Mekânın Dönüşümü, Dijital Dünya ve Öykü

Dijital devrim kendi şiirini, öyküsünü, romanını, sanatını süreç içinde oluşturacaktır.
Dijital devrim kendi şiirini, öyküsünü, romanını, sanatını süreç içinde oluşturacaktır.

Edebiyatın alanı teori değil pratiktir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sürecin de, aşağıda açacağımız dijital devrim sürecinin de edebiyata etkisi bireylere yansıma bağlamında olmuştur. Şiir, tiyatro, roman, öykü, küçürek öykü; yani tür her neyse içinde bulunduğu zamandan ayrı düşünülemez.

Zamanın çok daha yavaş ve keyifli aktığı, dünyanın ayaklar altında sabit durduğu anlardan yola çıkıp ufak bir gezinti yaparsak Perikles Atinası’nda teşhir edilen güçlü ve çıplak bedenin mekânla kurduğu bağa şahit oluruz. Atina’da gösterme, teşhir etme ve açığa çıkarma üzerindeki ısrar mekânlara damgasını vuruyordu. Panteonlardan agoralara her şey ten ile taş arasındaki uyumu gösteriyor; Atina, bedenlerini her biri kalabalığa ayrı bir konuşma dili deneyimi veren iki tür mekânda bir araya getiriyordu. Bunlardan biri aynı anda birçok faaliyetin yapıldığı agoralar, diğeri ise tekil sesin sanat eseri şeklinde biçimlendiği antik kent tiyatrolarıydı. Maddi hayat mücadelesi Aristotales’e olduğu gibi diğer Yunanlılara da alçaltıcı bir şey gibi görünüyordu.

Roma’ya geldiğimizde görsel düzenin, imparatorun iktidarını pekiştirme işlevi karşımıza çıkar. Yani iktidarın taşa ihtiyacı vardı. Romalı; şehrin sokaklarında, hamamlarda, amfiteatrda, forumlarda teminat arıyordu. Halk taş idollere, resmedilmiş imgelere, tiyatro kostümlerine gerçekmiş gibi ihtiyaç duyuyordu. Yani bakacak ve inanacaktı. Hatta öyle ki kötü bir bina yapan imparator sadece mimari bir hata işlemiyor, halkla arasındaki en önemli bağı da koparmış oluyordu. “Teatrum mundi.” “Bütün dünya bir sahnedir.” tabiri dijital kültürden değil Romalılardan gelir. Bir Romalı olarak şehirde avare avare dolaşamıyordunuz.

Büyük ve görkemli binalar etrafınızı öyle kuşatmıştı ki, onların önünde kendinize çeki düzen vermeniz emrediliyordu adeta. Roma mekânı bedeni disipline ediyor, “Bak ve itaat et.” buyruğu veriyordu. Ortaçağ’da büyük şehirler bir bir yıkılıp feodal küçük şehirler ve ticaret ön plana çıktığında ise şehir cemaatleri oluşur. Küçük kasabalarda bile göklere kadar uzanan dev kiliseler bir yere olan bağlılık kadar cemaat ihtiyacını da ifade ediyordu. Merhamet öne çıktı ve gezginler, evsizler, terk edilmiş bebekler, tanınmayan hastalar ve deliler de bu cemaate alındı. Yabancılar bir nevi sosyalleşme ortamında merhamet duygusu ile birbirine bağlanıyordu. Şehrin dini insanların birbiriyle yardımlaştıkları yerler yaratırken, şehrin ekonomisi de bireysel bir hareket imkânı sağlıyordu.

