Kırkıncı oda

"İlk günah tarafından kirletilmemiş" bir yeryüzü üzerindeyiz.
"İlk günah tarafından kirletilmemiş" bir yeryüzü üzerindeyiz.

"İlk günah tarafından kirletilmemiş" bir yeryüzü üzerindeyiz. İnsanlar burada "bir tür sevgi dolu, evrensel ve karşılıklı coşku içinde" yaşıyorlardı, zevkin ve dünyaya çocuk getirmenin dehşetini yaşamadan çocukları oluyordu, ezgiler söyleyerek koruluklarda avarelik ediyorlardı; sürekli bir vecd hali içine dalmış olduklarından, kıskançlıktan, öfkeden, hastalıklardan, vs. habersizdiler.

Tarih, ütopya, Dostoyevski

"Dresden Müzesi'nde Claude Lorrain'in bir tablosu vardır ve katalogda Acis et Galatée adıyla gösterilir. Düşümde gördüğüm bu tabloydu, ama bir tablo gibi değil, bir gerçek gibiydi. Tıpkı tablodaki Yunan takımadasının bir ucu gibiydi ve onun üzerinde üç bin yıl geri gitmiştim. Mavi ve okşayıcı dalgalar, adalar ve kayalıklar, çiçekli kıyılar; uzakta, büyüleyici bir panorama, batmakta olan güneşin çağrısı... İnsanlığın beşiği burasıydı. İnsanlar mutlu ve masum uyanıyor ve uykuya dalıyorlardı; neşe dolu ezgileri koruları çınlatıyordu, kuvvetlerinin arta kalanını aşkta, saf neşede boşaltıyorlardı. Ve onları bekleyen uçsuz bucaksız geleceği ayırt ederek hissediyordum bunu; bu düşüncelerden yüreğim titriyordu." Cioran Tarih ve Ütopya'sında Dostoyevski'nin Ecinniler romanından yaptığı bu çarpıcı alıntının üstüne şunları söyleyecektir; ‘'Versilov ise Stavrogin'le aynı rüyayı görecektir; şu farkla ki batmakta olan güneş ona aniden bir başlangıç güneşi gibi değil, "Avrupa insanlığı"nın sonu gibi görünecektir.

Cioran
Cioran

Delikanlı'da bu tablonun biraz karardığı görülür; "Gülünç Bir Adamın Düşü"nde iyice kararacaktır. Altın çağ ve onun klişeleri burada önceki iki düşe nazaran daha büyük bir titizlik ve coşkuyla sunulacaktır: Claude Lorrain'in bir hayalinin Sarmat bir Hesiodos tarafından yorumlanması. "İlk günah tarafından kirletilmemiş" bir yeryüzü üzerindeyiz. İnsanlar burada "bir tür sevgi dolu, evrensel ve karşılıklı coşku içinde" yaşıyorlardı, zevkin ve dünyaya çocuk getirmenin dehşetini yaşamadan çocukları oluyordu, ezgiler söyleyerek koruluklarda avarelik ediyorlardı; sürekli bir vecd hali içine dalmış olduklarından, kıskançlıktan, öfkeden, hastalıklardan, vs. habersizdiler. Bütün bunlar hâlâ itibari kalmaktadır. Bereket versin ki bu ebedi görünen mutluluğun da eğreti olduğu, sınandığında ortaya çıkacaktır: "Gülünç adam" o ülkeye gelir ve hepsini yoldan çıkarır. Kötülüğün belirmesiyle klişeler ortadan yok olur, tablo canlanır.'' Cioran'ın belki de en az bilenen Dostoyevski şahikasıyla (Gülünç Adamın Rüyası) çözümlemeye çalıştığı bu meseleyi tanıyoruz aslında. Daha yakınına sokulmak için, aynı adla çekilmiş o güzel animasyon filme ve yine, yeniden kitaba dönebiliriz o halde.

Bütün kovulmuşluklar adına

  • Üç çatallı kırmızı tuğuna yaslanarak yürüdüğü engebeli yolun sonunda orman iyesi'ne ulaşacaktı, yolu uzun ama kutluydu. Sarp geçitler, uğursuz vadiler, kanlı köprüler, insansız köyler, lanetli ormanlar ve dikenli patikalar boyunca yürüdü. Zaman zamanın içinde erirken, ufuk çizgisinde göründü o kutlu nihayeti, varmıştı varacağına. Belindeki renkli kuşağına astığı mavi boncuklarını, kemik halkalarını ve puhu tüylerini eliyle düzeltti.

