Masumiyet Karinesi

Hızır’ı kaybettim, tüm çocukluğumu kaybetmiş gibiyim.
Hızır’ı kaybettim, tüm çocukluğumu kaybetmiş gibiyim.

Bu şehre getirildiğimde gözümü bu şifahanede ecza kokularına açmıştım. Hem titretip hem yakan bir ateş içinde, kimsenin anlamadığı bir dilde yardım diledim. Kendime suskunluğu yakıştırdım, akranım Hızır’ı bulana dek. Annemin bağışladığı hayr dua gibi girdi hayatıma. Suskunluğumu bitiren bir şeydi Hızır’ın varlığı. Yeni kelimeler, yeni bir dil ve merhaba!

“Hayat, teselli olmaktır. Kişi teselli bulduğu şeyle yaşar, onunla hayattadır.” (Hace Yusuf Hemedanî)

Onu kendi hikayeme ben yakıştırdım. Kaybetmeye alışmamak için belki de, bir kez bulunca hep var olsun istedim. Bir vakitler safında yer tuttum sonra el saydım, sırt döndüm. Bir yanı baharsa bir yanı karanlıktı, küftü kalbimin. Onu baharından alıp karanlığa layık gördüm. Bir kalpte taşıdığımı bağışlamadım. Zira öykülerde anlatılan zalim bendim. Merhamet görmediği için körelen kalp benim kalbim. Suçlamasın kimse beni, dilleri kem duaya dönmesin. Onu ötelediğim o karanlıktan öteye bir adım gidemedim. Cezaysa verdiğim, hem ona ceza oldu hem bana. Şimdi yeni bir hüner talim etmek gibi olacak bu kalbi arındırmak. Hazdan, hevesten değil, kendi hikayesinden arındırmak. Sadece bir defaya mahsus anlatacağım, dinleyin beni!

Bu şehre getirildiğimde gözümü bu şifahanede ecza kokularına açmıştım. Hem titretip hem yakan bir ateş içinde, kimsenin anlamadığı bir dilde yardım diledim. Aldığım eczaları kokularından tanır oldum, sonra öksüzlüğümü kabul edebildim. Buradan bir türlü çıkıp gidemeyince, aynı dili konuşacak birini bulamayınca yetimliğimi anladım. Kendime suskunluğu yakıştırdım, akranım Hızır’ı bulana dek. Annemin bağışladığı hayr dua gibi girdi hayatıma. Suskunluğumu bitiren bir şeydi Hızır’ın varlığı. Yeni kelimeler, yeni bir dil ve merhaba!

İkimiz de uzun süre bu şifahanede tedavi gördük. Zaman zaman ayaklansam da iz bırakan bir hastalıktı bu, beni terk etmiyordu. Hızır ise daha zayıf bünyeliydi. Bazı geceler sayıklıyor, uyansa da yatağından uzun süre kalkamıyordu. Ondan evvel iyileşmek istemiyordum. Bizi iyileştirecek şeyin ne olduğunu da bilmiyordum. Bu eczalar mı yoksa bir aile mi? Üstelik aileme dair bilgi sorabileceğim biri de yoktu. Tek bildiğim bu memleketin yerlisi olmadığımdı. Hızır’la buraların yerlisi olmaya başlıyordum.

Hızır’ın sıhhat bulması için, iniltilerine uyandığım her gece dua ettim. Gündüzleri başında ana babası gibi bekledim, öyle ki şifahanenin âdeti olmamasına rağmen yataklarımızı yan yana açtılar. Bana hazırlanan eczalardan ziyade Hızır’a hazırlananları inceledim. Hassas teraziler, havanlar, formüllerin yazılıp üst üste sıralandığı sarı saman kağıtları efsunlu bir âlemi çağrıştırıyordu bana. Hızır ve ben ise bu efsunlu alemin hastalıklı iki çocuğuyduk. Acılarımızın benzerliği beni ona kenetlemişti. Benim küçük ailem Hızır, benim tek hasmım Hızır! Şefkatle baktığım bu gözlere öfke besleyeceğimi tahayyül edemezdim.

Ben Hızır’ı iki kez buldum, bir kez kaybettim. Birinci buluşumu anlattım. İkincisi ise Adem babanın beni evlat edinmek istemesiyle oldu. Bu şefkatli adamla gitmek istesem de aklım Hızır’daydı. “İyi düşün oğlum,” dedim kendi kendime, “iyi düşün ayrılma Hızır’dan.” Çocuk aklımla, Adem babanın beni almaya geleceği vakit saklanmamın yeterli olacağını düşünmüştüm, beni bulamazsa vazgeçeceğini.

