Künye

Hayat son bulduğunda bütün planlar akim kalırdı.
Hayat son bulduğunda bütün planlar akim kalırdı.

İlk kurşun kalp hizasından girdiğinde geriye doğru savruldum. Yere yığıldığımın şöyle böyle farkındaydım. Birkaç defa Kelime-i Şahadet getirdim. Bu nedenle bir mağfiret yolu açılmıştı. İnşallah öyleydi. Bana tahsis edilmiş bir kahrı çekmiştim. Aklımdan geçen son düşünce dudak kaslarım izin verse tebessüme dönüşecekti. Acaba benim de bir künyem olacak mıydı?

Ah! Öyküleri: 5

Şehit olmuş Bayır-Bucak Türklerine

“On üç adet künyeyi size teslim ettik. Defteri inceleyin isimler doğru mu?”

Bunu diyen kırk yaşlarında kısaca boylu bir adamdı. İnce yapılı, gür saçları kırlaşmakta olan biri. Kıçından sarkma yapmış önleri taşlanmış bir kot pantolon ve limon sarısı tişört var üzerinde. Tanıdığım hiç kimseye benzemiyor. Daha genç olan orta boylu arkadaşı da öyle. Kalın kemikli, Avarel çeneli, düztaban, homurtulu konuşuyor. Petrol mavisi gömlek ve siyah pantolonlu. Kim? Bilmiyorum. Adını söylemedi. Bunu bilmem yasak olmalı. Dahası yüzleri aklımda bütün ayrıntılarıyla kalmıyor. Bazı ayrıntıları her seferinde yeniden keşfediyorum.

Parmağımla çizgisiz sayfada yazılı isimleri taradım. “Doğru.”

“Şimdi de cesetleri sayın son bir kez,” dedi düztaban olan.

Ünlü bir türkücününkine benzeyen bıyığı vardı. Ondan nefret etmiyorum. Cesetlerden künyeleri sökerken yaralı bereli kanlı tenlere dokunmak, adlarının yazılmasına yardımcı olmak ve tekrar tekrar saymak bana iyi gelmiyor. Bu işi defalarca yapmama rağmen alışamıyor ve kanıksamayı başaramıyorum. Kamyonetin kasasına yaklaştım. Cesetler konserve sardalye gibi üç sıra halinde yerleştirilmiş. Metal zemin kan kaplı. Bazıları ayakkabılı, bazıları çoraplı ya da çıplak on üç çift ayak var. Yüzler de beni çok etkiliyor. Kapalı ya da aralık duran gözler, yaralar, kafanın bir kısmının parçalanmış olması, böyle şeylere alışılmaz; ama nedense ayaklar beni daha derinden etkiliyor. Bu tür sahneleri ayaklardan başlayarak hatırlıyorum çoğu kez. Yürümesi, yani arzla teması akamete uğramış genç ayaklar. Sayımı bitirdim. “On üç.”

“Tamam o zaman. Görüşürüz yine. ”

“Kendine mukayyet ol.”

Kamyonet görüş ufkumun dışına çıktığında tuttuğum nefesimi bıraktım ve saatime baktım. Saat 21.02. Adım Metin Balyeli. 34 yaşındayım. Bu ceset sayımı ve künye tanzimi işini bir buçuk aydır yapıyorum. Görevi bir subaydan devraldım. 116 künye saymıştı. İşi bıraktı. Yerine beni tayin ettiler. Sağ elimle karnıma yaslı tuttuğum kutuda en yenilerle birlikte 306 adet künye var.

O subay intihar ederek çıktı oyundan. Beylik tabancasıyla kafasını patlattı. Hemen ölmedi. Bir gün kadar yoğun bakımda komada kaldı. Beni ziyaretine sevk ettiler. Ölmesin sağlığına kavuşsun diye ne dualar ettim. Şimdi en yeni künye sayıcı benim.