1250’lere gelindiğinde bir şeyler değişir. Şehirde inşaat yapmak bahçe kurmaktan daha karlı ve Paris’e gemilerle gelen yiyecekleri satın almak daha ucuz hale gelir. Kent evlerinin odaları sokak gibi işlev görüyor, insanlar günün her saatinde girip çıkıyor; dip dibe, yan yana tam bir izdiham içinde yaşanıyordu. Feodal meskenlerde bireyin yalnız kalabileceği bir yer yoktu. Ortaçağ bahçe tasarımında ortaya çıkan kameriye, labirent ve bahçe havuzu bu ihtiyaçtan mülhemdi. Buradaki yaprak ve çiçekler insanın başkasından gizli oturabileceği kapalı bir alan yaratıp kaçışa yardımcı oluyordu. Rönenans Venedik’ine geldiğimizde o dönemin en uluslararası şehrini görürüz.

Venedik, ticari ilişkileri sayesinde Avrupa ile Doğu, Avrupa ile Afrika arasındaki kapı konumundaydı. Gelip giden çok sayıda yabancının bulunduğu bir şehirdi. Yahudi tefeciler Venediklilerin on altıncı yüzyıl boyunca Yahudiler için inşa ettikleri gettoda yaşardı. Yahudi şafak vakti dışarı salınır, gün battığında sıkış tıkış gettosuna dönmüş olması gerekirdi. Geceleyin gettonun kapısı kilitlenir, evlerin dışarı bakan pencerelerinin kepenkleri kapatılır, polis sokaklarda devriye gezerdi. Bir eşit sözleşme yapan Yahudi tecrit edilmiş bir insan olarak yaşıyordu. Farklılıkların saflığı bozması Venediklilerin kafasını çok meşgul ediyordu. Hristiyanlar Yahudilere dokunmaktan korkuyordu.

Gettonun tecrit edilmiş mekânı, Yahudilere duyulan ekonomik ihtiyaç ile onlar karşısında hissedilen tiksinti arasında bir orta yolu temsil ediyordu. 1628 yılında ise Harwey’in kan dolaşımı hakkında keşifleri bilimsel bir devrim başlatır. Antik vücut ısısı ilkeleri yani kadın ve erkeğin beden sıcaklığının farklı olduğu inancı, kadınların erkeklerden daha az hareketli ve daha az zeki olduğu inancı, geçerliliğini kaybeder. Yeni beden kavrayışları modern kapitalizmin doğuşu ile özdeşleşti. Bireycilik adını verdiğimiz büyük toplumsal dönüşüm doğdu. Modern birey her şeyden önce hareketli bir insandı. Harwey’in keşiflerinin ilk farkına varan ve bunu Ulusların Zenginliği eseriyle anlatan Adam Smith oldu.

Smith serbest emek ve mal piyasasının beden içinde serbestçe dolaşan kana çok benzer biçimde işlediğini ve benzer hayat verici sonuçlar doğurduğunu düşünüyordu. Yani malların ve paranın dolaşımının sabit ve değişmez mülkten daha karlı olduğu ortaya çıkmıştı. Serbestçe dolaşmak içinse çok fazla şey hissetmemeliydin. Modern hareketli birey bu yüzden bir tür dokunma krizi geçirmiş durumdadır. Hareket bedenin duyarsızlaşmasına neden olmuştur. Hareket fikrinin mekân ile ilişkisine baktığımızda, Aydınlanma planlamacılarının bu fikirleri şehre uyguladığını görürüz. Planlamacılar şehri insanların serbestçe dolaşıp nefes alabilecekleri bir yer haline getirmeye çalışıyordu.

Fransız Devrimi’nin zirve noktalarına baktığımızda ise “serbest kalan beden” ortaya çıkar. İnsanlar kalabalık içindeyken, tek başlarına yapmayı hayal bile edemeyecekleri şeyleri yapıyordu. Devrim esnasında giyotinler ve pasif bedenler, devrimden sonra ise festival bedenlerini ön plandadır. Beden zorlukla baş ederken canlanmaktaydı. 1850’lerde Fransa, Almanya, Amerika, Britanya’nın büyük oranda kırsal toplum olduğunu göz önüne alırsak bir yüzyıl sonra hepsinin kentli toplumlar olduğunu görürüz. Yeni kent sisteminde nüfus da çekirdek bölgede yoğunlaşmıştı. Büyük servet eşitsizlikleri had safhadaydı.