Küçük bohçam hazırlanıp yatağımın başına koyulduğu vakit Adem babanın geleceğini sezmiş ve saklanmak için harekete geçmiştim. Şifahanedekilerden uzağa olmayacaktı belki ancak Hızır’a en yakın yeri seçmiştim. Beni yatağımda bulamadıklarında mescit, kiler, bahçe, tüm odalar aranmış tam kaçtığıma kanaat getirecekleri vakit Hızır’ın yorganının altında olduğum fark edilmişti. Adem babam Hızır’ın yol arkadaşlığına talip olduğumu sezmiş, ikimizi de evlat edinmişti. O gün Hızır’ın kaderine müdahale ettim ben, yönünü bir ömür kendime çevirdim. O vakit her şeye dayanabilirim zannederdim.

Evde bizi bekleyen sadece sıcak yemekler, yeni esvaplar değildi. Bahçe kapısına yaslanmış yolumuzu bekleyen bir Havva annemiz vardı. Anne bir dua idi, onun mahfazası içine alındığımı hissettim. Hamd ettim.

Havva anne bizi yıkayıp, temiz esvapları giydirip, karnımızı doyurduktan sonra Adem baba yanına alır, bu dili iyice öğrenmemiz için isimleri öğretirdi bize. Gündüz mürekkebini, kamış kalemini, aharladığı kağıtlarını alır, yaptığı işin ehemmiyetine yakışır bir titizlikle yazmaya başlardı. Akşamları ise bize hikayeler anlatırdı.

Bir akşam ikimizi de yanına alıp bir hikaye anlattı Adem baba ve bizi iyileştirebilecek bir adım attı: Bize yeni bir isim verdi. Elinde mübarek kitap, hikayeyi oradan anlattıktan sonra bundan böyle herkesin bana öyle sesleneceği yeni bir isim verdi. Beni iyileştirebilecek şeyin bu olduğuna o an inandım. Yeni bir isim, baş göz üstüne, kabul ettim. Daha sonra Hızır’a yeni ismini bağışladı, itiraz ettim, “Onun adı Hızır kalsın,” dedim.

Yeni ismim bana, bu aileye gelmeden evvel ki bütün hislerimi unutturmuştu. Hastalığımdan mütevellit ayrı düştüğüm aileyi, onların bende tek işareti olan dili. Evet, o dili unutunca ispatı kalmayan ailenin varlığına da inanmamaya başlamıştım. Kalbimde kimseye karşı bir maraz yoktu. Çocukluğumun elleri kalbimde kirli bir iz bırakacak hiçbir şeye meyletmiyordu. Zira çocuk aklımla, bende açılan yaranın onlarda da açılmış olacağına kanaat eder ve bağışlardım onları. Unutarak bağışlardım. Nasıl anlatılır, yokluğum bir kitaptan sayfalar koparmış olmalı, yokluğum bir nehri kurutmuş olmalı, buna inandım bunca vakit, tesellimdir!

Yeni ismimde şifa aradığım o gece rüyamda her gün su çektiğim kuyuyu gördüm. Beni içine kim atmıştı? Ertesi gün ve daha sonra o kuyuya hiç yaklaşmadım. Ne vakit rüyam aklıma gelse, Adem babamın yanına gider, bana da yazmayı öğretmesini isterdim. İlkinde mürekkep yalatmıştı bana… Adem babam önüme bazı örnekler koyar, yazmamı isterdi. Zamanla bakmadan yazacak hale gelmiştim. Öyle ki geceleri yaktığım kandili yanıma alır, yazmaya başlardım. Gökyüzü, rüzgar, his, varlık, Allah. Allah vardı. Neye baktım da onu görmedim. Hepsini yazmaya çalışırdım. Rüyalar da hakikate dahil miydi? Ben hepsini yazardım. Bunları Adem babama okuttuğumda yazdıklarımın isminin şiir olduğunu söyledi. Adem babam sadece bana değil, yazdıklarıma da onları tanımlayacak bir isim vermişti.

Ben yazardım, Hızır okurdu. Okudukları bana ait olmasına rağmen onu hayran hayran dinlerdim. Zira ben okumazdım. Hayır, okuyamazdım! Bu kekemelik öldürürdü beni, şiirlerime ses veremezdim. Sohbet ederken beni rahatsız etmeyen bu kusur, söz konusu şiir olunca beni yarım bırakırdı. Hızır tamamlardı beni. Ta ki ben onu kaybedinceye dek.