Başlangıçta şiddetli sarsıntılar geçirdim. Uykularım kâbuslarla doldu taştı. Eve misafirliğe gelen cesetlerin rüyasını görüyordum. Sokakta, işte, her yerde ziyaretime geliyorlardı. İş doktoru tanıdığım. Bana üç ay rapor verdi. İlk zamanlarda tuhaf tepkiler vererek dikkati çekiyordum. Karım çok endişeliydi. Daha künye işini bilmediği zamanlardı. Delirmiş olduğumu ciddi ciddi düşündüğünü biliyorum. Ta ki bir künyeye dokunana kadar. Onun dokunuşu ikimizi de kurtardı.

Çünkü ilk başlarda ciddi ciddi ben de o binbaşı gibi intihar etmeyi düşündüm. Bakımını üstlendiğim alzaymırlı babam, yıllardır çalışmamış olan karım ve beş yaşındaki küçük oğlum nedeniyle bunu yapmadım. Onların hayatlarını altüst edemezdim. Dayandım. Kâbuslar yavaşça silindi, her an ölüyle karşılaşacağım duygusu yerini künye telefonu beklemeye bıraktı. Sekizinci kattaki ofis penceresini düşünmeyi bıraktım.

Öyküm uzun, kısa anlatacağım. Ben bir ara dindardım. Kutlu biri taklidi yapan iblis beni yoldan çıkardı. Çeşitli organizasyonlarda yer aldım. Haksız yere can yakanlardan oldum.

Adana -Ceyhan ve Hatay-Kırıkhan ilçelerinde Suriye’deki Türkmenlere yardım malzemesi taşıyan MİT tırlarını durduran ekibin bir elemanıyım. Ben plancıyım. Hazırlanmasında katkımın bulunduğu tezgâh sahnelendi. İstenen sonuç hasıl oldu. Türkiye IŞİD’e yardım gönderiyor yalanı bütün dünyada çalkalandı. Sonradan işler ters gitti. Malum savcılar meslekten ihraç edildi. Üst düzey de dâhil olmak üzere subaylar hapsi boyladı. Seçim zaferi böyle bir şey işte. Yatay olarak da etkili oluyor. Yoksa şimdi herkes işinde gücünde olurdu. Ben çok dışarıdaydım. İsmim birkaç yerde telaffuz edilmiş, ama delil olmadığı için üzerime yönelmiş bir tehlike yok şimdilik.

Aradan zaman geçip de başıma bir şey gelmeyeceğine sevindiğim sıralarda bir pazar günü o malum sokaktan geçtim ve ilk dokuz künyeye dokundum.

Bazen rüyalarımda ya da sabah uyandığımda bütün bunların hayal olduğunu düşünürüm. Belki vizyon denen şeylerden. Hepsi gerçek. Defalarca test ettim. O kamyonet, plakası, ruhsatı ve iki taşıyıcı. Hepsi gerçek. Adamların kimliğini bilmiyorum ama bir yerlerde evleri, karıları ve çocukları var. Etten, kemikten capacanlılar. Normal hayata aitler.

Beni telefonla arayıp “Künye sayımı var, acilen şu adrese gel,” diyorlar. Ben hemen sabah, gece, gece yarısı bakmadan istenen yere gidiyorum. Telefonumda arama kayıtları var. İstesem geri arayıp kim olduklarını keşfetmeye çalışabilirim. Aklımdan geçmedi değil. Yapmadım. Çünkü bu organizasyon o adamların işi değil. Onlar yardımcı oluyor. Birisi onları da arayıp künye işi var diyor olmalı. Aklımın hedefi bu kimselerdi. “Neden bana künye saydırıyorlar?” sorusuyla başlayınca bazı kuvvetli tahminlere ulaştım.

Bunda karımın rolü önemli. “Arayan kimdi, bu saatte nereye gidiyorsun?” şeklindeki sorularına bigâne kalamazdım. Ona durumu anlattım. İnanmadı haliyle. Künyeleri gösterdim. Parmağının ucuyla birine dokununca doğru söylediğime kani oldu. Sonra da beni sağaltan şeyi sordu?

“Niye gidiyorsun?”

“Böylesi daha iyi.”