Alexis de Tocqueville Bireycilik Çağı olarak andığı bu dönem hakkında şunları söyler: “Herkes kendinden başka herkesin kaderine yabancıymış gibi davranıyor. Bu koşullarda aklında belli bir aile hissi kalsa bile artık bir toplum hissi kalmıyor.” Kent mekânı içinde hareket eden insanlar, hareket ettikleri mekândan ve oradaki insanlardan koptular. E. M. Forster’e göre ise Londra “öfke ve telgraflar”la doludur. Bireycilik ve hız hep birlikte modern bedeni köleleştirir. Modern beden mekân ve insanla bağ kurmaz. Sabahları merkeze, akşamları şehrin kenar mahallelerine ilerleyen şehir metro akışı ise insani temas içermemesi yönünden dikkat çekiciydi.

İçe kapanmayı ve sosyalleşmemeyi teşvik eden koltuk düzeni sadece metrolarda ya da farklı ulaşım araçlarında değil kafelerde, barlarda bile kendini gösteriyordu. Hızın coğrafyası ve yorgunluk sonucunda ihtiyaç duyulan konfor insanları iyice yalıtılmış bir hale itti. Asansörlerin yanına bir de evin altındaki garajı ekleyen modern binalarda, pasif bir biçimde hareket eden bir bedenin dışarıyla her türlü fiziksel teması koparması mümkün olacaktı. Birey ortak hayattan çekilirken hayatı kaybediyordu. 1

Edebiyatın alanı teori değil pratiktir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sürecin de, aşağıda açacağımız dijital devrim sürecinin de edebiyata etkisi bireylere yansıma bağlamında olmuştur. Şiir, tiyatro, roman, öykü, küçürek öykü; yani tür her neyse içinde bulunduğu zamandan ayrı düşünülemez. Matbaanın hafızayı öldüreceği düşünülen zamanlarda ön planda olan şiirken, Antik Yunan’ın amfiteatrlarında monolog ve diyaloglar yankılanacak; eşyalı ve eşyasız modern dönemler romanlarda kendine yer bulurken sonrasındaki bireyselleşme ve hız öyküye göz kırpacak, ardından gittikçe kendi içine kapanan yazar, trajedilerini ironi ile kapattığı absürt metinler kaleme alacak, varlığın dönüşümü ile bir şekilde baş etmeye çalışacaktır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa Edebiyatı’nda görülen saçmalık ve karanlık hepimizin malumudur. Teknoloji ve toplum iç içe geçmiş süreçler halinde birbirini, bu da elbette yazarı ve kahramanlarını etkiler. Edebiyat sosyal dönüşümleri değil sosyal dönüşümlerin bireydeki yansımasını verir. Yalnız coğrafya değil, rahme düştüğün zaman dilimi de kaderdir.

Post Festum²

Modern dünyanın küreselleşmesi ve yeni kitle iletişim araçlarının doğması yukarıdaki süreci bambaşka bir seviyeye taşımıştır. Artık sadece hız ve bireysellik üzerine kurulmuş bir modern yaşam değil zamandan ve duvarlardan bağımsız, yurtsuz bir sibermekân vardır. Küreselleşme ile birlikte, sınırları iyice silikleşen dijital dünyanın elektronik veritabanı modern bir hapishaneye bile benzetilebilir. Fakat bu hapishanenin klasik anlamdaki hapishaneden tek farkı üyelerin, gözetimin gönüllü unsurları olmalarıdır3.

