Kırkıncı Oda

Kutubiye Camii
Kutubiye Camii

Marakeş’in her yerinden görünen 77 metrelik dev kare minaresiyle yön bulmak isteyenlere pusula olan Kutubiye Camii, meydanın başında Jemaa el-Fnaa’nın muhafızı gibi bekliyor. Müezzinlerin ezan okumak için atla çıktıkları 77 metrelik uzun bir yol.

Marakeş’in Masalcısı

Şehrin sahnesi açılıyor. Uzak diyarlardan gelen gizemli adamların postlarını serdikleri bir sahne. Geçmişin içinden geçen, geleceğe doğru bir sahne. Sonsuzluk Meydanı dedikleri de vāki buraya. Sonsuzluk, bütün imkân ve anlamlarıyla Marakeş’in öteki adı sanki. 1062 yılından beri aynı yerde bekliyor bu sahne. Marakeş’in kalbinde. Evet, sadece durmuyor, her hâliyle bekliyor. Onu merak edenleri, bir masala ait olmaya niyetlenenleri, geçmişin sokaklarında yürümek isteyenleri ve bugüne kadar kimsenin göremediği gökyüzündeki o uçan halıyı görmeye azmedenleri... Bekliyor. Jemaa el-Fnaa. Çalgıcılar, kınacılar, cambazlar, yılan oynatıcıları, maymun terbiyecileri, masalcılar, şifacılar, ateşbazlar, faytoncular, akrobatlar, falcılar, dövmeciler, hokkabazlar, dansçılar ve bitimsiz hikâye anlatıcılarıyla bin yıldan beri her gece aynı yerde, dünyaya perdelerini açan bir masal sahnesi.

Marakeş’in her yerinden görünen 77 metrelik dev kare minaresiyle yön bulmak isteyenlere pusula olan Kutubiye Camii, meydanın başında Jemaa el-Fnaa’nın muhafızı gibi bekliyor. Müezzinlerin ezan okumak için atla çıktıkları 77 metrelik uzun bir yol. Minarenin içinden kalplere ulaşan bereketli bir yamaç. Belki de bir atın üzerinde okunan o sabah ezanıyla gümbür gümbür aydınlanan Marakeş sokakları. Jemaa el-Fnaa, aslında bir ölüm avlusu, Şehrazat’ın torunlarına olduğu kadar, idam sahnelerine, merhametsiz infazlara ve son nefeslere de tanıklık eden bir kızıl meydan. Jemaa el-Fnaa’nın etrafı “son bakış”larla örülmüştür, derler. Son bakış ve meydan kalır. Ölen ölür. Hayat baki. Ölüm ve hayat. Yas ve neşe. Yolcu ve menzil. İnsanlar tarih boyunca bazen ölüm avlusuna, bazen sultan uykusuna, bazen de hayat çeşmesine şahit olmuşlar bu sahnede. Bin yıldır aynı yerde, her gece perdelerini açmış yine de Jemaa el-Fnaa. Marakeş’in tam ortasında; insandan, hayretten, masaldan ve endişeden yapılmış bir anlam.

Jemaa el-Fnaa’da, yani bu bitimsiz sonsuzluk meydanında, alnımı göğe yaslamış bir hâlde, kendime doğru yürüyordum. Adımlarım beni, mahşeri bir kalabalığı etrafına toplamış beyaz sakallı yorgun bir masalcının, o curcunanın içinde kıskanılacak bir dikkatle, çıt çıkmadan kulak verilen şu sözlerine yaklaştırıyordu; “İşte o günden sonra insanoğlu, ne yaptıysa da bir daha iflah olmadı...”

O gün ne olmuştu?

Hatırlayanınız var mı?

Geleceğin Kökenleri

Geçmiş ve gelecek. Nefes aldıkça taarruz devam eder. İnsan hep iki arada bir derede kalır yaşadıkça. Olan-biten budur. Hayatın adresi de net bir şekilde böyle tarif edilebilir aslında. Şimdi, kıymetli mi peki? Tercih edilecekse, evet. İnsan “şimdi”den ibaret olmayı isteyecek kadar cesur değildir ve bu hâliyle zamanın içinde aynı soruya muhatap olarak dolaşır durur; geçmiş ile gelecek arasına sıkıştırılmamış bir şimdi mümkün mü? Hayır, şimdi cevap vermeyin buna. Eğer bir kahinle falan konuşmuyorsanız, gelecek hakkında konuşmak çok sıkıcıdır, çünkü teknik olarak elimizde yok, ama geçmiş fena hâlde akıl çelici. Nabokov’un “mecaz”ı gelsin o halde buraya; Belki, somut ve bireysel bir biçimde, normal bir beynin sezebileceği bir şey olarak gelecek var olsaydı, geçmiş böylesine akıl çelici olmazdı; geçmişin istekleri geleceğin istekleriyle dengelenirdi. O zaman insanlar, şu ya da bu nesneyi tartıp dökerlerken tahterevallinin orta kısmında bacaklarını açıp dengede durabilirlerdi. Eğlenceli olabilirdi. Ama geleceğin böyle (betimlenen geçmişin ve algılanan bugünün sahip olduğu gibi) bir gerçekliği yoktur; gelecek, bir mecazdan, bir düşünce gölgesinden öte bir şey değildir.