Sağ elinin parmağı ikinci kez en üstteki künyelerden birine dokununca sözlerimi tasdik edercesine başını salladı. Gözlerinde yaşlar belirdi. O zaman davete icabet etmekle iyi ettiğime bir kez daha kani oldum. Gönlümde bir gong çalmıştı adeta.

*

Üç hafta iki gün önceydi. Pazar öğle üzeri ev yakınlarındaki o sırada tenha olan bir sokaktan geçiyordum. Uzun boylu, kısa kır saçlı bir adamın kobalt mavisi bir Volkswagen’i itmeye çalıştığını gördüm. Bakışlarımız karşılaşınca kendisine yardım etmeyi teklif ettim. Yüzü yorgun, üzgün ifadelerle bezeliydi. Bu beni ona yardım etmek için daha istekli yapmıştı. Motoru çalıştırmak niyetinde olmadığını arabayı on metre kadar ötedeki park yerine götürmeye çalıştığını söyledi. O bir eli direksiyonda durumda, ben de arkadan ittim. Çok yakın zamana kadar haftada iki kez futbol maçı yapmış, iri kemikli biriydim. Yol da gidiş yönünde biraz eğimliydi, buna rağmen arabayı hareket ettirmekte zorlanıyorduk.

“Çok ağır değil mi?”

“Evet.”

“Bagajdalar. Görmek ister misin?”

Adamın yüzüne ilk kez dikkatle baktım. Elli yaşlarında olmalıydı. Gözlerinin altındaki torbacıklar nedeniyle daha yaşlı görünüyordu. Yüzü bezginlik ışıyordu. Çakır gözlerindeki elem, tükenmişlik ifadesi yüreğimi oynatmıştı. Sezgilerim hışır hışırdı. Hayır, bakmak istemiyordum tabii ki. Bakmadan da duramazdım ama.

Sessiz kalınca adam belli belirsiz gülümsedi ve bagajı açtı. Midem içine çekiliverdi. Şoktan donakaldım. Bagajda beş, altı, hayır daha fazla, tam dokuz adet ceset yatıyordu. Yüzleri, bedenleri yaralıydı. Kan kokusu başımı döndürmüştü. Öğürdüm. Neyse ki, midem pek dolu değildi. İçtiğim kahvenin mide suyuyla karışık bir parçası ağzıma kadar yaklaşarak yutağımı yaktı. Arkası devam etmedi. Biraz kendimi toplayınca, “Bunlar nedir?” dedim.

“Taze cesetler.”

Duymak üzere olduğum bir şeyin önhabercisi kötü düşüncelerle dolup taşıyordum. “Kimler yani?” dedim. Oradan hemen uzaklaşmak yerine ne yapıyordum.

“Bunlar Bayır-Bucak Türkmenleri. Sabahtan şu ana kadar öldürülenlerin bazıları.”

“Bu... Buraya nasıl gelmiş peki?”

“Cesetler maddi olarak değil, burada değiller aslında ama tıpatıp kopyaları. Geçici olarak varlar. Tenlerine dokun, hakikisinden ayırt edemezsin. Kanları bile henüz pıhtılaşmamış. Allahın hikmeti işte. Az önce arabamı park yerinden çıkartırken fark ettim.”

Ne adama delilik, ne de kendime geçici bir kafa sarsıntısı izafe edebiliyordum. Sözleri doğruydu. Gördüğüm bedenler sahiciydi. Bu gerçeğe beni dâhil eden bir bağ vardı. Bu sokaktan geçmem, adamın benden arabayı ittirmem için yardım istemesi raslantı değildi. Beni seçmişti.

“Kimsiniz?”

Adam başıyla onu geç şimdi dercesine bir işaret yaptı ve “Künyeleri al,” dedi.

“Ne?”

Adam arabanın açık duran arka penceresinden eğilerek kapaklı bir tahta kutu çıkardı. Minik bir çeyiz sandığına benziyordu. Sade görünümlüydü. Üzeri işlemeli falan değildi. Kutunun kapağını açtı ve içini bana gösterdi. Bir sürü künye vardı.