Dijital kültür sürecindeki çeşitli tartışmalara baktığımızda en baştaki sorunun komple olumlama ya da komple reddetme olduğunu görürüz. Olumlamacılar teknolojiyi bir rüya gibi görürken kötümserler de sadece olumsuz yönleri üzerinde durur. Oysa yeni medya/ dijital kültür süreci yukarıda kısmen bahsettiğimiz toplumsal dönüşüm ve gelişimin sadece bir başka rengidir. Çığlık kıyamet abartılmaması gerekir. Antik Yunan’ın amfileri, Roma’nın görkemli katedralleri, Ortaçağ’ın merhamet toplamaya çalışan kiliseleri, Venedik’in korunaklı şehirleri, kapitalizmin hareketli kent meydanları, modernizmin temasa zaman bırakmayan ulaşım araçları yerini bambaşka, çok farklı bir siber mekâna bıraktı. Bu mekânda her şey mümkün, karanlık ve sınırsızdı. Herkes nasıl isterse öyle görünebilirdi. Gözetlemenin sıradan bir uğraşa dönüştüğü, teşhirin de sürecin temel unsurlarından biri olarak varlığını her an hissettirdiği sosyal medya ileri toplum yanılsamasıydı.

Ağlar arasındaki yeni iletişim olanakları, bilginin yeni dolaşım tarzı öncelikle sanat pazarını değişime uğratmıştır. Günümüzde sanatı da medyadan ayırmak olanaksızdır. Yeni medyanın interaktif bir yapısı vardır. Çift yönlü haliyle medya sanatı, sanat da medyayı etkileyip değiştirmektedir. Yeni teknolojileri reddedip sadece yazıyı olumlayanların gözden kaçırdığı şey sosyal dönüşümdür. Çağın gerektirdiği ve içinden kaçmanın mümkün olmadığı yeni düzen elbette kuşağını ve ürünlerini etkileyecektir. Bugün yazının dönüşümüne direnen zihniyet Platon’un yaptığı şeyi yapıyor aslında. Platon yazıyı; geçmişte birçok insanın bilgisayarı gördüğü gibi dışsal, yabancı bir teknoloji olarak görüyordu. Yazının varlığına karşıydı çünkü bunun hafızayı öldüreceğini düşünüyordu. Şimdi geldiğimiz noktada çok parçalı ve çok yazarlı, nerede başlayıp bittiği bilinmeyen, sabit bir merkezi olmayan hipermetinlerle karşılaşıyoruz.

Anlamak zorunda olduğumuz şey bu dönüşümde genel geçer yargıların yokluğudur. Doğru ya da yanlış diye bir ayrım yapamayız. Elbette çağın getirdiği imkânlardan yararlanmalıyız fakat insan ruhunu devre dışı bırakamayız. Antik Yunan’da sözü her şeyin merkezine koyan erkek bedeni farkında olmadan ona uygun bir sanat üretecek, Roma’da mekânın görkemi ve insanın aczi esere elbette yansıyacak, feodalite sürecinde ortaya çıkan kitaplar farklı merkezlere ve merhameti yücelten bir din anlayışına sahip olacak, öfke ve telgraflardan oluşan modern Londra’da hız biraz daha önem kazanacak, ardından mekânla bağlantısı iyice kaybeden insanlar bambaşka bir sibermekana taşınacak ve çağın etkilediği yazarlar, çağın etkisini gösteren eserler yazacaktır. Devrin yeni ruhuna uygun olan bu eserler, derinden ve sessizce akan zamanın yoğunluğunda kendi ruhunu bulacaktır.

Dijital kültür ve öykü arasındaki bağlantıyı açmadan önce birkaç noktaya daha değinelim. “Dijital kültür film kahramanına ne yaptı?” şeklinde bir soru daha kolay cevaplanabilirdi. Fantastik ve doğaüstü karakterler medyadaki yeni gelişmeler sayesinde yeni ufuklar açtı derdik. “Dijital kültür fotoğrafa ne yaptı?” diye sorulsaydı photoshop teknikleri üzerinden, gerçeği temsil eden fotoğraflara bile müdahale edilip kitlesel üretim ve tüketime yol açan bir zaman diliminde olduğumuz sonucuna varırdık. “Dijital kültür video oyunlarına ne yaptı?” sorusunda kuşbakışı görünüm, farklı görüş açıları, etkileşimin gücünden dolayı güçlenen özdeşleşme, mekân tasarımları ile yaratılan zamandizinsel sıçramalar, anlatım dilinin çoklu kombinesi gibi durumlar bariz bir şekilde fark edilirdi.

