Küstüm Çiçeği

Küstüm Çiçeği
Küstüm Çiçeği

Konuşmaya başladım sonra çiçekle, anlattım her şeyi, özür diledim defalarca, yalvardım hatta. Her gün iltifat ettim, sevdim, okşadım, ağladım ama nafile çok büyük küstürmüştüm çiçeği. Böyle böyle günlerce konuştum, dil döktüm. Nasıl korkuttuysam, konuşsam kapanıyor, ağlasam kapanıyor, ne yapacağını şaşırmış, nasıl davranacağını unutmuş sanki.

“Neden,” dedim. “Neden başta söylemedin yaşadığını, bu denli yaşadığını neden en başta söylemedin?” Çaresizce çiçeğin yapraklarını okşadım. O kadar nahif, o derece narin davranmama rağmen yapraklar parmaklarımın arasında çatır çatır kırılı p ufalanıyordu. Sağa sola saldırmamak için kendimi zor tutuyordum. İçten içe bağırıyordum, “Neden söylemediniz bu kadar canlı olduğunuzu?” Ağzımı açamadım, yüreğim kaldırmadı. Hüngür hüngür ağladım. Çiçekle vedalaşıp gözümdeki yaşı sildim. Ceketimi almış kapıya doğru yürürken, tanıdık kimseye yakalanmamak için dua ediyordum. Nefesimi tutup kapıdan dışarı adımımı attım.

Başım önde, koşar adım giderken, atmosfere giriş için kendimi motive etmeye çalışıyordum. “Soğan,” diyordum, “Soğana odaklan, cücüğe, tek yumruk. Göz yaşını soğanla yıkar, kebapla ayılır, ayranla toparlanırsın.” Hepi topu yirmi metre yol kalmış, henüz kimseye yakalanmamıştım ve nefesim de tükenmemişti. Hafif hafif gelen kebap kokusuyla soluk alıp vermeye başladım. Her nefeste hücrelerim yenileniyordu. Kendime geliyor gibiydim. Kendimde olmadığımı düşünüyordum son zamanlarda çünkü. Nerede olduğumu, nereye gittiğimi de bilmiyordum ama her seferinde ocakbaşında buluyordum kendimi.

Camın ardından Reşat Usta’yı gördüm, baba adamdı, halden anlıyordu. Göz kırptı, başıyla ‘’Gel içeri alayım hararetini,’’ der gibi bir hareket yaptı. Nasıl yapıyordu bunu, her mimikle, jestle başka başka cümle kurmayı? Bilmiyordum ama halden anlamasına yoruyodum bunu. Çökmüş omuzlarımı dikleştirdim, göğsümü gerdim, boğazımdaki gıcığı temizleyip sesime ayar verdim. Son kez soğanı aklıma getirdim ve yumruğumu iyice sıktım, hazırdım. Tam kapıya elimi attım ki, bir sıcaklık hissetttim. İrfan Abi. Benden önce davranıp kapıyı açmış dışarı çıkarken, İrfan Abi’nin eline sıkıca yapışmıştım. “Abi,” dedim, öksürdüm sesimi kalınlaştırdım. “Abi,” dedim tekrar, “Pardon yanlışlıkla,” diye devam ederken sesim kendiliğinden inceliyor, gözlerim yaşarıyor, omuzlarım düşüyordu.

Bir iki deneme daha yaptım, olmadı. İrfan Abi gür sesiyle, “Oğlum bıraksana elimi, bu halin ne?” diye kükreyince koyverdim kendimi. Oturdum kaldırıma, hüngür hüngür ağlamak üzereydim. En azından şunu yapmayayım, diyerek kendimi biraz sıkmaya çalıştım ve salya sümük ağlamaya başladım. O arada Reşat Usta İrfan Abi’ye bir kaç kaş göz ve bir miktar mimikle “Çocuğu al tekneye götür ifadesini al, derdi neymiş öğren, kaç aydır her akşam böyle, verem olacak yakında, yazıktır,’’ dedi bana çaktırmadan, çakmamazlıktan geldim. İrfan Abi omzuma bir iki teselli vuruşu yaptı ve eliyle ‘’Kalk bakalım, düş önüme,’’ dedi. Bu adamlar da bir tuhaftı, her yerleriyle konuşuyor, cümle kuruyorlardı. “Hal dili dedikleri bu olsa gerek,” dedim, kalktım. Sessiz sedasız limana yürümeye başladık.