“Künyeleri al ve bu kutuya koy.”

Az kalsın kutuyu elinden alacaktım. Kendimi güç bela engelledim. “Yapamam.”

“Zorunda değilsin,” dedi anlayışlı bir ifadeyle. “Gidebilirsin, ama bunlar senin yakanı bırakmaz. Bunda hayır vardır bilesin. İşi burada hallet daha iyi.”

Sözleri üzerimde saçmalık, delilik gibi bir etki yapmıyordu. Bu nedenle hemen oradan sıvışıp gitme güdüm çok güdüktü.

“Ne için..? Niçin yapıyoruz bunu?”

“Ölenler kaydediliyor. Unutulmasınlar diye. Haydi şimdi al künyeleri ve bu kutuya koy." Bu arada karşı kaldırımdan yanımızdan gelip geçenler oluyordu. Kimseden bizi garip bulduğu ya da bagaja sıkışmış cesetleri gördüğünü belli edecek bir sinyal almıyordum. Herkes işinde gücündeydi. Önünde durduğumuz Çınar Apartmanı’ndan yeni çıkan emekli tipli tonton bir amca yanımızdan geçip gitmişti.

“Haydi.”

Bagaja eğilip bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlının boynuna zincirle asılı künyeye dokundum. Metaldendi. Gerçekti. Şansıma üzerinde kan lekesi yoktu. Ela gözleri aralık duran kumral delikanlının künyesini nasıl çıkacağını düşündüm. Bunun için başını tutup kaldırmam mı gerekecekti?

“Künyeyi al ve çek. Hiçbiri arkadan bağlı değil.”

Deneni yaptım. Zinciri sarkan künyeyi adamın elindeki kutuya bıraktım. Parçalanmış kafatasları, kopmuş uzuvlara sahip olan bedenlerden son künyeyi de almayı başardığımda ellerim kan içinde kalmıştı.

“Al bununla sil.”

Adamın uzattığı ıslak mendil kutusunu aldım. Onluk bir paketti. Henüz açılmamıştı. On adet mendille ellerimi iyici temizledim. Kullanılmış mendilleri ve ambalajı top yapıp bagajın bir köşesine tıkıştırdım.

Adam bagajı örttü. “Ben ilkiyim. Sen ikinci oluyorsun. Sen devam edeceksin. Sana böyle ceset dolu bagajlar, kamyon kasaları, minibüsler getirecek. İki kişi. Kayıt memurları. Şu anda burada yoklar. Yoldalar. Çünkü bu bir devir teslimi. İşi sen devralıyorsun. ”

“Sen niye bırakıyorsun peki?”

Adam hafifçe tebüssüm etti ve “Tükendim. Birinin devralması gerekiyordu. Seni yolladılar,” dedi.

Kim yolladı diyecektim, vazgeçtim. “Sen de o tezgâhın içinde miydin?” dedim.

Başıyla olumladı. “Pişmanım.”

“Ben de,” demek istedim, ama başaramadım. “Şimdi ne olacak?” diye sordum.

Ben gideceğim. Sen kayıt memurlarını bekle. Gecikmezler.

“Kayıt memurları?”

“İki kişiler. Seni telefonla arayıp geleceğin yeri bildirirler. Gider, sayımı yapar, künyeleri kutuya koyarsın. Onlar yazılı liste de tutuyorlar. Göreceksin birazdan.”

“Kim bunlar?”

Adam sol eliyle “belirsiz” anlamına çektiğim bir işaret yaptı. "Münker Nekir tipli birileri. Yüz defa gör, tipleri aklında kalmaz. İşini yap. Zararsızlar. Göreceksin kendin.”

Tahta kutu sol koltukaltımda adamın elini sıktım. Arabasına binip gitti. “Sen varken ben niye işi devralıyorum?” diye sormaya cesaret edemedim. Yarınki haberlerde Ankara İl Jandarma komutanlığının istihbarat şube müdürlüğünden emekli bir subayın beylik tabancasıyla intihar ettiği haberiyle sorumun cevabını alacaktım. Tükenmişti. Dayanamıyordu. 116. künyede durmuştu.

