Kırkıncı Oda

Malum, düelloda ilk vuran kazanır. Meksika açmazında ise ölümler öngörülebilir değildir.

Meksika açmazı, olaya karışan hiçbir tarafın “kazançlı” çıkamayacağı, keskin ve “içinden çıkılmaz” durumun adı olarak anılır. B tipi aksiyon, Tarantino usulü ya da Spagetti Western. Nasıl tercih ederseniz edin, her seferinde aşçının mutlu olması muhtemel, çünkü yüksek gerilim taşıyan dramatik unsurların tamamı alıcının iştahına oynayacaktır.

Meksika Açmazı’nda Bir Çehov Tüfeği

“Bir otomobili patlarken izlemek park ederken izlemekten daha ilgi çekicidir.”

Quentin Tarantino

Hayat açmazların arasında büyür. Sözgelimi, açamadığın kapıların yükü derhal omuzlarına eklenecektir. Kâinata cevaben; insan sonsuz bir anahtardır. Öyleyse düzeltelim, hayat açmazların pençesinde uyur. Meksika açmazı,Mexican standoff. Klişelerin en fiyakalısı. Gerçek hayatta değilse bile, en azından sinemada böyle. Bu açmaz, mafya, kartel, çete gibi anahtar kelimeler kullanarak betimleyebileceğiniz birçok arka sokağı olan, yeterince gangsta bir atmosfere sahip Meksika’nın adıyla anılsa da, aslında bir soğuk savaş dönemi enstrümanı sayılır. Ve bizi iki ejderhanın aynı anda ağzını açtığı, 1962 yapımı Küba Füze Krizi isimli kâbus filmine götürür hemen. Bu açmazda iki ejderhaya eşlik eden üçüncüye “Dünyanın geri kalanı” adı verilebilir. Birçok istatistikte epeydir durum böyle zaten: Dünyanın geri kalanı.

Nükleer silahlarını birbirine doğrultmuş iki adamdan bahsetmek çok havalı görünüyor, oysa aynı sayı şimdilerde yediye çıktı, çok daha havalı, aynı zamanda caydırıcı ya da güvenli, karar sizin, e tabii açmaz da. O halde en meşhur Meksika açmazı sahnesine gidebiliriz. Bir mezarlığın ortasında üç adam; “İyi, Kötü ve Çirkin.” Dünyadaki rol dağılımına bir atıf mı var bu isimlendirmede? Belki. Sahne olanca yakıcılığıyla akarken, Clint Eastwood, Lee Van Cleef ve Eli Wallach, birbirlerini uzun uzun keserler. Göz odaklı kamera resmi açmazın portresini çizer bize. Ve Çehov’un tüfeği patlar.

Meksika açmazı, olaya karışan hiçbir tarafın “kazançlı” çıkamayacağı, keskin ve “içinden çıkılmaz” durumun adı olarak anılır. B tipi aksiyon, Tarantino usulü ya da Spagetti Western. Nasıl tercih ederseniz edin, her seferinde aşçının mutlu olması muhtemel, çünkü yüksek gerilim taşıyan dramatik unsurların tamamı alıcının iştahına oynayacaktır. Malum, düelloda ilk vuran kazanır. Meksika açmazında ise ölümler öngörülebilir değildir. Aynı anda hem tehdit edip, hem tehdit altında olunca, hayatta kalmak için havaya tek el ateş etmek anlamsızlaşacaktır. Silah varsa diplomasi konuşur. Meksika açmazında kalmak silahşoru mutlu etmez. Çünkü düello davetle gelir, Meksika açmazı sürprizdir. Hayatın kendisi de düello değil, Meksika açmazıdır çoğu zaman. Tetiğe basan sürprizi bozar.

Gutenberg Parantezi Kapanırken

“Şuursuz bir büyücü Gutenberg! Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutularla doldurmuş Gutenberg’in çocukları, Peygamberleri işportaya dökmüş; Tuğla kadar değeri kalmamış dehanın.”

Cemil Meriç

Johannes Gutenberg, Mainz şehrinde ilk hareketli baskı makinesini icad ettiğinde yıl 1447 idi. İlim Çin’deydi ve gidip (zihnen) almıştı Gutenberg, ticaret ve burjuvazi böyle istiyordu çünkü. Henüz İstanbul fethedilmemişse bile, herkes şunun fena halde farkındaydı; dünya, o bildiğimiz eski dünya olamazdı artık. Gutenberg’in bu makineyi kullanarak ilk bastığı kitap elbette bir İncil olacaktı. Öyleyse Yuhanna’ya göre İncil’in ilk cümlesi; “Başlangıçta söz vardı.”Gutenberg parantezi açılmıştı artık. Sözlü dil ve sözlü kültürün matbaa devrimiyle birlikte gelen büyük taarruzlar karşısında mevcut etkinlik alanlarından çekilmek zorunda kalarak bazı mevzilerini kaybettiğini söylemek mümkündü. Mümkün söylencelerin, tekil anlatıların ve ses evreninin yaygın kaynak karşısındaki durumu eskisi kadar güçlü değildi artık. Merkezi Bilgi’nin organizasyonu, matbaa marifetiyle kendisine yeni bir iktidar alanı oluşturmakta gecikmeyecekti. Yani, yazılı kültürün taşıyıcısı basılı kitap, hiyerarşik üstünlüğüyle parantezin en ayrıcalıklı yerinde duruyordu artık. Matbaa devrimiyle gelen ilk “çok okunan yazar” Martin Luther’in, olağan “protesto”suna bu kadar çok taraftar bulabilmesi de, parantezin gücünün sınırları hakkında ortalama bir fikir veriyordu aslında.