Bilim kurgu romanlardaki siberuzay, yapay zeka, robotlar, zihin kontrolü gibi temaları ön plana alıp içerik anlamında düşünürsek; teknoloji tarafından ele geçirilmiş yaşamların genel bir metaforu olarak kullanılan Cyberpunk türünü görürüz. Bu eserlerde yaşamlar dijital ile iç içe geçmiş, başkalaşıma uğrayarak geri dönülmez bir mekanik birliğe dönüşmüştür. Dijital teknolojinin ilk örneklerinin gün yüzüne çıkması tam olarak postmodernizm kültürden kültüre, toplumdan topluma yayılmaya başladığı ana denk gelir. Postmodernizmin “postmodernizm” olarak tanımlandığı zamansa bilgisayarların halka inmeye başladığı tarihe denktir. İkisi arasında karşılıklı çıkara dayalı organik ve kronolojik bir bağ vardır.

Popülasyon fazlalığı, kitlesel üretimin artması, çok çeşitlilik fenomeni, teknolojik uyarımın artması, disiplinlerin iç içe geçmesi, tüketim kültürü, başkaldırı teması, felsefenin ölümü, bilime güvenin yitirilmesi, kitsch, pastiche, yapıbozum gibi olgular postmodernizmi tanımlayan olgulardır. Biz bunların öykü kahramanına direkt anlamda etkisini değil, öykü kahramanın ve yazarın da içinde olduğu büyük bir parçaya etkisini görürüz.4

Marshall McLuhan “Yaradanımız Medya” adlı kitabında “The medium is the message.” “Araç mesajın kendisidir.” derken Nabi Avcı “Enformatik Cehalet” adlı kitabında “Enformasyon bilginin kendisi değildir.” der. Aslına bakarsanız günümüz edebiyat dünyasında da bu önemli iletişim tartışmasından farklı bir şey yaşanmıyor ve öykü kahramanına bu iki bakış açısıyla yaklaşılıyor. Bir kısım öykücüler dijital dünyaya adeta mahkûm olmuş bir şekilde, ülkesinin ve şahsının gerçekliğinden uzak, yapay hikâye/ roman kahramanları üretirken; diğer taraf “ruh”un peşinde koşmaya devam ediyor. Bunu elbette taraf seçme anlamında söylemiyoruz. Her imkânı kullanalım fakat içinde yoğrulduğumuz mekânı ve zamanı, töreyi ve ahlakı da göz göre yok saymayalım diyoruz.

Örnek verecek olursak, son zamanlarda İsmail Özen, Mahir Ünsal Eriş ve Mustafa Çiftçi’nin hikâye kitaplarında görülen taşra, garip bir şekilde; taşraya özlem duymak, modern hayatın koşturmacasından kurtulma arzusu, hızdan ve yüzeysellikten kaçış imkânı, erken bir nostalji, hatta tüketim nesnesi olarak yorumlanıyor. Yazarların bunu bilinçli bir sığınma amacı ile yaptığı iddia ediliyor.5 Çocukluğunu, gençliğini, yetişkinliğini Balıkesir’de, Çanakkale’de, Yozgat’ta geçirmiş insanın; satırlarına bunu yansıtmasından daha doğal ne olabilir? Her biri birbirinden kıymetli hikayelere; sanki anılar zorla çağırılmış gibi, sanki bu gerçeklik yaşanmamış gibi, sanki çocukluk hiç var olmamış gibi basit bir “nostalji arzusu” muamelesi yapmak kabul edilebilir mi?

