Limon Sıkacağı

 Sıkacağı limonun içinde bırakıp kapağını kapatabiliyorsunuz. Böylece limon kurumuyor.
Sıkacağı limonun içinde bırakıp kapağını kapatabiliyorsunuz. Böylece limon kurumuyor.

Seyyar satıcı anlatmaya başladı. Şu elimde görmüş olduğunuz... Yolcularla göz göze gelmemeye çalışarak tanıtıyordu limon sıkacağını. Önce limonun baş kısmına sıkacağın nasıl yerleştirileceğini gösterdi yolculara. Doğru tarafa çevirmeniz, ters tarafa çevirmemeniz çok önemli dedi ve sıkacak, limonun içinde ilerlerken tüpte limon suyu birikmeye başladı.

Embriyo yutmuş bir tüp, boğa yutmuş yılana mı benzer yoksa şapkaya mı?

Küçük Ama Onurlu Prens

Yarım saat önce tanışan iki kadından biri diğerine yalvarıyordu.

“Lütfen lütfen öldürme onu!”

Yalvaran ile yalvarılan kadının anadilinde özne ve nesne için aynı işaret zamiri kullanıldığından hikâye biraz daha karmaşık hâle geliyordu. Çünkü yalvarılan kadın, birazdan öldüreceğinin biri mi bir şey mi olduğuna karar veremiyordu. Karar verse belki işi daha kolay olacaktı.

İnsan yeni tanıştığı birine niye yalvarır? İnsan yeni tanıştığı birine hiçbir şey anlatmak istemezken bir de bakar ki her şeyi anlatıvermiş. Yalvarılan kadın cevap verdi:

“Zaten yaşamıyor ki.”

“Ama öldürmezsen yaşar.”

Yalvarılan kadın, yaşamıyor ama yine de öldürmezsem yaşayacak, o zaman o bir şey değil biri olmalı diye düşünürken yalvaran kadın diretti:

“Yok etme. Dünyaya getir ve bana ver. Dilersen ona bir emanet gibi bakar, günü geldiğinde senin varlığından haberdar ederim, ama istemezsen ruhumdan ve canımdan kopmuş bir parça gibi sahiplenir, her şeyi olurum.”

Gönül isterdi ki bu derin sözlerin sarf edildiği mekân çok daha gizemli olsun. Heyhat!.. Varoluşa dair bu sözler ne bir mabette ne dalgalı bir denizde ne de rüzgârların türkü yaktığı yemyeşil çayırların üzerinde söylendi. Mistik fonu hak eden bu cümleler gri bir kapının önünde birbirini önceki gün aynı saatlerde tanımayan iki kadın arasında geçti. Her ikisi de yoksundu ama farklı şeylerden.

Yalvarılan kadın, onun bir şey mi biri mi olduğunu düşünüyordu hâlâ. Kararsızlığının pekiştiği sırada... (Limon sıkacağı satan adam vapurdaki hangi salona girsem, diye düşünüyordu.)

Şimdi bu kapının önünden kalkıp eve geri dönse, durumu kocasına nasıl açıklayacaktı, daha da önemlisi, yalvaran kadına güvenebilir miydi yalvarılan kadın? Ya baştan vereceğine dair söz verip, yüzünü gördükten sonra çocuğundan vazgeçemezse, ne yapardı o zaman. Yok, olacak iş değildi bu. Bir an önce içeriden çağırsalar da bu işkence bitse diye düşündüğü sırada... (Vapurun merdivenlerini çıkarken poşetlerden birini yere düşürdü limon sıkacağı satıcısı. Üç renk limon sıkacağı vardı bir poşette. Kırmızı, mavi sarı... Üç tanesini 5 liraya satıyordu. Beşi üçe bölsen sonsuz kalanlı olurdu sonuç. Bu sonsuzluğun limon sıkacağı satıcısına hiçbir yararı olmazdı. Düşeni alıp diğerlerinin yanına koydu. Kırmızı, mavi, sarı... Üç renkten birinden vazgeç, deseler... O renk bundan sonra hayatında olmayacak deseler hangisini çıkartırdı limon sıkacağı satıcısı. Kırmızı ateşin, mavi suyun rengiydi. Onlar çoktan vardı. Belki sarı. Sarıdan vazgeçerdi.)

