Kocaman Bir Babil Kulesiydi Dünya

​Öyle bir evlilik teklifi yapacağım ki yer yerinden oynayacak diye motive ediyordum kendimi.
​Öyle bir evlilik teklifi yapacağım ki yer yerinden oynayacak diye motive ediyordum kendimi.

Oturduğum sandalyeden kalkıp sağ dizimin üzerine çöktüm. “Nazlı,” dedim, “öyle süslü laflar etmeyi beceremem, kalbim öyle çarpıyor ki şu an istesem de romantik cümleler kuramam zaten. Sahi cümle neydi? Cümle emekti… Neyse. Süssüz ama romantik cümlelerde emekleyelim istiyorum Nazlı. Nazlı benimle evlenir misin?”

“Artık Babil Kulesi yok

artık rüzgâr kesin bir bedel istemiyor

hangimizin cesareti var

gözlerimizdeki aynayı kırıp bakmak için.”

Sami Baydar

Dünya başımıza yıkılalı çok olmuştu. Asur’a yemin olsun ki alayımız hüsrandaydı. Ama buna da alışmaya başlamıştık. Bu alışkanlığın adı işaret diliydi. İşaret dili dediysem, halk tabiriyle Tarzanca yani. Değil sevdiğimize onu sevdiğimizi söyleyebilmek, bakkaldan ekmek bile isteyemiyorduk. Neyse ki bizim mahallenin kıraathanesinde oturduğumda, işaret parmağımı yeri gösterir şekilde havada çevirince ocakçı Tıfıl, çay istediğimi anlıyordu. Buna da şükür.

Kâbusa dönen o gün, Nazlı ile elit bir kafede çaklıtlı bir şeyler içiyorduk. Ambiyans on numara, hava güneşli ama serin, Nazlı ise olabildiğince güzeldi. İnsan başka ne isteyebilirdi? Sağ elimle ceketimin sağ cebindeki, birazdan tüm dikkatleri üzerine çekecek, pahada o kadar büyük olmasa da manada heyecandan tir tir titretir cins bir yüzükle oynuyordum. Birazdan öyle bir evlilik teklifi yapacağım ki yer yerinden oynayacak diye motive ediyordum kendimi. Oynadı, evet. Ama başka türlü oynadı.

Garson gence işareti çaktım, ışık loş hale getirildi, fonda popüler bir aşk şarkısı çalmaya başladı. Oturduğum sandalyeden kalkıp sağ dizimin üzerine çöktüm. “Nazlı,” dedim, “öyle süslü laflar etmeyi beceremem, kalbim öyle çarpıyor ki şu an istesem de romantik cümleler kuramam zaten. Sahi cümle neydi? Cümle emekti… Neyse. Süssüz ama romantik cümlelerde emekleyelim istiyorum Nazlı. Nazlı benimle evlenir misin?”

Nazlı ayağa kalkmış, ellerini çenesinin altında kavuşturmuş, yüzü ise ağlıyor mu, gülüyor mu anlayamadığım bir ifadeye bürünmüştü. Heyecanlanmıştı belli. Dili tutulmuştu. Ama benim beklemeye takatim yoktu. Ve nihayet heyecanını yenmiş, ağzından kelimeler dökülmeye başlamıştı:

“Vrostiqua, zipra vrostiqua!”

“Ney?!”

“Vrostiqua hammerili durole!”

“Ne diyosun kızım anlamıyorum!”

“Zirsikila durole muhi!”

“Ulan sevmiyorsan sevmiyorum de, istemiyorum de, niye alay ediyorsun!”

“Zirsikila nurduceli!”

Kızmaya başlamıştım. Rezil oldum diye düşündüm, millet bizi izleyip durumumla alay mı ediyor diye bakmak için etrafıma göz gezdirdim. İnsanlar çıldırmış gibiydi. Hepsi anlamadığım bir dilde konuşuyordu. Ortalık karışmıştı. Kafayı sıyıran masaları deviriyor, cam çerçeve dağıtıyordu. Gözüm televizyona gitti. Gündüz kuşağının o mübarek evlilik programlarından birinde herkes saç saça baş başaydı. Birkaç saniye sonra yayın kesildi. Tahminen iki dakika sonra da elektrik kesildi.

Nazlı çıldırmış vaziyette sokağa attı kendini. Ne olduğunu anlamayarak peşi sıra ben de sokağa çıktım. Trafik durmuş insanlar birbirlerine saldırmışlardı.

Önüme gelene “N’oluyo burada, beni anlamıyor musunuz?” gibi sorular soruyordum ama aldığım cevaplar küfredercesine yüzüme vuruluyordu ve ne denildiğini anlamıyordum. En sonunda da bir yumruğun suratıma doğru yaklaştığını ağır çekimde seyrettim. Çenem o yavaşlıkla önce sağa sonra sola, sonra tekrar sağa doğru kan tükürerek dalgalandı.