Adem babam atölyesinde yazıyla vakit geçirirken, Havva annem bahçede ıhlamur ağacının gölgesinde dinlenirdi. Bazen bahçeden topladığı papatyalardan hazırladığı çayı, bazen de taze meyveleri ikram ederdi. Bahçeye dâhil sayardım Havva annemi; her mevsim ayrı bir zarafet katardı ona; nar çiçeklerinden, erguvandan, kiraz çiçeklerinden, hanımeli ve müge çiçeğinden terkip edilmişti sanki. Ben atölyede meşk tedrisindeyken, Hızır da Havva anneme bahçe işlerinde yardım ederdi. Meyveler toplanacağı vakit onlara eşlik ederdik.

Hiç unutmuyorum bir keresinde, dizlerime kadar kara bata çıka bahçeye gitmiş, iki kez düşüp üçüncüde nar ağacına tırmanabilmiştim. Kucakladığım narları kazağımda toplayıp eve götürmüştüm. Havva annem bir narlara bakmış bir de benim kara bulanmış halime bakıp gülümsemişti. Hızır’a hırka örüyordu, bırakınca narları keseceğini söylemişti. Bense bekleyememiştim. Ondan izinsiz kestiğim narın suyu örgüye bolca sıçramıştı. Havva annem iflah olmayacağına kanaat getirdiği örgüyü yarıda bırakıp yeni bir hırkaya başlamıştı. Bense uzun zaman Havva annemin emeğini ziyan ettiğimi, Hızır’ın hakkını çaldığımı düşünmüştüm. Nasıl anlatılır, içinde peygamber olan şehri terk etmişim gibi utanca gömülmüştüm.

Ben yıldızları seyretmeyi severdim, Hızır derinliğinde hazineler saklayan denizi severdi. Ben elde var olanla yetinmeyi seçerdim, Hızır bilmediğini keşfetmenin peşindeydi. Ben kelimeleri toplayıp onların sükûnetinde dinlenmeyi yeğlerdim, Hızır aynı kelimelerle bir ayaklanma halindeydi. Kimi vakit Adem babamla atölyede meşk tedris ederken, Hızır’ın yaptığı vukuatları Adem babama haber ederlerdi. O dinler ve teslim olurdu. Benimse sebepler aklımı kurcalardı. Adem babamın peşine düşmediği soruların ben yakasını bırakmazdım. “Neden Hızır, neden yaptın bunları?” Sorularım onu durdurmazken, o beni durdururdu. “Peki sen, sen neden bu şiirleri yazıyorsun?” O an benden cevap beklediğini değil, bunu zaten bildiğini anlar ve af dilerdim. Ancak ne vakit yeni bir hadisesini duysam yeniden sebebi aklımı kurcalardı.

Hızır ve ben böyle anılarla bugüne geldik. Artık uzun yollar düşlüyorum, yeni kelimeler. Bazen Adem babamdan kalan ata binip kırlara koşuyorum, bazen dağlara çıkıp kendi mucizemi arıyorum. Benim hünerim yazmak, felaketim dilimdeki bu kusurdu. Geriye kalan ne varsa Nar olsun istiyordum. Nar bana bir yağmur sesi, bir kuş sesi, bir ney sesi olsun istiyordum. İsmine aşk olsun, Nar henüz kalbimde beliren bir sevdaydı. Ne vakit kalemimden dökülen her şey olmaya başladı, artık bundan haberdar olsun istedim.

Nar hakikatimden bir cüzdü ve ben hakikatimi şiirle tamam edebilirdim, hayal ederek değil. Oysa şiire ve yazmaya en çok ihtiyaç duyduğum şu vakitte yeni bir maraz beni hem işgal hem imha ediyordu. Evvela kolumda bir ağrı peyda oldu, nasıl sirayet ettiyse günler içerisinde kalem tuttuğum elim titremeye başladı. Havva annem havanda otlar dövüp sardı, geçmedi. Dinlendim, yoruldum, günler devirdim, geçmedi. Adem babam yaşasa çektiğim acıyı anlardı. İlmine sahip olduğumun hünerini kaybediyordum. Bir hattatın elinin titremesi nasıl anlatılır, bir dili bilen son kişinin ölmesi gibiydi. Hayır. Hayır, yanılıyorum. Anlatılamaz, sadece bulmuşken kaybedenler bilebilir.

