Mekân sayesinde bu dünyaya vasıl olurum

Gamze Güller
Gamze Güller

Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges'e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun "oyun", Tanpınar içinse pekâlâ "zaman" olabileceğini düşünüyoruz. Ya sizin? Sizce neden?

Mekân sayesinde bu dünyaya vasıl olurum. Bana ancak içinde nefes alıp vermek kalır.

Gamze Güller:

Yazdığım her öykünün kapısı başka bir dünyaya açılır. Önce bir bilinmezlik, bir kaos karşılar beni içeride; biraz puslu, çokça karanlık. Yazdıkça o bulanıklık bazı yerlerinden yırtılmaya başlar. Belli belirsiz görüntüler belirir. Henüz adlarını koyamadığım denli silik birtakım izlenimler... Sonra bir ışık baş gösterir gerilerden bir yerden. O ışığın peşine düşerim sayfa sayfa. Bilirim ki ona ulaşırsam öykü de aydınlanacak; içinde debelenip durduğumuz, tanıdığımızı, bildiğimizi sandığımız düzanlamlar dünyasından imgeler dünyasına geçebileceğim. Işık yavaş yavaş bu imgeleri aydınlatmaya başlar zihnimde. Bir koltuğun kadife sırtı, bir ağacın kabuklanmış dalı, bazen bir insanın yalandan gülüşü görünüp kaybolmaya başlar satırlar arasında. İçlerinde gizlenmiş öyküyü bulup çıkarmam için beni bekleyen bir hayaller geçidi.

Yavaşça dokunurum onları gizleyen örtüye, elimi gezdiririm üstünde. Usulca aralarım. Altında tüm çıplaklığı ve büyüsüyle beni bekleyen dünyaya adımımı atarım. Öykü, anlatmam için bana kendini açar. Kendini sakınarak bilinmezliğinden, söylemezliğinden çok da vazgeçmeden, keşfetmem için yayılır zihnime. Bilirim ki imge olmasaydı, gerçekliğin yarısından mahrum kalırdık. Daha fazlasını görmek, bilmek için dünyayı estetikle kavramanın bir yolunu ararım. İşte tam da o anda anlatının merkezinde "mekân"ın durduğunu hissederim. Mekân, hem bir nefes gibi dolaşır yazının içinde hem de dokunduğu her şeyi gerçek kılar, somutlar. Yeri gelir bir karakterin sesine dönüşür, onun söyleyemediklerinin dili olur. Yeri gelir öykünün duygusunu okurun zihnine o farkında bile olmadan nakşeder. Anlatmadan göstermenin, söylemeden bildirmenin yolunu bulur. Tüm bileşenleriyle anlatının can damarını yakalar ve olduğundan çok daha fazlasına ses verir.

Benim için her şey mekânla başlar, mekânla biter. Bu görme biçimini belki de mimarlık mesleğine borçluyum. Görmek, anlamlandırmak ve bundan yeni dünyalar inşa etmek benim işim. Bir çatı kurup içine hayatlar yerleştirmek. Hem devrilmeyecek denli sağlam bir yapı oluşturmak hem de bu yapının, içinde yaşayana/ okuyana estetik bir haz verebilmesi. İşte bu nedenle edebiyatla mimarlık yan yana ilerler hayatımda. Mekân, yaratının merkezinde her şeyi ayakta tutan bir kolon gibi yükselir, kanatlarını olan biten her şeyin üzerine gerer, sarar, sarmalar, biçim verir. Yazarken dönem dönem farklı imgeler veya kavramlar kalemimi etkiler. Onların peşinden koşarım. Bazen yalnızlık olur bu, bazen yabancılık, bazen akıp gittiğini sandığımız, oysa biz değiştikçe olduğu yerde duran zaman, çoğunlukla modern hayat ve bunun içinde sıkışmak...

Ama değişmeyen tek şey imgesel olarak öne çıkan "mekân"dır. Öyküde her ne oluyor, ne hissediliyor ya da yaşanıyorsa, mekânın ayrılmaz bir parçası olarak işlev görür benim için. Anlatının içinde büyür mekân. Duygulara, söylenemeyenlere, geçmişte kalanlara, gelecekten beklenenlere nefes olur. Mekân bazen usul usul, bazen gümbür gümbür ilerler anlatıda. Temposunu kendi belirler. Yayılıp her yeri kapladığı da olur, bir köşeye sinip kendini göstermekten çekindiği de. Her durumda peşinden giderim. Hızımı ona göre ayarlarım. Öykü mekânsal olarak genişlediğinde sokaklara yayılır, yetmez şehirleri kaplar. Anlatı da genişler onunla birlikte; hızım artar, peşinden koşarım, sokak sokak kovalarım onu. Daraldığında küçülürüm ben de, yavaşlarım. Bir eve, bir odaya, hatta bir dolabın içine kadar çekilirim peşinden. İğne deliğine girse bulup çıkarırım onu. Mekân yol göstericim olur. Kapıların, duvarların, ağaçların, bulutların dilini konuşmaya başlarım. Her şeyin hem çok tanıdık hem de bu denli yabancı olduğu bir dünyada kendi görüntülerini, kendi gerçekliğini yaratan mekâna tutunurum.

Dilini bildiğim nesnelere sığınırım ve bana kendilerini açmalarını beklerim. Onlar anlattıkça öykü belirginleşir, şekillenir, o bulanıklık kaybolmaya başlar, öykü kıvamını bulur. İçinde gezindiğim, istediğim her şeye dokunabildiğim, bana anlattıklarını duyabildiğim bir imgeler dünyasına dönüşür. Beş duyumla varlığını bildiğim ve içinde kendimi tanımlayabildiğim bir uzamdır artık burası. Hem kavramsaldır hem de somut. Dokunsam tutabilirim ama benim kılamam. Kendi yolculuğu vardır, ben ancak eşlik edebilirim. Kafamın içindeki kaos, düzenini mekân ekseninde bulur ve nesneleriyle kendi kozmosunu yaratır. Bu yepyeni karmaşa düzeni, bildiğim dünyadan farklı, öğretilenlerden azade, bilgimle tanımlanabilenden uzaktır atık. Kendi gerçekliğini, kendi olabilirliğini yaratmıştır. Öykünün kendine özgü dünyası can bulmuş, yaşamaya başlamıştır. Mekân sayesinde bu dünyaya vasıl olurum. Bana ancak içinde nefes alıp vermek kalır.