İrfan Abi balıkçıydı, hâlâ da balıkçı ama önceden bir başka balıkçıymış, şimdi başka. Yengeyi kaybedince değişmiş. Reşat Usta anlatmıştı bana da “Çakmak çakmaktı gözleri eskiden, bir uçan kaçardı ondan bir de koşan, yüzenleri affetmezdi,’’ demişti. Reşat Usta da baba adamdır filan diyorum ama ağzında... “Reşat iyi adamdır,” dedi İrfan Abi bıyık altından gülerek. Kızardım, “Doğrudur abi,” dedim. “Gözünüzü seveyim bu kadar yüklenmeyin.” Güldü. Tekneye indik, kıyıya çarpan dalgalar tekneyi hafif hafif sallıyor. Sallandıkça da rüzgar bir başka çarpıyordu. Gökyüzüne baktım, ileride denizle birleşiyordu. Derin bir soluk alıp biraz açılınca oturdum.

İrfan Abi semaveri çıkardı “Gece uzun kurtuluşun yok,’’ der gibi bir bakış attı. “Abi,” dedim, “uykusuzum, tekne beşik, hava soğuk gideyim ben.”“İyiyim,” dedim. “Deniz havası açtı tuzlu tuzlu, kendime geldim,” dedim. “Rahat ol oğlum,” dedi, “bizden mi saklıyorsun.” “Yok abi,” dedim. “Nasıl saklayayım sizden bilmiyorum ki. Nasıl anlatayım onu da bilmiyorum aslında,” diyecektim ki baktım İrfan Abi bıyığını çıkartıyor. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. O dağ gibi adam bir inceldi, bir hüzünlendi, bir mazlum hal aldı karşımda, neye uğradığımı şaşırdım. “Şimdi anlat bakalım,” dedi. “Abi,” dedim şaşkın şaşkın. “Anlatayım madem o kadar zahmet ettin. Yalnız anlatmadan önce bir şey soracağım. Reşat Usta, onun bıyık da mı?” “Ne sandın ya?” deyip gülerken aynı zamanda “Had idökül bakalım,’’ der gibi de gülüyordu.

“Abi benim bölümü biliyorsun,” dedim. “Ev orman, kır bahçesi. İlgim merakım da çok. Her zamanki gibi basit bir botanik deneyiydi başta. Mimosa Pudica, küstüm çiçeği. Karşılıklı on beş-yirmi tane parmağa benzer yaprakları var. Bir de çiçek açıyor, polene benzer bir çiçek pembe ama. Hareketli abi bu çiçek, akşam olunca yapraklarını toplayıp, içine kapanır gibi uyuyor, sabah da aynı şekil açılarak uyanıyor. Çok zarif, çok asil, çok da değerli bir bikti. Yapraklarına dokununca küsüp kapanıyorlar, tekrar açılması bir yirmi dakika filan sürüyor, su istiyor bazen açılmak için. Başta böyle, sadece hareketliydi. Mekanik geliyordu bana. Sonra sonra anladım canlı olduklarını. Biliyordum tabi önceden beri ama bilmek var bilmek var abi."

“Anlat bakalım,” dedi İrfan Abi, “nasılmış bu bilmekler.”“İki taneler abi bunlar, ikisini de ellerimle ektim, büyüttüm. Deney basitti, birine hiç dokunmayacak elimi dahi sürmeyecektim, diğerine de günde üç-beş kez dokunup küstürecektim. Başlarda her şey gayet normaldi hatta eğlenceliydi de, sonra git gide... Günden güne çiçeği küstürürken içimde bir burukluk olmaya başladı. Hafifçe dokunuyordum, yapraklarını tek tek, yavaşça kapatıp bir kenara kıvrılır gibi yatışını izlerken içimde bir şeyler kıpırdanıyor, vicdanım sızlıyordu sanki. Hata yapıyormuşum, suç işliyormuşum gibi bir hisse kapılıyordum. Durmadım tabi, deney yapıyordum abi sonuçta, devam ettim. Gözlemliyordum, not alıyordum.

Dokunmadığım çiçek, her gece kendi halinde kapanıp sabah açılıyordu. İyice büyüdü, serpildi, güzelleşti. Hatta çiçek açtı kaç tane pembe pembe. Çok da güzel abi çiçekleri, narin mi narin. Ama diğeri de günden güne solmaya başladı, yapraklarının rengi git gide sarardı, bir kaç dalını kaybetti hatta. Büyümedi de boynu bükük, kırgın bir hal aldı. Sabahını akşamını unuttu, ne zaman kapanacak ne zaman açılacak şaşırdı sanki. Çiçek de vermedi hiç. Abi inan not defterim şiir defterine döndü.” Anlattıkça İrfan Abi’nin de boynu bükülüyordu. Çayları doldururken, “Tesirlenmişsin sen, haliyle hallenmişsin çiçeğin,” dedi.