Ormanın girişindeki kalın gövdeli sırlı ağaca sarılarak, çığlık gibi bir fısıltıyla, kara ormana müjdeler getirdiğini, hiçbir orman sakininin ruhunu incitmeden bir ayin yapacağını söyledi. Sırlı ağaç sallandı. Kara orman kabul vermişti bu tekinsiz misafirine. Yüce Ruh'a şükranlarını sundu ve toprağı incitmeden yere yavaş yavaş vurduğu asasına tutunarak yürüdü. Varmıştı varacağına. Büyük bir ateş yaktı ormanın kalbine, yüzyıllar önce kovulduğu evinin tam ortasındaydı. Yağmursuzluk lanetiyle kutsanan bu büyük kara ormana ateş yağdırmaya gelmişti. Gözleri iki kin kovuğu gibi parlıyordu. Yaktığı ateş büyümeye, kızıl kötülük etrafı sarmaya başlamıştı.

İntikam, ruhundan taşıp kara bir gölge gibi düşmüştü ormanın üstüne. Gagaları ateş almıştı kuşların. Alevler gökyüzünün eteklerini tutuşturacak kadar öfkeliyken o anda. İntikam kılıç gibi parlıyorken, işte o anda binlerce yıldır suskun olan göğün ortasına devasa delikler açılmışçasına bir yağmur aldı koca ormanı. Esen rüzgâr, sırtına yüklediği su damlalarını büyük bir hiddetle ormanın derinliklerine doğru savurdu. Berrak bir merhamet çöktü ormanın ruhuna. Kötülük ateşi söndü. Üç çatallı kırmızı tuğunu havaya kaldırıp haykırmaya başladı. Kin kovuklarındaki inancın feri gitmişti ve tüm kovulmuşluğuyla ortadaydı. Asasından yağmur damlaları süzülüyordu. Kendi lanetiyle kötülüğü kovmuş ve kendi kötülüğünde boğulmuştu. Binlerce yıldır olduğu gibi sırlı ağaç sallandı. Varmıştı varacağına.

Pablo Neruda
Pablo Neruda

Uzun bir serinliğin ortasından

Pablo Neruda'nın ‘'Yaşadığımı İtiraf Ediyorum'' adlı otobiyografik(anı) şaheserinden haberdar olmamak gibi çok hayıflandığımız bazı şeyler, evet. Bu pasaj kitaptan değil bir dergiye verdiği röportajından, ama kitabın ortasından sayılır yine de, her iki kitabın da ortasından. Konu Neruda'ya gelene kadar bize emanettir o halde; ‘'Bir gün Uungoon'da bardaktan boşanırcasına bir tropikal yağmur yağıyordu ve bir tapınağın önünde binlerce kişi toplanmıştı. Çamurlar içinde diz çökmüş duruyorlardı. Onlar da, tapınağın içindeki rahiplerle aynı dindendiler, fakat tapınaktan içeri giremiyorlardı. Bu benim için dayanılmaz bir şey oldu. Ne kaba bir haksızlık! İçimde bir protesto yükseldi, ama bir Hıristiyan olarak başkaldırdığımı fark ettim. Ne de olsa Hıristiyanlığa bağlılık duyuyorsam, bu galiba Hıristiyanlıkta, bir ölçüde de olsa, eşitlik olduğu içindi. Sonra bir şeyi daha gördüm. Budizm, idealini gerçekleştirmiş, toplumda reform yapmış değildi. Buda, düşüncesiyle büyük bir reformcuydu; gelgelelim, düşüncesinin dünyayı değiştirecek gücünü uygulamaya geçirememişti. Bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark ettim. Tuhaf bir şekilde. Bir gün baştan başa mermer, bembeyaz bir camiye girdim. Tek bir mobilya, tasvir, heykel yoktu. Dışarısı korkunç sıcaktı. Çok yorgundum. Adetim üzere ayakkabılarımı çıkardım. Camide kimsecikler yoktu. Fakat biraz sonra sesler işittim, kapıdan çıkarken yüzleri asık Müslümanlarla karşılaştım.

Dostoyevski
Dostoyevski

Bana sordular: ‘Buraya ne diye geldin? Sen Müslüman mısın? -Hayır. -Hıristiyan mısın? -Belki.- Peki, orada niçin yattın? -Biraz oturmak istedim, yorgundum -Ne yapmak istiyordun? ‘Belki biraz fikre dalmak, düşünmek...' O zaman, aralarında konuştular ve dönüp bana: ‘Hakkın var, burası fikre dalınacak yerdir. Tekrar gelebilirsin' dediler. Katı bir dogmadan uzak bu anlayış beni son derece duygulandırdı. Doğu'da geçirdiğim yıllarda beni en çok etkileyen bu olay olmuştur. Bilirsiniz, fillerle yapılan ayinleri, maşlahlarla, ölü kafalarından kolyelerle süslü tanrıca Kali'yi, boğazlanan hayvanların çığlıklarını, sokaklara saçılan kanı, sinekleri ve üç-beş kuruşa takla atacak rahipleri; bunları hiçbir zaman çekici bulmadım ben. Oysa, susuz bir havuz gibi serin, o aydınlık cami beni çok etkiledi.''