Kendime geldiğimde hava kararmıştı ve hâlâ insanlar birbirlerine saldırmaya devam ediyordu. İletişimsizlik nasıl bir belaydı ya Rab?! İnsanlar aslına dönmüştü. Üzerlerindeki bütün sıfatlardan, kalıplardan azadeydiler artık. Becerebilirsem sağ salim eve varayım dedim kendi kendime. Varabildim de. Üst kat komşum emekli güreşçi Nadide Civanmert balkondan aşağıya doğru kocası Bünyamin Bey’i sallıyordu. Zaten bu kadından neydi bu adamın çektiği? Adam başıma düşmesin diye hızlıca geçtim balkonun altından.

Eve girdim, burada da elektrik yoktu tabii ki. Bir mum bulup yaktım. Dolaba baktım, Nazlı evime gelip de bu adamın dolabı boş, yolsuz bu, bundan koca olmaz demesin diye tıka basa doldurmuştum vaktiyle. Çabuk bozmazlarsa beni bir süre idare ederler diye düşündüm. Şarjlı radyoyu açayım dedim ama çoğu frekanstan sadece şırıltı geliyordu. İnsan sesi gelenlerde ise hangi dilin konuşulduğunu anlamıyordum. Sinirlendim, kapattım. Bari telefonun şarjı bitene kadar ondan müzik dinleyeyim de kafam dağılsın dedim. Telefonumun menüsü anlamadığım bir dildeydi. Simgelere bakarak müziklere ulaştım ama bildiğim müzikler bilmediğim sözlerle dönüyordu çalma listesinde. Balkondan, geçen hafta Nazlı’yı pikniğe götürürken aldığım piknik tüpünü aldım. Bir çay demledim. Perdeleri sonuna kadar açıp pencerenin önüne kuruldum. Bir yandan çayımı içiyor, bir yandan da karanlığa rağmen kızıla boyandığını gördüğüm sokağı seyrediyordum. “Biliyorum Rabbim,” dedim, “biliyorum bunlar hep ben mutlu olmayayım diye oluyor!”

Günler haftaların, haftalar ayların, aylar ise yılların ağzını burnunu dağıtmıştı. Aileler dağılmış, tahminimce nüfus dörtte bire inmiş, devlet diye bir şey kalmamıştı. Kapitalizmin tarih oluşundan hiç bahsetmeyeyim. Elektrik yoktu; haliyle televizyon, internet ve ne yazık ki hastane de yoktu. En önemlisi bütün o, fark etmeden kendini Allah’a bile eş koşan kibrimiz de dilimizle birlikte yok olup gitmişti.

Köye mi dönsem diye düşündüm ama nasıl gidecektim, yaya mı? Bu hayalden çabucak vazgeçtim. Annemin neden getirip de evimde bıraktığını bilmediğim sebze tohumlarını buldum. Anne işte, her hareketinde var bir hikmet. Balkonumu toprak doldurup çiftçiliğe başladım, bir Babil’inki gibi olmasa da küçük bir asma bahçem bile var. İnsanlığın ilk kimliklerinden toplayıcılığa sarıldım.

Mahallemizin kıraathanesinin ocakçısı Tıfıl, olaylar sırasında sırra kadem basan patronunun mekânına çökmüştü. Nereden temin ettiğini bilmediğim çayından mahrum etmemişti insanlığı. Para geçer akçe olmadığından balkonumdan salatalık, domates filan götürüyorum kendisine. Arada bir bardağı gösterip “çay” diyorum ama o ısrarla “şlo” diyor. O da haklı, mahallede herkes farklı bir şey diyor çaya, hangisini ezberlesin. Ama biz ezberleyebilirdik. Çoğu kıraathane müdavimi çaya, şlo demeye başladı. Ben ise Karadeniz inadımdan vazgeçmeyerek “çay ulan!” diyorum hâlâ. En kötü ihtimal parmağımı havada çeviriyorum.

Bugünlerde sürekli Nazlı geliyor aklıma. Acaba yaşıyor mu? Acaba bana evet mi demişti? Acaba kendisiyle aynı dili konuşabilen bir erkek bulabilmiş miydi? Ah ulan Nazlı, ah!

Bütün bunları her gün her gün yazıp da Kuzguncuk sahilinden boğaza bırakmamın nedeni, belki de bir gün Nazlı bulur ve olur ya belki dilimi söker, ruhumu okur diye; kalbimi söküp gittiği, canıma okuduğu gibi.

Dilimi kaybettiğimden beri çok duygusalım, kusuruma bakmayın, elimde değil! Tüm bu devrik cümleler, şairanelikler filan hep bundan.

Lütfen bir saniyeliğine aradan çekilin şimdi, yârime sesleneceğim:

Nazlı, n’olur geri dön, söz, ben senin diline tabii olacağım! Vallaha!

  • Geçenlerde Metis’ten kitap siparişi verdim. Yanında Orta Dünya Haritası gönderdiler. Açıp baktım, öpüp dörde katladım. Zulama kırışmayacak şekilde sakladım. Gandalf geldiğinde yola çıkmaya hazırım. (AA)