Tüm Görkem Tanrı’ya Aittir

Soli Deo Gloria, arka arka dizilmiş üç kelime. Bach için uzun bir kısaltma. Tüm görkem Tanrı’ya aittir. Tanrı’ya, o mutlak ve sonsuz yüceliğe. Varmaya gücümüzün yetmediği, ulaşılabilecek yegâne makam. Herkes kendi yolunu arar çünkü yakarmak için. Herkes kendi yoluna düşer kavuşmak için. Varlık, bu gayeye hizmet eder. Varılacak yer de -bir nihai sonuç olarak- en başından bellidir zaten. Bir mesela olarak; notaların, ruhun ve aklın denetiminde hizaya gelmesi ya da kalbin şahitliğiyle icranın aşka dönüşmesi.

İlham, feyz ve “yaratıcı öz”ün eşlik ettiği beşerî faaliyetler, sanatçı açısından her seferinde hakikatin perdesinin biraz daha aralanmasına matuf keşiflerdir. İnsan bu keşiflerle demini alır. Sanatçının ikamet ettiği alanın, ilahi olanın dışında bir yerde aranmasının anlamsızlığı da bu fragmana dahil. Tanrı’dan görkemini çalmaya çalışmak, o görkemi iradi olarak talep etmek, insanın bilinciyle yaşıt bir mesele. Sanatçı bazen Tanrısal özü unutur ya da tüm benliğiyle yok sayma girişiminde bulunur. Ve bunu biriktirdiği tüm cesaretiyle kendi kulağına usulca fısıldar. Bir an için o görkemin ortağı olabileceğini dahi düşünür. Oysa ortaya çıkan ne olursa olsun; sefer (ilham) ve zafer (yapıt) mutlak anlamda Tanrı’ya aittir. Sanatçı aradan çekilmeyi bildiği müddetçe yeniden üretebilme imkanına erişecektir. Bu aşkın bir bilinçtir. Yolda olan insana yakışır ancak. Dünyada bulunmak hazzı değil bu. Kusursuzca yapılmış-icra edilmiş bir yapıt -ki mutlak kusursuzluk mümkün değildir- sanatçının değil Tanrı’nın şanıyla hatırlanır. Buradan bakıldığında Tanrı’dan görkemini çalmaya çalışmak, sanatçı ile yapıtı arasına örülmüş kalın bir duvar vazifesi görür. Bu duvar büyüdükçe sanatçı ördüğü belirsizliğin içinde -bunu fark etmese dahi- bütünüyle nefessiz kalacaktır. Bu nefessizlik bedenin ölümüne yol açacak kadar mütevazı bir ağrı da değildir üstelik.

Tüm görkem Tanrı’ya aittir. Arka arka dizilmiş üç kelime; Soli Deo Gloria. Bach için uzun bir kısaltma. Yapıtlarına böyle (SDG) imza atmayı tercih edermiş Bach. Müziğinin, Tanrı’nın yüceliğini anlatmak için bir vesile ve bahşedilen ilhama karşı yapılmış bir dua olarak anlaşılmasını/kabul edilmesini isteyen bir müzik dehası. Protestan Reformu sırasında vurgulanan doktrinlerden biri olan Soli Deo Gloria (Tüm Görkem Tanrı’ya Aittir) ifadesinin Johann Sebastian Bach’ın namıyla (imzası) ezberlenmesi, sanatın nihai amacına yönelik üç asır öncesinden yapılmış bir hatırlatma olarak kayıtlara geçecektir. Bach’ın durduğu yerden “sanatçı”, ilahi olanın görkemi karşısında heyecan (hayret) duyup, bu yüceliğe aşkla mukabele etmenin güzelliğini fark etmiş/bilincine ermiş kimsedir o hâlde. Tempus fugit, aeternitas manet!