Adem babamın evine geldiğimden beri hasta kalabileceğime hiç inanmamıştım. Ben Adem’in isimleri öğreterek iyileştirdiği çocuk değil miydim? Oysa şimdi herkes gözlerime bakınca şifahanedeki o hasta çocuğu hatırlatıyor. İnkar ettiğimi yüzüme vurarak beni kaç kez öldürdüler Allah’ım! Beni hep öldürdüler zira ben yeni ismine sığınıp eski ismini terk edemeyen çocuğum. Ben inkar ettiği ne varsa ona sımsıkı bağlı çocuk. Ben ismi değişse de kaderi her isimde aynı kalan, noktası koyulmuş, sayfası dürülüp sandıklarda muhafaza edilmiş, dili unutulan o öksüz ve yetim çocuk. Ben hakikatini yalnızca rüyalarda çağıran, uyanınca inkar eden, sırt dönen; ben gözlerini şifahanede açan çocuğum hala, ailesinden ayrılma sebebi olan hastalığı üzerinden bir türlü atamamış çocuk. Bu hastalık her ayrılığın sebebiyken şimdi yeni bir maraz kalem tuttuğum elime sirayet ediyordu. Gözlerini şifahanede açan çocuğum, büyümüşüm fakat bir türlü iyileşememişim.

Atölyeyi günlerce açmadım. Açtığım zamanlarsa göğsümde bir alev hissettim, ben kamış kalemi elime aldıkça harlanan bir alev. Hızır yanıma gelir, beni atölyeden çıkarırdı. Sırtımızı bir dağa yaslayıp otururduk. “Beklemekte şifa var mıdır?” diye sorardım. “Beklemek bir ömür sürebilir, bir ömrü şifa aramaya adayamazsın,” derdi. Halbuki ben tüm ömrümü şifa aramaya adayabilirdim. “Şifam Nar olsun istiyorum” deyince “Bunun tek yolu yazman mı?” derdi. Nar beni şiirlerimle keşfetsin isterdim, şiirlerimi yazımdan okusun. Kusurlu sesimi Nar’a yakıştıramazdım. Nar öyle güzel, öyle tamamdı ki, kendimi yanında eksik sayardım. Konuşursam Nar’ı kaybederim zannederdim, susardım ve Nar giderdi. Kendimi var kılmak için yazmaktan başka seçeneğim yok zannederdim.

Havva anneme gittim. Bahçede buldum onu, yıllardır âdet edindiği üzere ıhlamur ağacının gölgesindeydi. Ben onu hep cennette var olduğu söylenen Tûba ağacına layık görür, onun altında tahayyül ederdim. Beni görünce ayağa kalktı, merhametli ellerini uzatıp titreyen elimi öptü, o vakit eski sıhhati geri gelir zannettim. Gelmedi. Ancak Havva annemin elinden gelen tek şey bu değildi. Adem’in yol arkadaşı Havva, benim için kamış kalemi eline aldı ve söylediklerimi yazmaya başladı.

Ertesi sabah, Havva annemin yazdığı sayfaları Nar’a ulaştırmaya kararlıydım. Şu kekeme sesimi duymadan evvel şiirlerimi okursa hakikatim tamamlanabilirdi. Atölyeye gittim, kapısı aralıydı. İçeriye girdiğimde tüm yazı malzemelerimin kırıldığını, mürekkeplerimin döküldüğünü gördüm ve Hızır’ı. Hızır, Havva annemin yazdıklarını yırtmıştı. O an ikimizin de bugüne taşıdığı anıların tane tane döküldüğünü hissettim. Üstelik nar lekesi gibi hiçbiri geçmeyecekti. O vakit anladım, eli kalem tutanlar eksik yazmıştı, sadece ihtiyar biri vefat ettiğinde değil, bir dostu kaybettiğimizde de bir dil yok oluyordu.

O gün Hızır’a sırt döndüm. Havva annem “Bağışla,” dedi. Yol arkadaşı Adem’in anılarının yok edilmesini bile affetmişti. Hoş, Adem babam yaşasa o da Hızır’a teslim olurdu. Ama ben, bağışlamak neyden vazgeçmekti ki ben feda edemedim? Denge hassastı, eşref-i mahlukat ya da esfel-i safilin, yerimi hiç bilmedim. Ya iman edecektim ya da şüphe, ona “Neden?” dedim. Hızır’a dair son anım bu oldu. O günden beri onu hiç görmedim. Hızır’ı kaybettim, tüm çocukluğumu kaybetmiş gibiyim.

Şimdi saman kağıdına iz düşsün mürekkep yalamışlar! Şairler hakikati unutmamak üzere anlatsın! Kahinler lal kesilsin! Doğmamış oğulları üzerine yemin edenler, gömdükleri kız bebeklerine ağlasın! Islah olsun şeytanını taşladıkça çoğaltanlar, yıktığı putu tez vakitte özleyenler! Ve bağışlasın beni Hızır, gözlerime yeniden baksın çocukluğum. Yeniden öğreneyim bir dili, yeniden merhaba.