Lorin

İmam Caferi Sadık'a seslendiğinde, Dicle uzanıyordu önünde Lorin'in.
İmam Caferi Sadık'a seslendiğinde, Dicle uzanıyordu önünde Lorin'in.

Her cumartesi geleceği bu kapı; tepesi açık, duvarları bakımsızlıktan dökülmüş, etrafı taşlarla çevrili dört köşe yer, Lorin için bir müjdeler diyarıydı. İşkeçe'nin dediğini yapmış, hiç vakit yitirmeden ziyaretin etrafını saran dört duvarı öpe öpe dönmeye başlamıştı.

  • Kurdun gözleri Dicle'nin bereketli suyundaydı. Suyun üzerinde kımıldanan kuzuların gölgesinde. Bir hata bekliyordu kurt. Sürüden ayrı düşmesini yeni doğmuş bir kuzunun, hasta koyunun adımlarını iyiden iyiye yavaşlatmasını, oyalanmasını sararmış otların arasında bir diğerinin. Kurdun gizlendiği kayanın üzerine, yükseklerden bir kuşun gölgesi düşüyordu.

"Şu sığınağı iyi ki yapmışız. Yoksa nasıl katlanırdık bunca sese?"

Devran karşılık vermedi. Gereksiz yere konuşmazdı o, gerekli olduğu zaman da öyle pek gelmezdi zaten. Oysa şimdi bu sığınağın altında, kadın, tedirginliğine seslerden bir zırh geçirmek, sonra da o zırha sığınmak istiyordu. İstiyordu ki kocası dağların, ağaçların, evlerin tepesine yağan bu uğultulu ölümün onlara hiç dokunmayacağını söylesin. Korkma geçecek, desin. Yanındayım burası güvenli, desin. Bu toprağın üzerinde ateş eksik olmaz, birazdan sönecek, desin. Ama Devran sadece susuyordu. Mermilerin çatıya avuç avuç boşalan sesinin tam ortasında, ölüm ve dirim dört yanlarını sarmışken bile susuyordu. Kadın bu kan gölünün ortasında hâlâ bir yakınlık, bir ses dileniyordu adamdan. Dışarda savaş, kan ve kıyım, evin altındaki bu sığınakta Dicle gibi akıp giden bir hayat vardı.

"Başımızı alıp gitsek ya, savaşın hiç uğramadığı, her şeyi haberlerden öğrenen uzak batı şehirlerine gitsek."

"Birazdan geçer, söylenmeyi bırak!" dedi Devran. Bunu derken gözlerini yerden kaldırmamıştı hiç. Oysa kaldırsa bir, güzelliğini hâlâ yitirmemiş akça pakça Lorin'i görecekti. Gözlerinin akına, arzunun ve ümidin bulaştığı Lorin'i. Kadın o an bir kez daha ölü bebeklere gebe rahmini suçladı. Hepsi bunun yüzünden, diye geçirdi içinden. Hepsine sebep bu. Fakat onunki, ilk geceden başlayan bir sessizlik yazgısı değil miydi? Kelimelerin Devran'ın göğsünden alındığı zaman, onun bir kan pıhtısı olduğu zamanla eş değil miydi? Seslerle duyan, seslerle gören, seslerle yürüyen, kalkan ve doğrulan Lorin, bu çok sesli kadın, ikisi yerine konuşabileceğini sandı ilkin. İkisi yerine gülümseyebileceğini. Yoğurt kovalarındaki nanelerin ve terelerin hep taze kalacağını zannetti.

Sandı ki Devran'ın dilinin içindeki kemiği kıracak. Her gün bir kemiği söküp alacak ağzından, yumuşayacak dili. Oysa böyle olmadı. Her gün, hep aynı saatte eve giren bu adam onu görmedi, anlattıklarına karşılık vermedi, kuzgunî yüzüne çektiği rastığı fark etmedi hiç. Devran, bir alın yazısı gibi hep aynı kaldı. Kadının rahmindeki çocuklar öldü bu sessizlikten. Kadın öldü. Ölü bir süt aktı memelerinden. Her sabah pılını pırtını toplayıp kaçıp gitmek, kaçıp gitmek, kaçıp gitmek istedi, sonra bir ziyaretin etrafında dönerken buldu kendini. Kelimeleri ölü dillere ait ninniler söyledi, ağıtlar yaktı. Ellerini karnına bastırdı, ümitliydi yine, "Adına ırk atıyorum ya Rabbi, kabul et."

