“Mazi Kalbimde Bir Yaradır”

Bir de elbette, yalnızca yazma ânında ortaya çıkan ve sadece sahibine görünen ruhun mahzeni.
Bir de elbette, yalnızca yazma ânında ortaya çıkan ve sadece sahibine görünen ruhun mahzeni.

Eğer kelimelerle kendi sözlük anlamları dışında, farklı bir “kulvarda” bağ kurabilseydim tüm bu hazineyi -sözün pîri- şiire dökebilmeyi isterdim şüphesiz; neticede nasibime hikaye düştü. İyi ki de düştü. Ve bana, ne anlattığından ziyade çağrıştırdıklarıyla zenginleşen; ve aslında bittiği yerde başlayan çokanlamlı yapısı ve tekniğiyle, şiire en yakın gördüğüm bir alan açtı.

Bir öykünün yazılış sürecini mi, yoksa ilk ya da ikinci kitabın hikayesini mi anlatayım derken dönüp dolaşıp daha temelde bir yerde, bizzat “yazı”nın kıyısında buldum kendimi; Yoksa ile başlayıp İnsan Hatırlar’la adımlamaya gayret ettiğim bir berzahta. Fazla yekûn tutmasa da yazdıklarımı özetleyebilecek en veciz cümle (ya da motto), bir hikayeme de adını veren “Mazi kalbimde bir yaradır” desem, sanırım abartı sayılmaz.

Hele de çocukluğunuzu, artık hızla yitirmeye başladığımız bir “mahalle”de, mahallenin kendine has işleyişi, dokusu içinde geçirme şansını yakaladıysanız o dokunun bilinçli ya da bilinçsizce metninize sızmaması neredeyse imkansız. Aşk gibi, ölüm gibi, nefret, tahammül, kahır gibi en temel duyguların daha sözlük anlamlarını kavramadan önce içinize işlediği yerdir orası; Ülviye, Fermude, Cevahir ablaların, Nuri, İlyas, Selçuk abilerin her birinde nasıl farklı şekillere büründüğüne şahitlik ettiğiniz (çocuk aklınızla) koca bir dünya! Ben özlemenin ne menem bir şey olduğunu -maalesef iki yıl önce vefatını haber aldığım- Selçuk abinin Fatma ablaya olan aşkından öğrendim mesela. Şiirin bir genç kızın sıradan hayatını nasıl güzelleştirdiğini de, iki göz odada annesi, inşaat ustası babası ve beş erkek kardeşiyle birlikte yaşayan Ülviye ablanın, dışını Ajda Pekkan’ın gazeteden kesilmiş bir fotoğrafıyla süslediği defterine döktürdüğü dörtlüklerden.

Eğer kelimelerle kendi sözlük anlamları dışında, farklı bir “kulvarda” bağ kurabilseydim tüm bu hazineyi -sözün pîri- şiire dökebilmeyi isterdim şüphesiz; neticede nasibime hikaye düştü. İyi ki de düştü. Ve bana, ne anlattığından ziyade çağrıştırdıklarıyla zenginleşen; ve aslında bittiği yerde başlayan çokanlamlı yapısı ve tekniğiyle, şiire en yakın gördüğüm bir alan açtı.

Hep aynı temaları işlediğimiz halde her seferinde kendince bir dil, bir bakış açısıyla yeniden dirilen; dirilirken adım adım kendi gerçekliğini kuran; ve kimi, neyi anlatırsa anlatsın, en nihayetinde gelip kendimize, yalnızlığımıza, yabancılığımıza dolandığımız bir “yazı” uğraşı bu. En adi suçun işlendiği bir üçüncü sayfa haberini de alsak, eninde-sonunda varacağımız yer insanın dibi çünkü; “İnsan nedir?” sorusuna kendimizce bir yanıt arayışı. Klasik dönemde daha kolay yanıt bulan bu soru, hem doğayla hem çevremizle hem de kendimizle olan mesafenin katbekat arttığı modern zamanların belki de en çetrefilli meselesi. Türlü ifade biçimleri, kiminde olayın, kiminde kurgunun, üslubun, atmosferin, yapının parıldadığı envai çeşidiyle üstelik.

Yazma ânının o kendine has “ruhaniyeti” esnasında adeta belleğinizden tel tel dökülen bütün bu memba bir üst merhalede bir başka hususiyet kazanırken, geçmişin kuru bir hatırlama ânı, ölü bir parça değil, tam tersine her seferinde yeniden kurulan, sürekli deşilen, didiklenen, yeni manalar yüklenen bir döngü olduğunu idrak edersiniz. Hatırlamanın aynı zamanda hafızayı, algıyı, hayal gücünü, bir bilinç halini, bir imgeyi içerdiğini; onu yitirdiğinizde bütün bir kimliğinizin elinizden (ve belleğinizden) kayıp gideceğini dahası. Yazarın aynada gördüğü kişi kendisinden başkası değildir artık: Bir duruş, bir sorgulama hali; sanat-hayat denkleminin belki ilk sarsıldığı yerdir burası.

Benim yazmaya olan meylim ve ona yakınlaşmaya dair gayretimde, hikaye, tüm bu arka planıyla bazen bir kamyon arkası yazısı, bir şarkı sözü, bir film repliği, bir mısraın zihnimizdeki yansımasından yol buldu ve hatırlamanın, hatırlatmanın bizzat kendisi oldu.

Bazen de, karakterlerin, geçmişleriyle şimdileri arasında her an kırılmaya hazır bir fay hattında, tam da vicdanlarıyla başbaşa kaldıkları o kriz anlarının içinde buldum kendimi; kaçıp kurtulmak istedikçe dönüp dolaşıp ona çarptıkları bir ânın, bir “habis” parçanın.

Yoksa ve İnsan Hatırlar, bu habis parçanın, hep ileriye dönük hayaller, planlar, kararlarla kuşatılmış gündelik telaştan bir nebze sıyrılıp da tek başına kalınan, tam da kasetin geriye sarılmaya başlandığı anların hikayelerinden oluştu diyebilirim; olabildiği kadarıyla elbette.

Okuma ve yazma çabasındaki kişiler olarak bizim payımıza düşense, billboard’lardan üstümüze boca edilen tüm o yaldızlı “mutlu et kendini”, “açken sen sen değilsin”, “bugün kendin için ne yaptın” sağanağında; ve gündelik siyasetin, farklı kutuplaşmaların içinde sessizce, dipten dibe yol alan kalıcı bir eylem, bir varolma ve hatta tavır koyma biçimine az-çok tanıklık edebilmenin damak tadı şüphesiz. Hemen her şeyin -ister istemez- başdöndürücü bir hızla ve iştahla tüketim sarmalına, popülere kurban gittiği bir imaj çağında, hâlâ edebiyattan dem vuran, medet uman bir avuç kişi kalma pahasına üstelik.

Bir de elbette, yalnızca yazma ânında ortaya çıkan ve sadece sahibine görünen ruhun mahzeni.