Bazen zamanı hızlandırmanın yolu daha fazla konuşmaktır. Yalvaran ve yalvarılan kadın arasındaki konuşma sürüp gitti. Hangisi daha zor durumdaydı, karar vermek her babayiğidin harcı değildi.

“Bu doktor çok mu iyiymiş, hem de devlet hastanesinde. Böyle başarılı doktorlar, genelde özel yerler açıp paraya para demiyorlar.”

“Çok şükür, merhametli biri herhâlde.”

İlk defa birinin merhametinden korktu yalvarılan kadın. Ya doktor bu işi yapmayı kabul etmezse, kocasına ne cevap verirdi. Yanındaki düşünmeye devam ederken konuşmayı kesmeyen her fâni gibi, yalvaran kadın da konuşmayı sürdürdü:

“Ama özelde de olsa giderdim. Çocuğumu kucağıma versin diye elimde avucumda ne varsa önüne sererdim.”

“Çocuğunun olması için harcama yaparken, doğduğunda gereken miktarı da hesap edip kenara ayırsan iyi olur. Sonra benimle aynı nedenden gelme bu kapıya.”

“Yıllardır çocuk hasreti çeken biri olduğum için anlayamıyorum seni. Diğer ikisinin yanında o da büyür.”

“Eskidendi o dediğin. Tarladan yenilip nehirden içildiği zamanlardaydı. Şimdi pastel boyayı tarladan toplamıyoruz. Sulu boyanın suyunu bile faturadan ödüyoruz.”

“İstersen yine sen büyüt. Ben kendi çocuğum için ayırdığımı sana vereyim.”

Yalvarılan kadın bu teklif karşısında bir an durakladı. Olabilir miydi? Bu bir insana karşı çok büyük borçlanmaktı. Yalvaran kadını teselli etti:

“Belki bir gün senin de olur çocuğun. Bu kadar mı umutsuzsun? Umudunu kaybedersen olmaz asıl.”

“Aslında bana hiçbir zaman çocuğumun olmayacağı söylendi. Boşuna uğraşma,” dediler.

“Doktor mu dedi bunları?”

“Hayır akrabalar”

“Bütün akrabaların doktor mu?”

“Ben eşimin dedesine baktım. Yıllarca. Yatalaktı. Her türlü temizliğini ben yapıyordum. Mahremini gördüğüm için asla çocuğumun olmayacağını söyledi yaşlı kadınlar.”

“Peki, sen inandın mı buna?”

“Evet.”

Yalvarılan kadının “Keşke inanmasaydın,” dediği sırada... (Vapurun açık alanına geçecekti limon sıkacağı satıcısı. Normalde gezeceği kısımları müzisyen gençlere göre ayarlıyor, onlardan önce geziyordu. Kısa müzik ziyafetini alkışlarla kapatan yolculara limon sıkacağını anlatmak daha zordu. Müzik zevklerinin içine limon sıkmak gibi oluyordu. Ama bu kez küçük bir oyun oynamak istedi. Yolcuların gitar çalıp şarkı söyleyen gençleri alkışladığı sırada sanki alkışlar kendisineymiş gibi girecekti içeri.)

Yalvaran kadın açıklamayı sürdürdü:

“Kayınpederimin ve kocamın hatırı için gözüme gelmedi fedakârlığım. Kimse yoktu bakacak. On yedi yaşındaydım. Kayınpederimi babamdan çok severim. Daha çok tanırım.”

“Erken mi evlendin?”

“Evet ama benimki bir nevi evlatlık alınma gibiydi. Babam biz çok küçükken öldü. Annem ise yüzüne bakmaya kıyılmayacak kadar güzel bir kadındı. Kayınpederim bizim aileye sahip çıkarken dedikodulara neden olmasın, eve rahatça gidip gelebilsin diye on iki yaşındayken beni o zaman on yaşında olan eşimle evlendirdi.”

“Bu hikâyeyi başkasından dinlesem aklıma hiç iyi şeyler gelmezdi. Neden seni evlatlık almamışlar?”