Soluklanıp açılmaya çalıştım. “Neyse abi,” dedim. “Konuşmaya başladım sonra çiçekle, anlattım her şeyi, özür diledim defalarca, yalvardım hatta. Her gün iltifat ettim, sevdim, okşadım, ağladım ama nafile çok büyük küstürmüştüm çiçeği. Böyle böyle günlerce konuştum, dil döktüm. Nasıl korkuttuysam, konuşsam kapanıyor, ağlasam kapanıyor, ne yapacağını şaşırmış, nasıl davranacağını unutmuş sanki.” Boğazım düğümlendi, konuşamayacaktım. İrfan Abi’nin gözünün içine baktım, iki damla yaş süzülüyor, ben de saldım kendimi, bir yandan ağlıyorum bir yandan anlatıyorum.

“Hassaslaşmaya başladım abi, inceldim resmen. Korktum bu sefer, ‘Kendine gel oğlum ne oluyor,’ dedim ama bir türlü gelemedim kendime. Hatta iyiden iyiye kaybetmeye başladım kendimi. Önce oturuyor konuşuyordum güzel güzel, anlatıyordum, özür diliyordum kibarca. Sonra sinirlenip bağırıp çağırmaya başlıyordum. Kızıyordum çiçeğe, ‘Ne hale getirdin lan beni!’ diyordum. ‘Erkek adamım lan ben!’ diyordum, kükrüyordum. ‘Delirttin beni,’ diyerek ağlıyordum bu sefer de. Sonra hiç elimi sürmediğim çiçek de değişmeye başladı abi yavaş yavaş, çiçeklerini döktü, yaprakları soldu onun da. Ömrü de var daha yaşını doldurmamış. Dört sene filan yaşıyor bunlar normalde. Bu ikisi ağır ağır solmaya, çürümeye devam ediyordu.

Sonra esas felaket oldu. Diğer çiçekler, otlar. Ne kadar bitki varsa hepsi solmaya başladı. Çıldırıyordum yavaş yavaş, her gün konuştum hepsiyle tek tek, sarıldım, ağladım. Öfkelenip bağırıp çağırdım. Ne yapacağımı şaşırdım. En sonunda sustum. İzlemeye başladım sadece. Evin bütün rengi gitti günden güne, bütün yapraklar soldu, bütün çiçekler döküldü. Zayıf olanlar, narin olanlar bir bir ölüp toprağa karıştı. Karanlık, izbe, huzursuz bir mezara döndü resmen ev. Geceleri uyuyamaz oldum. Kapatıyordum gözlerimi, çiçeklerin için için ağladıklarını, inlediklerini duyuyordum. Açıyordum abi gözlerimi kapatamıyordum bir daha, sabaha kadar oturuyordum karanlıkta. Aylardır böyle işte abi. Reşat Usta’nın kebabı da bahane, muhabbeti biraz toparlıyor beni ama o da bir derece işte,” dedim, sustum. Soluksuz yarım saat ağladık İrfan Abi’yle karışılıklı.

“Gel ulan!” dedi, sarıldık bir de öyle ağladık. “Abi,” dedim, “ben ne yaptım, ne oluyor bana?” Kalktı, kamaraya girdi. Elinde küçük bir saksıyla geldi. “Bak,” dedi “nergis, yengenin çiçeği. Onun hasretini bununla tutuyorum. İlgileniyorum, sohbet ediyorum, hatta inan sohbet ediyoruz. Nazını çekiyorum, seviyorum, okşuyorum, kokluyorum,” dedi. Bıraktı çiçeği masaya, tekrar kamaraya girdi. Nergise baktım, öyle güzel açmış sapsarı. Öyle güzel kokuyordu açık havada. Bütün denizin yosununun, tuzunun kokusunu bastırıyordu. İrfan Abi geldi elinde bir bıyık. “Al,” dedi “oğlum bunu, zamanla alışırsın.”“Eyvallah Abi,” dedim, toparlandım. Nefesimi tutup bıyığı taktım, kıyıya adımımı attım.

  • “Yeryüzündeki herhangi bir nesneyi derin düşündüğünüzde kendinizi onun gökyüzündeki suretinin huzurunda bulursunuz.” K. Armstrong, Mitlerin Kısa Tarihi