*

Sağanak yağmur vardı. Arabamla oturduğum sitenin yeraltı garajına girdim. Künye kutuma altı yenisi katılmıştı. Gece yarısını biraz geçiyordu. Karım az önce aramıştı. Yatmamıştı, beni bekliyordu. Birlikte yeni başlayan bir dizinin pilot bölümünü izleyecektik.

Hemen solumda eli şemsiyeli şişmanca bir adam duruyordu. Gençti. Buna rağmen kafası iyice kelleşmiş biriydi. Gri ceketinin omuzları ıslaktı. Tanıdık değildi.

“Metin bey?”

Durdum ve camı indirdim. “Buyrun.”

“AdımTekin. Sizden emaneti almaya geldim.”

“Neyi?”

“Künye kutusunu Metin bey?”

Yüzüne merakla baktım. Erken sevinmeye korkuyordum. Cezam bitmişti belki. Bu şaka değildi.

Kutu sağ koltukta yanı başımda duruyordu. “Bir sonraki künye toplayıcı siz misiniz?”

“Benim. Sanırım yani. Az önce iki kişi çıktı yoluma. Künye toplama işine benim tayin edildiğimi söylediler."

“Neden olduğu söylendi mi?”

Adam başıyla olumsuz bir işaret yaptı.

“Sen de MİT tırları işinde miydin?”

Bu defa başıyla olumladı. “Sosyal medya desteği verenlerden biriydim.”

“Anladım şimdi.”

“Bu künyeler neyin nesi?”

“Bilmiyor musun?”

“Hayır.”

Kutuyu camdan ona uzattım. “Öğrenirsin yakında.”

“Onlar da öyle dedi.”

Arabadan indiğim sırada düşüncelerim karışıktı. Çilem dolduysa, cezam tamamlandıysa niye bu bana söylenmiyordu? Benden önceki künye toplayıcı işi kendi isteğiyle bırakmıştı. Onun durumu farklıydı. Arabamın bagajını açarak alışveriş torbasını çıkardım. Kapağı kapattığımda iki yanımda birer kişi belirmişti. Solumdakinin elinde susturuculu bir tabanca vardı. Uzun boylu, kara gözlüklü gençten biriydi. Siyah ceket, siyah tişört ve kot pantolonluydu. Diğeri de benzer kıyafetliydi, ama daha iriydi.

“Ne oluyor?”

“Pişmansın. Patron sevmedi bu işi. Pişmanlar öter sonunda.”

Birden işe ayıktım. Plan ekibinden yurt dışına kaçmamış ya da hapise girmemiş tek kişiyi ebediyen susturmaya karar vermişlerdi. Bu nedenle Tekin künye kutusunu almıştı. Yerime o devam edecekti.

“Her yerde kamera var,” dedim son bir umutla.

“Kamera biziz.”

İlk kurşun kalp hizasından girdiğinde geriye doğru savruldum. Sendeleyip uyakta durmaya çabalarken karımın ölüm haberimi alana dek telefonla arayacağını, sabah oğlumla kahvaltı yapamayacağımı düşündüm. Babam ne olacaktı? Künyelerin taşıyıcılarının da böyle kaygıları vardı muhtemelen ölürken. Hayat son bulduğunda bütün planlar akim kalırdı.

Yere yığıldığımın şöyle böyle farkındaydım. Pantolonumun arka cebinden cüzdanım, bileğimden saatim alınmıştı. Duruma soygun süsü vereceklerdi belli ki. Birkaç defa Kelime-i Şahadet getirdim. İmanımı ve ahiret inancımı silip atamadığım için yaptıklarımdan pişmandım. Bu nedenle bir mağfiret yolu açılmıştı. İnşallah öyleydi. Bana tahsis edilmiş bir kahrı çekmiştim. Bu yolda tükenip gidiyordum. Aklımdan geçen son düşünce dudak kaslarım izin verse tebessüme dönüşecekti. Acaba benim de bir künyem olacak mıydı?