“O zaman yine rahmetli kayınpederimin bizim eve girip çıkması, kardeşlerime kol kanat germesi dedikoduya neden olurdu. Dedim ya annem çok güzel bir kadındı. Hakkında her türlü dedikodunun kolaylıkla yayılabileceği kadar güzeldi. Kardeş gibi büyüdük kocamla da. Sonra günün birinde evlenmemiz gerekti evlendik. Çocuğum olmayınca aynı odada kardeş gibi yaşadığımızdan şüphe ettiler. Ama öyle değildi. Çocukken çocuk gibi, büyüdüğümde genç bir kadının sevmesi gerektiği gibi sevdim kocamı. Kayınvalidem de iyi bir insandı ama kayınpederim kadar iyisine hayatım boyunca rastlamadım ben. Babamla büyüsek ancak bu kadar koruyup kollardı bizi. Dünyaya ona benzeyen iki çocuk getirsem, insanlık görevimi yapmış sayılırım,” dedikten sonra ağlamaya başladı. Yalvaran kadının gözyaşlarını sildiği sırada... (Gençlerin sona eren mini konseri alkışlandı. Uzun bir alkıştı bu.)

Doktorun odasından yalvarılan kadının ismi okundu. Yalvaran kadının bakışları tam da şanına yakışır şekildeydi. Yalvarılan kadının kürtaj olacağı masaya uzandığı sırada... (Yolcular son parçayı tekrar istediler. Bi daha bi daha diye ortalığı inlettiler. Bir çocuğa daha bakamazdı limon sıkacağı satıcısı. Kısa bir an karısına telefon etmek, çocuğu aldırmamasını söylemek geçti aklından. Sonra vazgeçti. Zaten tezahüratı da üzerine alınmadı. Gençler tadında kalsın dedikçe yolcular ısrar etti. Limon sıkacağı satıcısı eşikte bekliyordu. İstek şarkısının bitip alkışın başladığı sırada yolcuların arasına girdi. Ayağını her zamankinden biraz daha az kaldırmıştı. Ayakkabısının ucu eşiğe takıldı ama alkışın verdiği güçle çabuk toparladı. Yolcuların yüzüne bakmadan elindeki torbayı yere bıraktı. Sanki yolcular onu alkışlıyormuş gibi başını kaldırmadı bir süre. Alkış dinince satacağı ürünü tanıtmaya başladı. Artık adından fazla ezberlediği, her gün onlarca kez tekrar ettiği sözleri sıralamaya başladı.)

Doktorun sandalyesini yalvarılan kadının gövdesine yaklaştırdığı sırada... (Seyyar satıcı anlatmaya başladı. Şu elimde görmüş olduğunuz... Yolcular arasında elindekine bakan var mıydı, kontrol etmedi. Son günlerde, belki yıllarda böyle yapıyordu. Yolcularla göz göze gelmemeye çalışarak tanıtıyordu limon sıkacağını. Önce limonun baş kısmına sıkacağın nasıl yerleştirileceğini gösterdi yolculara. Püfür püfür esiyordu rüzgâr. Kiminin saçı kiminin eteği uçuşuyor, seyyar satıcının ise poşetleri hışırdıyordu. Üç renk limon sıkacağını aynı yerde toplayan poşetler rüzgârda kendi mini konserlerini veriyordu.)

Doktorun elindeki vakumun ucundaki tüpün embriyoya yaklaştığı sırada... (Seyyar satıcı, doğru tarafa çevirmeniz, ters tarafa çevirmemeniz çok önemli dedi ve sıkacak, limonun içinde ilerlerken tüpte limon suyu birikmeye başladı.)

Doktorun embriyoyu vakumladıktan sonra rahim duvarını iyice kazıdığı sırada... (Seyyar satıcı, sıkacağı, limonun içinden çıkarttı. Limon kabuğunu ters çevirerek içinde bir damla bile su kalmadığını yolculara gösterdi. Ama bütün bunlar, insanların sıkacağı satın alması için yeterli değildi. Limon sıkacağı satıcısı meseleyi felsefi bir sona dayandırmak zorundaydı. Göz göze gelmemeye çalışarak yolculara sordu: Peki neden bu aleti satın almalısınız? Cevabı yine kendi verdi: Sıkacağı limonun içinde bırakıp kapağını kapatabiliyorsunuz. Kullanacağınız zaman tekrar açıyorsunuz. Böylece limon kurumuyor. Bu cevap üçüncü çocuğu yaşatmaya yetmese de ilk iki çocuk için yolcuların ikna olması hâlâ önemliydi.)

Ha bu arada... Embriyo yutmuş bir tüp neye benzer? Boğa yutmuş yılana mı yoksa şapkaya mı? Embriyo yutmuş bir tüp ona bakan kişiyi korkutur mu?