  • Dünyadaki bütün sular sırlanacak, defterler dürülecek, hikâyeler susacak, bir tek Dicle aktıkça akmaya devam edecek, bir tek onun sesi çağlayacak, gürleşecek, içindeki hikâyeleri sürükleyecek bir yatak boyu, diye düşündü çoban sürüsünü bir arada tutmaya çalışırken. Biliyordu Dicle'ye yakılan ağıtları, suyuna değen örüklü saçları, içine gömülü hikâyeleri. Bir tek o değildi bilen, fısıltı gibi kulaktan kulağa yayılmış, kök salmıştı bu hikâyeler. Dicle gibi eski, Dicle gibi ölü bir dile aitti kelimeleri. Kurdun ve kuşun umurunda değildi kelimeler.

İşkeçe denilen kadının dediğini tekrarladı bir kez daha, "Adına ırk atıyorum ya Rabbi, kabul et." Umut, Lorin'in ellerine işte bu sesle uzanmıştı. Bebekleri bir avaz bıraksın boşluğa, cansız bir et gibi düşmesin bacaklarından diye gitmişti kapısına. Civar illerden çocuğu ölen yahut gebe kalamayan onlarcası geliyordu İşkeçe'nin ocağına. Bir derman, evliliklerini diriltmek için bir daldı İşkeçe'nin ocağı. Lorin için de öyle. Sandı ki evindeki sessizliğin ortasına bir bebek çığlığı düşerse, bir ses bölerse uykusunu, düzelecek her şey. Devran'ın dilinin kemiği kırılacak. Ama sandığı gibi olmadı, bebekleri ölmeye devam etti Lorin'in. İkinci çocuğunun da avazsız doğduğu gün, vücudu pıhtılaşmış kandan arınmamışken daha, Dicle'yi gören o tepeye gitmiş ve "Adına ırk atıyorum ya Rabbi, kabul et," diye fısıldanmıştı kulağına. Şimdi, bu sığınağın altında, beşincisini işittiği sözün ilkini, işte o gün duymuştu.

İşkeçe bunu demiş, ardından hazırladığı üç bıçaktan ilkini besmeleyle alıp üç İhlas bir Fatiha okuyarak suyla dolu kabı önce ikiye, sonra tam karşısından tekrar ikiye bölmüş ve "Bu bıçak İmam Caferi Sadık Dede'nin," diyerek bıçağın metal kısmını suyun içine gelecek şekilde bırakmıştı. Bunu tam üç kere, her seferinde başka bir isim söyleyerek tekrarladı İşkeçe. Ertesi gün üç bıçaktan hangisi paslanırsa, hangisi bir küf taşırsa üzerinde, suya bırakılırken ismi söylenen o kişiye bağlanacak, ondan medet umacaktı Lorin. Paslanan bıçak da o bıçağı suya bırakırken söylenen isim de her defasında aynıydı: İmam Caferi Sadık. Böceklerin cırıltısından başkaca sesin işitilmediği bir cumartesi günü vardığında o kapıya, içinde umuda ve her şeyin düzeleceğine dair bir ses vardı. Bir kelime. Devran'da olmayan aydınlık bir kelime.

Her cumartesi geleceği bu kapı; tepesi açık, duvarları bakımsızlıktan dökülmüş, etrafı taşlarla çevrili dört köşe yer, Lorin için bir müjdeler diyarıydı. İşkeçe'nin dediğini yapmış, hiç vakit yitirmeden ziyaretin etrafını saran dört duvarı öpe öpe dönmeye başlamıştı. Döndükçe o; gözleri daha bir dağılgın, yüzü birazdan asacağı salıncağın sallanıp sallanmayacağını düşünmekten sonsuz kere küçülmüş, büklümlenmişti. Döndükçe Lorin, umut ve umutsuzluk arasında gidip geldikçe, kapandıkça kendi üzerine, belli belirsiz bir noktaya dönüşüyordu bedeni. Durdu sonra. Kendi kadar bir taş aradı etrafta. İşkeçe'nin dediği büyüklükte bir taş. Ziyaretin ayak ucuna denk düşen yere otururken eteğinde taş, elinde cebinden az önce çıkardığı al renkli ip, dilinde bir ninni vardı. Bu beklemekle yazgılı, çok mahzun, çok sesli, çok umutlu gelin; al renkli iple bir salıncak ördü, eteğindeki taşı salıncağın tam ortasına bağladı.