Danimarkalı akademisyen Thomas Pettitt, “Gutenberg Parantezi” kavramını, insanoğlunun matbaanın egemenliğiyle geçirdiği dönem olarak adlandırıyor. 500 yıllık uzun bir zaman aralığı. Matbaa, sözlü kültürün egemenliğini zayıflattı. İçinde bulunduğumuz dijital kültür çağının ise matbaanın yani basılı kitap, dergi ve gazetenin hâkimiyetini bitirdiğini söyleyebiliriz. Matbaada basılmış bir öykü dergisinde bu satırları okuyor olsanız da, kabul etmek gerekir ki; Gutenberg’in açtığı parantez kapanmak üzere, burası tamam. Önce televizyon, ardından internet ve öldürücü son darbe olarak sosyal-medya, bu parantezi tehdit eden “on-line insan”ı doğurdu çünkü. “On-line insan”ın doğuşu, sözgelimi Fransız İhtilali’nden daha önemsiz değildir. Bu yeni insan türü için matbaa, nostaljik hatta yabancı bir duygu. Malum, mecra değişirse macera da değişir. İnsanın yeryüzü macerası da işte bu mecra değişkenlerinden bağımsız okunamaz. Şurda anlaşalım; bilgiye erişim, gizemli, meşakkatli ve hatta ‘’kutsal’’ değil artık. İlk yazı (aslında emojiler alfabesi) milattan önce 3200’lü yıllarda Sümerliler tarafından bulunsa da, yazıya itibar, yaygınlık ya da iktidar kazandıran net bir biçimde matbaa devrimiydi. Matbaa mevcut rolünü -belki de- ikinci sözlü kültür dönemine devrederken “on-line insan”ın tam olarak nerde durduğunu ve bu duruşa ait anlam dünyasının etkilerini zaman gösterecek.

Peki yaşadığımız dijital çağ gerçekten bizi parantez öncesine götürmeye mi azmediyor? Bu soru, parantezin öncesi ve sonrası (sözlü kültür/dijital çağ) hakkında bir fikri olanların bu dönemlerin birbirlerine hangi saiklerle benzediği hakkındaki cevaplarıyla daha anlamlı bir hale gelecektir şüphesiz. İbrahim Müteferrika’nın, devletlü bürokrasiye yazdığı matbaanın önemini anlatan “Vesiletü’t-Tıbaa” adlı kıymetli yazısı da Gutenberg parantezine dahildir elbette. Meseleyi hakkıyla tahlil eden Marshall Mcluhan, Walter J. Ong ya da Barry Sanders’dan uzun bir alıntıyla bitirmek isterdim ama başlangıçta söz vardı. Yani söz Andrey Tarkovski’nin; “Söze karşı her birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor. Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor. Afrika’da yalanı bilmeyen bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!”

Schopenhauer ve Kirpi İkilemi

“Amerika’ya gideceğim, vahşi oklu kirpileri görüp, birkaç da konferans vereceğim.”

Sigmund Freud-1909

Direkt kaleye giden şutların en büyük özelliği; kesin sonuç ve keskin berraklıktır. Yıldız Tilbe tipi durum analizi ‘“Hepinizden nefret ediyorum ama tek başımayken canım sıkılıyor’’ der mesela. İkilem burda keskin bir berraklıkla başlar. Sosyal bir varlık olduğuna ikna edilmiş insanı, ilişki kurma biçimleri açısından bu ikilemin tam ortasından konuşmak anlamlı. Acılarıma karşı acıların! Ya seninle ya sensiz; ikisi de mümkün değil(se)? Kirpi ikilemi -psikolojik bir terim olarak- Arthur Schopenhauer’in 1851’de yayınladığı Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler adlı eserindeki o meşhur bölüme atıf yapan Freud’un yarattığı etkiyle ziyadesiyle yaygınlık kazanmıştı. Freud’un atıf yaptığı Schopenhauer anlatısı, bütün güzel hikayeler gibi soğuk bir kış günü başlar. Kirpiler ısınmak için bir araya toplanır. Acı ya da soğuk. Bir arada olmanın, birbirine sokulmanın bedelini acı çekerek ödemenin ikilemi ve sert oklarıyla metafor metafor büyüyen kirpiler.

Schopenhauer’un anlattığı ikilem şöyle; Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, İngiltere’de “keep your distance!/mesafeni koru!” denir. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama, buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.

Tyrion Lannister, Jon Snow’a verdiği nasihatte, ona "Kim olduğunu asla unutma. Böylece dünyanın geri kalanı da unutmaz seni. Bunu bir zırh gibi kuşan, böylece seni incitmek için kullanılamaz’’ diyordu. Kuşandığımız zırhların esiri olmadan şahsiyet sahibi olmanın çiçeği. İnsan ilişkilerini kirpi metaforuyla yorumlayınca, herkesin kendi oklarına nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğu gerçeğiyle karşılaşıyorsunuz ilk önce. Burası biraz can sıkıcı. Kusurlar ve erdemler soğuk havalara aldırmazlar. Yine de oklarının farkına vardıkça, acı verdiğini gördükçe ve soğuğa dayanacak gücünün olmadığını anladıkça; umulur ki insan, demlenir ve diğerkam olur. Soğuk ve acı; bu ikisi arasında kalan insandan geriye, tecrübe edilmiş bir yaşamak kalır sadece. Yaşamak diğerkam olmaktan öte diğerkam kalabilmektir de. Schopenhauer, kirpilerin yaşadıkları ikilemin, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdüğünü söyler. Gerekli mesafe bulunur ve ikilem biter. Hayat başlar yani. Ne okların acısının ne de havanın soğukluğunun hissedilmediği bir yer. İnsani mesafe, hepimize lazım olan.