Kırk bir

Post Öykü ilk sayı
Post Öykü ilk sayı

Postumuzu serdik... İlk sayı böyle demiştik. Postunu sermek, bir yerde umulandan fazla süre kalmak anlamına geliyor. Fazla kaldık. Yani kelimenin tam manasıyla, postumuzu serdik. Öyleyse dergiye yazılarıyla, öyküleriyle, fikirleriyle katkıda bulunan "bizim dergimiz" diyen her bir yazara ve yine okura (1601) bir kere daha teşekkürler! Ne sürpriz ama...

"Postumuzu Serdik..."

İlk sayımızı bu başlıklı bir sunuşla çıkarmıştık. O günden bugüne (Google'dan baktım şimdi) tam yedi yıl geçmiş. Geçen süre zarfında Post Öykü tek bir sayı bile aksamadı. Hep tam zamanında (birkaç günlük gecikmeleri saymıyoruz) okuruna ulaştı. O günden bugüne okurumuz, en kıymetlimiz sizler de bizi hiç yarı yolda bırakmadınız. Bırakın bir tür dergisini, edebiyat dergilerinin bile çok zor ulaştığı tirajlara ulaştık.

Nedenini çok düşündüm, amiyane tabirle soracak olursak; "Post Öykü neden tuttu?"

İnsanlar neden bir öykü dergisini bunca içten kucaklar, sahiplenir, takip eder, sever? Soruya, kendimce verdiğim ilgili ilgisiz bir sürü cevap var ama edebiyat tarihçilerine iş kalsın diye resmi cevabım şudur: Bilmiyorum! Hoş, ulaştığımı sandığım cevaplar da tatmin edici, kesin şeyler değil. Aman zaten, sevmek ve teşekkür etmek için cevaplara ihtiyacımız olduğunu kim söylemiş! Teşekkür ederiz efendim, her sayı için kırk kere kırk sayı için 1600 kere (Google'dan baktım) teşekkürler!

Postumuzu serdik...

İlk sayı böyle demiştik. Postunu sermek, bir yerde umulandan fazla süre kalmak anlamına geliyor. Kimilerine göre bizim fıtratımızdaki yazarların (havai, "aklı bir karış havada", "goygoycu", "fazla neşeli", "züppe") böyle bir dergiyi tek sayı çıkarabilmesi bile mucizeydi. (Eh biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz tabi. Tırnak içindeki tanımlamalardan iğneleyici imaları çıkarabilmek mümkün olsa onları kabul bile edebiliriz.) Bu yüzden ilk sayımız önce kendimize yaptığımız bir sürprizdi. Tam da bu yüzden, kapağında simurg resmi olan, an itibarıyla sadece sahaflarda bulunabilen o ilk sayı çıkarken ne olur ne olmaz, üzülmeyelim diye kendimize söylediğimiz şey şuydu: "Biz fazla kalmayacağız." Umulan olmadı dostlar. Fazla kaldık. Yani kelimenin tam manasıyla, postumuzu serdik. Öyleyse dergiye yazılarıyla, öyküleriyle, fikirleriyle katkıda bulunan "bizim dergimiz" diyen her bir yazara ve yine okura (1601) bir kere daha teşekkürler! Ne sürpriz ama...

Post Öykü hepimiz için bir sürprizdi, "Öykü dergisini kim neylesin?" diyenlere, "Edebiyat dünyasını çelikten ağlarla ören ilişkiler yumağına inat, sadece iyi öykünün peşinde olacağız." derken bize bıyık altından gülenlere, sağda ve solda "dava" tezgahları kurmuş, ideolojik bagajlarının altında ezilmiş karikatür tiplere, sadece arka cebinde değil her cebinde ayrı bir ajanda, suizan, kötü niyet, kem göz taşıyan iflah olmaz kötümserlere, asık surat kumpanyasının her bir ferdine, poz kesmeyi marifet sanan edebiyat kumkumalarına neşeyle, coşkuyla, göz nuruyla -vallahi de billahi de- aşkla hazırlanmış, dünyanın en güzel sürpriziydi.

Postumuzu serdik, demiş miydik? Bunu gerçekten beklemiyorduk.

Son teşekkür, bu dergiye gönül veren, inanan, mutfağa giren, elini cesaretle kirletenlere gelsin: Cemal Şakar, Arda Arel, Ertuğrul Emin Akgün, Burcu Bayer, İrem Ertuğrul, Elif Merve Akgün, Remzi Şimşek, Ömer Faruk Demirel, Sedat Demir, Murat k. Murat, Mahmut Sami Yıldız, Betül Sezgin, Yelda Sözdemir, Gülşen Funda, Mustafa Aplay, Onurhan Ersoy.

Bunca güzel şey, onlar sayesinde oldu.

Post Öykü olmasa, hiç çıkmasa ne olurdu? Biliyoruz hiçbir şey olmazdı. Onu mütemadiyen kurtaranlarla birlikte dünya yine dönerdi. Edebiyat ortamı; okuruyla yazarıyla muazzam; alengirli, ilginç, romantik, hayalci, pimpirikli, aşırı ciddi, aşırı rahat, paranoyak, şizofren, hadsiz, hevesli, bıkkın, karamsar, melankolik, gamsız, ukala, naif, sevimli, burnu havada, dalgın, uyanık, şirret ve daima -buna gerçekten inanıyorum- güzel insanlarla dolu bu tuhaf noosfer yine var olurdu elbette. Ama biz ya da ben? John Fowles, Zaman Tüneli'nde başka işler yapmaktan yazmak uğruna neden vazgeçtiğini anlatırken şöyle diyor: "Kendimi, çalışmaktan yazar olmak için vazgeçen biri gibi görmüyorum. Ben çalışmaktan nihayetinde var olmak için vazgeçiyorum."

Çoğu zaman, bir rahatlık nişanesi olarak, hadi açık söyleyelim, artistlik olsun diye "Post Öykü, edebiyat, öykü olmasa da gül gibi yaşarım; ailemle daha çok vakit geçirir, daha çok okurum." gibi şeyler söylüyorum. Ama kabul etmeliyim ki Fowles, düşündürücü derecede haklı. Her vazgeçiş, her hamle; dergicilik ve yazmakla ilgili her adım benim için "nihayetinde var olmak"la ilgili. Bunu reddetmek, görmezden gelmek eskisi kadar havalı gelmiyor artık. Daha fazla duygusallaşmadan bitirelim. İnanması hepimiz için güç biliyorum ama galiba postumuzu serdik. Yürüyoruz. Allah, yürüyüşümüzü bereketli kılsın. Teşekkür etmekten yoruldum, Allah her yeni sayıyı heyecanla kurcalayan bizleri ve sizleri eksik etmesin. Var olun, nihayetinde.

Aa unutmadan... Başlıkta kırk bir yazıyor değil mi? "Öyleyse bu adam neden kırk deyip duruyor?" diyerek kapaktaki sayı numarasını kontrol eden dikkatli okur, yoruldum dedim ama bir teşekkür daha sana! Şunu diyebilmem için gerekli ortamı sağladın: Kırk bir, evet 41! Çünkü bir dergici siz onu okurken daima sonraki sayıya çalışmaya başlamıştır bile. Postumuzu serdik madem, geliyoruz. (A.E.)