Korku ve dehşet hikâyelerimin genel laytmotifidir

Ahmet Sarı
Ahmet Sarı

Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor. Borges'e sorsalardı (belki de sormuşlardır) "labirent" cevabını verirdi. Biz Atay için bunun "oyun", Tanpınar içinse pekâlâ "zaman" olabileceğini düşünüyoruz. Ya sizin? Sizce neden?

Ahmet Sarı:

Cennetten tardedilirken Hz. Adem'e (as) dünyada, o "pıtraklı diyar"da mihmandarlık etsin diye Allah'ın ona yüklediği esmâ bilgisi, hurufât melekesi onun yitirilmiş cennet pişmanlığına bir nebze de olsa müsekkin olarak verildiği kanaatindeyim. Hz. Adem'in (as) utanarak dahi olsa başını göğe kaldırışının bir dua bilgisi olduğu önemli, zira göğe bakmak başlı başına bir duadır. Varoluşa eklemlenen hurufât aynı şekilde Kafka'nın Dönüşüm'ünde Gregor Samsa'nın böcek bedenine babasının attığı elmalarla da karşılaştırılabilir. Böcek bedene saplı elma nasıl Gregor Samsa'nın varlığı ve yokluğu anlamına geliyorsa, aynen ete saplı elma gibi varoluşa saplı hurufât da benim laytmotiflerimden biri haline gelir.

Geleneğimizde hele de Tanpınar'ın da alıntıladığı Tuhfe-i Hattâtîn'de Müstakimzade Süleyman Sadettin Efendi'nin her harfin bir meleği olduğu bilgisini yedeğimize alırsak, Doğu toplumlarında harf melekleri, kebîkeçlerin varlığı ve yazılı olanın kutsallığı, semavi metnimizi çağrıştırdığı için yere atılmış her yazının yerden kaldırılıp nimet addedilmesi hikâyelerimde önemli bir motif oluşturur. Bunu, ezelde ruhumuza mihmandar kılınan yazıya bir borç olarak görüyorum. Bir yerde okumuştum Bahaeddin Karakoç'un yazılı hiçbir şeyi çöpe atmadığı dillendiriliyordu. Nutfe nasıl rahme düşer, doğar, bir varlık kazanırsa, zihne düşen hurufâtın hele de zihinden doğmuş, kaleme alınmış, bir varlık bulmuş haliyle hurufâtın çöpe kesinlikle atılmaması gerektiği görüşündeyim.

Her yazarda olduğu gibi elbette benim de yazı dünyamda bir değil birkaç dönüp duran laytmotif var. İlk hikâye kitabım olan Merhamet Dilercesine Gökyüzüne Bakmak'ta Theodor W. Adorno'nun Minima Moralia'sının alt başlığı olan "sakatlanmış yaşam"ların bir tezahürü görülebilirdi. Normal egemen zihniyette normal egemen akışın ritmini bozan, derkenar edilmiş ömürler çok dikkatimi çekiyordu. Bir de Alman edebiyatı ve Avusturya edebiyatı ile büyüdüğünüzde, o hastalıklı evren, o şizoid dil, yazarlara Alp Dağı baskısından kaynaklanan felsefi sarmal yapılar; Bernhard'dan Kafka'ya, Bachmann'dan Musil'e huzursuz ruhların ruhumda cevelânı ile böyle bir yazı iklimi kaleme almış oldum. Başlangıcı Olmayan Bir Şeyin Sonu adlı hikâye kitabımda da 28 Şubat süreci selim düşüncenin mağduriyeti, daha sonra on yıllarca selim zihniyetin iktidarıyla nasıl da her yönüyle bir dönüşüme evirildiğini küçürek hikâyelerle anlatmaya çalıştım.