İşkeçe'nin dediği büyüklükteki taşı. Ziyaretin hemen aşağısındaki tüller ve salıncaklarla dolu kuru ağacın dalına kendi örgüsünü astı. Dilinde yine ninniler. Ortasına taş bağlı bu salıncak sallanırsa eğer bebekleri ölü doğmayacaktı. Gittiği her yerden bir avuç toprak toplayarak ölü bebeklerine mezar hazırlamayacaktı bir daha. Bir rüzgâr esse, sallansa şu salıncak, ağacın cansız dalları çatır çatır çatırdasa, kuru bir dal gibi kurumasa ümidi, toz fırtınası çıksa, salıncağın üzerine ince bir yağmur yağsa, üflese de sallansa şu salıncak. Ama taş gibi ağırdı Lorin'in salıncağı. Kıpırtısızdı. "Ey Dicle'nin ulusu, kelimeleri göğsünden çekilip alınanlara ses bahşeden, etrafında dönenlere umut, ırksızlara ırk veren; şimdi, taştan bir salıncak sallanırken içimde, kim bulduracak bana evimin yolunu? Bacaklarıma yürümenin dermanını kim verecek?"

  • Çoban, her an biraz daha yükselen bombaların altındaki ürkmüş koyunları topladı bir araya. Bilmedik dilde bir şeyler fısıldadı, tuhaf seslenişlerle çağırdı onları. Derme çatma ağılına girerken sürü, ümidi kırılmıştı kurdun. Her an inceldikçe incelen, inceldikçe incelen, inceldikçe incelen kurtla kuşun dostluğu kopmadan uçmalı ve yeni bir avın haberi verilmeliydi. Kuş tıpkı kıpırtısız gök gibi sessizce süzülürken havada, kurt yerde takip etti onu. Bir işaret bekledi. Bir ses. Bir av haberi. Çok geçmeden de duydu istediğini. Bu kez akçıl bir tavşanın yeri işaret ediliyordu.
  • Kaya kovuğunda bekleyen ve her adımda oradan biraz daha uzaklaşan ürkek bir tavşancık. Kurt için kolay bir lokmaydı. Tek hamleydi. Bir sıçrayıştı yalnızca. Tavşanın göğüs kemiği ayrılırken etinden karga uzaktan izliyordu onları. Bekleyecekti. Bir leş yiyicinin nasibi kalanla yetinmekti. Ama tam da o an, bu kıpırtısızlığın ortasına bir hareketlilik düştü. Gökte çığlıklarla ilerleyen bir karga sürüsü. Daha büyük avların haberi veriliyordu. Kuş, hiç tereddüt etmeden katıldı onlara.

İmam Caferi Sadık'a seslendiğinde, Dicle uzanıyordu önünde Lorin'in. Beyaz badanalı damlı evler, çıplak ayaklı çocuklar ve tozlu yollarla bir hayat uzanıyordu. Oysa şimdi, bu sığınağın altında zifiri karanlıktayken ne Dicle'den ne hayattan ne gün ne de geceden haberli değildi. Böyleyken düşünebildiklerine şaştı. Karanlığın ortasında aydınlık, kendi hikayesinde bir esenlik arayışına şaştı. Dışarısı mahşer yeriyken daha mı kendi oluyordu insan? Daha çıplak, daha özgür, daha mı gerçekti?

"Kalkıp gitsek ya artık. Sesler kesildi, hem içim ezildi benim."

Gözleri kapalı Devran'ın. Zaten kıpırtısız bir adamdır. Nasıl tarif edilir? Hissiz. Kelimesiz ve yorgun. Karşısındaki ne hissettiğini ne düşündüğünü, dahası düşünüp düşünmediğini bile bilmez. Tek kelimelik cevaplar verir, kesik kesik solur. Çok yoruldum, der. Yemek hazır mı, çay var mı çay, pantolonum yıkandı mı? Başka bir şey çıkmaz ağzından. Kalkar bir çay koyarım ben de. Camdaki yansımama bakarım. Çirkin miyim? Bilmem. İki laf eder mi bir gün? Fark eder mi gözüme çektiğim rastığı? Bilmem. Bir çocuğu olsa değişir mi? Hem İşkeçe bu defa olacak demedi mi? Belki düzelir her şey, sallanır astığım salıncak. Altıncı çocuğumun avazını işittiğimde, tırnağımın içindeki kumlar temizlendiğinde, adaklar adayacağım Dicle'nin ulusuna. Bu çocuğumun başı için, diyeceğim. Kan aktıkça uğursuzluk da uzaklaşacak ocağımızdan. Dilindeki kemik kırılacak Devran'ımın. Bir evin içinde her şey olur. Belki biraz sabretmeli. Gidip ziyaretin etrafında bir tur daha dönmeli. Pirinçlerin her birini okutup tereyağlı pilav pişirmeli.

