Mağara Ağzındaki Gölge Oyunları

M. Fatih Kutlubay
M. Fatih Kutlubay

Her iyi yazar gibi Kutlubay da yaşadığı coğrafyaya kayıtsız kalmıyor. Kendi hikâyesini anlatıyor. Bahsettiğimiz dili kullanma becerisini ise bu öykülerde zirveye taşıyor. Öyle ya, o coğrafyanın öyküsünü yine o coğrafyada doğup büyümüş birinden daha iyi kim yazabilir?

Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş tek yönlü olmuştur. Okumayı öğrenen insan artık geri dönülmez bir yoldadır; o artık dinleyici değildir. Dinleyici olduğu dönemdeki gibi düşünemez. Hayalleri dahi harflerle örülmeye başlar. Bu durumu, içeri adım atıldığı anda ağzı devasa bir kaya ile neredeyse hiç ışık almayacak şekilde kapanan bir mağaraya benzetebiliriz. Bu mağara yazılı kültür mağarasıdır. Derinliklerine ilerledikçe galerilerini, sarkıtlarını, dikitlerini, duvarlarındaki oyukları keşfettiğimiz bu yazılı kültür mağarasına öyle alışırız ki sözlü kültürün dış dünyası zihnimizden neredeyse tamamen silinir. Bundan sonrası için giriş paragrafında geçen “neredeyse” sözcüklerine ve niteledikleri cümlelere dikkat kesilmek gerekir. Zira geçtiğimiz Mart ayında çıkan M. Fatih Kutlubay’ın ilk öykü kitabını, Misak’ın Aynaları’nı, bu “neredeyse”ler üzerinden incelemeye çalışmak bazı şeyleri daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Kitap iki bölümde yer alan on dört öyküden oluşuyor. Fiziki olarak bölünmemiş olsa da zihin, anında iki bölümü fark ediyor.

MİSAK’IN AYNALARI - M. FATİH KUTLUBAY KETEBE YAYINLARI
MİSAK’IN AYNALARI - M. FATİH KUTLUBAY KETEBE YAYINLARI

Birinci bölüm, çoğunluğu Çukurova’da geçen altı öyküden oluşurken sonraki bölümde sırtını efsanelere, mitlere, söylencelere dayayan sekiz öykü yer alıyor. “Neredeyse” ler işte tam da bu ikinci kısımdaki sekiz öyküyü irdelemek için gerekliydi. Bu öyküler, yüzlerce yıl önce bir obanın ortasında yanan ateşin etrafında ihtiyar bir ağızdan dökülen masallara benziyor. Hiç zorlanmadan bu duyguyu hissettiriyor. Üstelik böyle hissettiğimiz için farkında olmadan daha bir benimseyerek okuyoruz. Çünkü her ne kadar mağaranın ağzı geri dönüşü engelleyecek şekilde kapansa da boşluklardan incecik bir ışık sızıyor içeriye. Sözlü kültürün dış dünyasını hatırlatan bir ışık. Kutlubay’ın ikinci kısım öykülerinin başarısı da beslendiği bu incecik ışık demetinden kaynaklanıyor. Obadaki ihtiyar gibi anlatmıyor ama hikayesini. Zaten öyle bir anlatının da günümüz insanına ulaşması pek mümkün gözükmüyor.

Kutlubay tam olarak yapması gerekeni yapıyor: Sözlü kültürdeki zenginlikleri alıp kendi muhayyilesinde yeniden biçimlendiriyor, yazıya uygun hale getirip öykü formunda mühürlüyor. Özümüzdeki hikaye dinleyicisini dürtüyor böylelikle, uzun uykusundan uyandırıp kulak kesilmesini sağlıyor. Bunda dili kullanma maharetinin etkisi yadsınamaz elbette. Kutlubay, Le Guin’in şu sözünü duymuş mudur bilinmez: “İyi bir yazar, tıpkı iyi bir okur gibi, metni zihninde duyar.” Fakat bu düsturu ustalıkla uyguladığı su götürmez bir gerçek. Zira kelime tercihleri ve bu tercihlerin cümle içerisindeki dizilimi rastgele hissinden oldukça uzak duruyor. Bu sayede öykünün fonetik olarak da akıcı olmasını sağlıyor. Denemek isteyenler Misak’ın Aynaları’ndaki öyküleri sesli bir şekilde okuyabilirler. Yine Le Guin’in dediği gibi: “Bir cümleyi sınamanın yolu, kulağa düzgün geliyor mu diye sormaktır.” Her ne kadar ikinci kısım öyküleri daha başarılı dursa da ilk kısımdaki çoğunluğu Çukurova’da geçen öykülerin hakkını da yememek gerek.

Her iyi yazar gibi Kutlubay da yaşadığı coğrafyaya kayıtsız kalmıyor. Kendi hikâyesini anlatıyor. Bahsettiğimiz dili kullanma becerisini ise bu öykülerde zirveye taşıyor. Öyle ya, o coğrafyanın öyküsünü yine o coğrafyada doğup büyümüş birinden daha iyi kim yazabilir? Gelgelelim bu öyküler, günümüzde yaşayan yirmi sekiz yaşındaki bir öykücüden ziyade elli sene öncesinin genç bir yazarı tarafından yazılmışa benziyor. Çukurovalı yazarları, sözgelimi Orhan Kemal ya da Yaşar Kemal’i okuyanlar, Misak’ın Aynaları’ndaki ilk altı öyküyü okuduklarında bu iddiayı haksız bulmayacaklardır. Ve bu iddia, aslında övgüden çok eleştiriyi taşıyor içinde. Hikayesinin devamını dört gözle beklediğimiz M. Fatih Kutlubay’ı, “Ninova’da Zaman Taşı” adlı öyküsünde geçen şu satırlarla selamlayarak sonlandırmak güzel olacaktır: “Hikâye devam etmeliydi ki insanoğlu da zamanı yaşasındı. Çünkü insanoğlu hikâyesinin bittiği yerde yok olacaktı.”