Ama sizin de sorunuzun bir anlamda cevabı aslında yazdığım bir üçlemenin içeriğidir. Ve Asma Yaprakları Gibi Titreyen El, Sağ Omuz Meleğimin Omzundaki Sağ Omuz Meleği, Musa'nın Derinlerine Düşen Yutkunuş adında Korku ve Dehşet Üçlemesi, adı üzerinde korku ve dehşet unsurlarını ele alan bir üçleme oldu. Calvino'da kente, Borges'te belki labirente; Atay'da oyuna, Tanpınar'da zamana tekabül eden şeyin bende korku ve dehşet kavramları olduğu söylenebilir. Bu üçlemeyi kurarken de elbette Bernhardesk bir dil ile gazetelerin ya da medyanın üçüncü sayfasına düşmüş haberlerde Türk insanının, bizim insanımızın korku ve dehşet tablosunu ortaya çıkarma niyetindeydim. Artık her gün sadece dünyada değil Türkiye'de de haberlerde yer alan, insanın içini ürperten ve modern zamanlarda insanın dönüşümünün göstergesi olan bu olaylar literal bir dille, bazen hayvanlar âleminden de korku ve dehşet unsurları berkitilerek anlatıldı.

İnsanın belki de en köklü duygusu olan korkunun postyapısal bir dönemde, milenyum çağlarında nasıl daymonik bir durum aldığının da resmi çekilmiş oldu böylece. Edebiyatın sadece sütliman meselelerinin değil insanın trajediye yaslı bir yaratık olmaklığının da izi sürüldü. Sondan bir önceki hikâye kitabım olan Kendi İmdadına da Koşup Gelen Hızır adlı kitabımda korku ve dehşet unsurları azaldı ama peşimi bırakmadı. Söz konusu kitapta aynı laytmotif sürse de ona Doppelgänger, ruh ikizi motiflerini ekledim. Romantik dönemde, özellikle kara romantik akımda, hele de E. T. A. Hoffmann'da görülen bu izleklerin daha sonra Holywood'da çok çok işlendiği, hikâyeye bir gizem kattığı söylenebilirdi. Son hikâye kitabım ise Annemi Bir Uğultuya Yasladılar adlı kitaptır, orada da yine bize ait, bizim zihniyet dünyamızda şimdi artık yitirdiğimiz değerlerimizi bir motif olarak işledim.

Geleneğimizde yer edinen hurufat sevgisinden zamansal dönüşümümüzün boynu bükük müesseseleri olan muvakkithanelere; bize ait Müslüman saati ve mekândan, yine selim olanın zamanla nasıl değer kaybına uğradığını işledim. Kendi dokumuza, kendi acımıza, kendi sevincimize denk düşen hikâyeler kaleme aldım. Bu kitapta korku ve dehşeti derkenar ettim. Hikâyelerin ya da tahkiyenin ebatı arttı, anlatma derdi uzadı, kısa hikâyeler bir ırmak dile yerini bıraktı ve hepsinde de Şark'ın derdi ve susmak coğrafyasına ait olan o iklim peşine düşüldü. Yazdığım şiir kitaplarından ayrı olarak tüm hikâyelerim için özetle şu söylenebilir: Korku ve dehşet benim hikâyelerimin genel laytmotifidir. Ama yazı ikliminde sadece bu laytmotifle yetinmeyip farklı temaları, konuları, motifleri de yazının zenginliği olması bakımından kullandım. Kendimi konuşladığım yerin selim coğrafya olduğunu gönül rahatlığıyla dillendirebilirim. Gayba iman eden biri olarak hikâyenin beni bundan sonra götürebileceği yerleri ben de merak ediyorum.

Yazarın inandığı şeyleri eserlerinde işlemeden, doğrudan okuruna kuru kuruya anlatmasından haz almıyorum. Sinemada hele de author sinemada Tarkovski, mesajını ya da inandığı şeyleri nasıl balın içindeki şeker gibi eritiyorsa; mesajın, angajmanın, politik ya da ideolojik olan her şeyin aynı titizlikle, aynı beceriyle, aynı gayretle anlatılması gerektiğine inanıyorum. Son olarak yazıyı bitirmeden yazdığım hikâyelere serde şairlik de olduğundan imgeler, metaforlar taşımayı, nesrimi şiirle yumayı, yıkamayı çok seviyorum. Kuru bir dille değil de şairane söyleyişlere, kendiliğinden yazarın içinden sökün edip gelen imgelerin doğallığına meftunum. Hikâyelerimin şiirsel olması, şiir dili ve iklimi ile okur önüne çıkmasını çok istiyorum. Tanpınar'da yazılan her şey, şiir merkezinden nasıl diğer türlere doğru dağılırsa bende de şiirin yerinin apayrı olduğunu; bu dilin, lirizmin hikâyelerimde görünmesinden çekinmediğimi söyleyebilirim.