumrukları sıkılmıyordu. Yavaş yavaş bütün pürüzler giderildi ve hastalığın, yaşlılığın, şüphenin ve vesvesenin yani insan olmanın içine hiç giremediği bir imam ürettiler. Muttalip de içeride hapis kaldı.

***

Ey Talip! Bu kıssanın özü nedir, mahiyeti nedir, aslı nedir, ederi nedir, söyle de bilelim. Anladım şeyhimiz, anladım dedim. Bu Muttalip sizsiniz. Yüzünde hayal kırıklığı okundu, çünkü öyle gerekiyordu. Evet, şaşkın. Evet, gafil. Elbette. Ama sence ben soytarı mıyım, masalcı mıyım, meddah mıyım ben sana sonu şaşırtmaçlı hikâye anlatayım? Bir hikâyenin mânâsı sonuysa ben bu kadar lafı neden ettim? Şaşkın şaşkın baktım yüzüne. Utandım da. Ne büyük kusurlarla yaratılmışız ki gösteren parmaktan başkasını göremiyoruz. "İbadette niyet önemsizdir." diyenler nasıl da yanılır. Bir robot gibi, bir sayborg gibi, havada süzülen divanında oturan benim gibi niyetin ne olduğunu bilmeden yapılan ibadete ibadet mi denir? İnsanın şüphesinde, kıyısında köşesinde, günahında, cahilliğinde yüzüp yüzüp sağ kalan, inci gibi toplaşıp yakamoz gibi ruhunda yansıyan imanın paresi, çatırdayan dizlerle açıklamaya gelir mi? Allah bizi helak etmediyse bu benim titremeyen ellerim, paslanmayan dizlerim, teklemeyen işlemcim sayesinde değil de senin şaşkınlığına, yanlışlığına, gafilliğine rağmen daha iyi olmak için kalbindeki samimi ısrar sayesinde etmedi. Böyle söyledi şeyhim, çünkü böyle söyleyince bitecekti öykü.