"Kalksana."

Kalkmadı. Kadın emekleyerek indiği yerden çıktı. Beli iki büklüm durmaktan kaskatı. Kapının önüne çıkıp baksa? Günlerdir ara ara duyulan şu seslerin ettiğine, iki adım ötedeki kardeşinin evine varsa, varsa da ne yaptıklarını sorsa. Ama insan öyle bir anda, elini kolunu sallayarak çıkmaya cesaret edemiyor ki. Çıkmadı. Bekledi. Evde dolaştı bir süre. Perdenin arkasında durdu, baktı sağa sola. Baktı ki bahçedeki toprak görünmüyor cevizden. Hemen sıyırdı perdeleri. Yeşilli siyahlı kabuklar, bazıları yumru, bazıları büsbütün dağılmış yüzlerce ceviz. Demek çatıya düşen cevizmiş. Ağaçların içinden gelip geçtikçe mermiler, yere sermiş cevizleri de. Demir kapı gıcırdadı. Devran dışarı çıkıyor.

"Bir çul getir de toplayalım şunları."

Eğildi bunu der demez. Kabuklarından ayrılan cevizleri kazağının önüne biriktirmeye başladı. İnsan nasıl böyle gamsız, umarsız, meraksız olur? Rüzgâr estikçe keskin keskin kokuyor cevizler de, dalda durduğu gibi değil ki. Sahi onlar kalmasın yerde. Varıp bir çul getireyim, kabukları ayrı, taneleri ayrı yerde biriktireyim. Derken gökyüzünde bir karartı. İkisinin de gözü orada şimdi. Yükselip alçalan yükselip alçalan şu karga sürüsünde. Dağların üzerinde incecik siyah bir örtü. Hızla konup kalkıyor. Uzakta bir yerlerde ölenlerin üzerine tüneyen leş kargalarını bu ilk görüşleri değil. Lorin, çiğ etin koparken çıkardığı sesi hatırladı ama üzerinde durmadı, kovaladı leş kargalarını zihninden. Gözlerinin akında arzudan ve ümitten bir iz belirdi:

"Gidip bir çul getireyim kabukları ayrı, taneleri ayrı yerde biriktireyim. Belki yine giderim Dicle'nin ulusuna. Duvarlarını öpe öpe dönerim. Asarım salıncağımı. Hem İşkeçe bu kez olacak demedi mi?"

  • Sanatçı poz kesmeyi bilmelidir. İşin yarısı, o pelerini üzerine yakıştırabilmekte biter. Evet evet böyle söylüyorum. Utanmadan, sıkılmadan... Bunu bana söyleten tarih utansın! "Poz kesme!" "Sanatçı pozu, seni komik duruma düşürür. Gerçekten bir sanatçı olsan da olmasan da." "Doğal ve içten kal. Olduğun gibi görün." Yıllarca, boynuna rengarenk fularlar takıp Efruz Bey gibi gezinenlere, Felatun Bey gibi süzülenlere güldük. Ama sanırım hiçbirimiz bugünleri öngörememişti. Bugün, şimdi sanatçı pozunun zamanıymış ey kâri... Manzara fecaat. Bürokrat gibi "makamda ziyaret" turlarına çıkanlar, esnaf gibi "gel vatandaş" diyerek kitabını kampanyalarla satanlar, kitabı hakkında azıcık övücü söz söyleyene usta bir peşrevci edasıyla binbir temennada bulunanlar: "Büyüğümüze teşekkür ederiz". Olmuyor, olmuyor, olmuyor! Biraz poz kesin lütfen, biraz kasılın, burnunuzdan kıl aldırmayın, azıcık da olsa deneyin. Bu kadar da ayağa düşürmeyin Allah lillah aşkına. Evet böylece söylüyorum evet, dün karşı durduğum ne varsa bugün yanındayım. Çark ettiren tarih utansın! (A.E.)