“Dijital devrim gerçekleşti, post modern olalım.” nidaları ile eser verenlere baktığımızda –fazla uzağa gitmeye gerek yok- annelerinin babalarının, bırakın modernizmi geleneksel kültürden bile kopmadığını görüyoruz. Demek ki bu, en başta kendisinin ve ülkesinin gerçekliğini yok saymaktır.6 O zaman bu nidalar mesnetsiz, yazılan değil yapılan eserler de temelsiz kalıyor. Dijital devrim bir süreçtir, yaşanmaktadır, öykü kahramanına da pat diye ahım şahım bir etkisi olmamıştır. Süreç, içine doğan Z kuşağı ile saf eserlerini vermeye başlayacaktır çünkü onlar başka bir zamanın çocuklarıdır. Onlar hali hazırda eser vermeye devam eden bizlerden farklı olacaktır. Dünyayı bizim gözlerimizden biraz eksik, biraz fazla göreceklerdir.

Dikkate aldıkları ve almadıkları noktalar bizden ayrışacak, yazmaya değer buldukları ve bulmadıkları noktalar ayrılacak, aynı şekilde okumak istedikleri ön plana çıkıp okumak istemedikleri geri planda kalacak; dijital dünyaya uyum sağlamak, dijital dünyanın ve paralelinde post modernizmin öyküye ne kattığı ya da öyküyü nasıl dönüştürdüğü tam olarak o andan sonra anlam kazanacaktır. Biz süreci yetişkinlikte yaşadığımız için bize etkisi kısmi olacaktır. Yani biz haklı olarak çocukluğumuzu, gençliğimizi, köyümüzü, mahallemizi yazacağız. Buna hakkımız vardır ve bunu yapmamız kesinlikle “nostalji arzusu” gibi kolay bir kavram ile açıklanamaz. Diğer yandan öykülerimize fotoğraf eklemek, öykü sonlarımızı çok şıklı yapmak, hayali arkadaşlar getirip onlarla konuşmak ya da zamanda yolculuk yapmak post modernizmin de dijital kültürün de etkisi değildir.

Bireysel müdahalelerle yapılan kurmaca, zamanın ruhuna uygun yeni bir tarz ortaya koyma hırsı; dini, ahlaki, törel geleneğini kenara bırakıp hemen başkalaşma merakı biraz erken hamleler gibi görünüyor. Sürecin hem yazarı hem de eseri yönlendireceği kanaatini taşımak ve sağduyulu olmak daha mantıklı. Çünkü ülke gerçekliğimize baktığımız zaman geleneksel ve modern toplumu, ardından Z kuşağını zaten iç içe görüyoruz. Taraf seçmeyelim, akışa bırakalım, Z kuşağı gibi düşünmek istiyorsak düşünelim ama diğer tarafı komple yok saymayalım diyoruz. Dijital devrim kendi şiirini, öyküsünü, romanını, sanatını süreç içinde oluşturacaktır. Söz elbette hafifler, dönüşür, değişir; öykü kahramanı da aynı şekilde, bunları zaman içinde göreceğiz. Fakat en azından benim için önemli olan şey, neye dönüşürse dönüşsün içinde insan ruhundan bir parça bulundurmasıdır.

  • 1 Richard Sennett, Ten ve Taş, Metis Yayınları, Nisan 2014
  • 2 (Lat.) Şenlik bittikten sonra
  • 3 Bauman Zygmunt (2014) Küreselleşme Toplumsal Sonuçları (çev: Abdullah Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları
  • 4 Deniz Denizel, Video Oyunları ve Sanat I-II, Mahalle Mektebi, sayı 32-33
  • 5 Ertan Örgen, Taşra ve Erken Nostalji’ye Dair, Post Öykü 3.2
  • 6 “annem teheccüde kalkıyor iyi biridir şiir bilmez.” (Belya Düz, Sultanbeyli’den Nişantaşı’na Türk Şiiri, syf 21)