Mesmû

Konuşmadan yürüyor, burnundan derin derin nefesler alıp Üsküdar’a tam da günbatımı vaktinde sirayet eden o tarifsiz kokuyu büyük bir hoşnutlukla içine çekiyordu.
Konuşmadan yürüyor, burnundan derin derin nefesler alıp Üsküdar’a tam da günbatımı vaktinde sirayet eden o tarifsiz kokuyu büyük bir hoşnutlukla içine çekiyordu.

Konuşmadan yürüyor, burnundan derin derin nefesler alıp Üsküdar’a tam da günbatımı vaktinde sirayet eden o tarifsiz kokuyu büyük bir hoşnutlukla içine çekiyordu.

Bayat çayın boş mideleri burkan kokusunu, yeşil elmalı Bahreyn tütününün davetkâr kokusunu, sahile dizilmiş kirli minderlerden yükselen tozlu kokuyu ya da ızgarada pişen uskumrunun keskin kokusunu duymuyorum artık. Çünkü soru dile düştü. Bir anda oldu bu. Ansızın, planlamadan. Hazırlıksız yakalanmıştı aklın hunisi. Kulak için böyle derdi babam. Soru, aklın bir köşesine kök saldı. Unutulmadı ve hatırlanmadı da. Zihnimin bir köşesinde zamanının gelmesini bekledi. Ne Mesmû’dan ne de beni ona ulaştıran Zâhir’den haberim yoktu soruyu duyduğumda. Çok sonra, soru beni tüketmek için olanca gücüyle yüklendiğinde ve ben, yüzmeyi bilmeyen birinin çırpınışları gibi kitapların arasında debelenirken şans eseri öğrendim Zâhir’i. Arjantinli kurmaca üstadının bir öyküsünde rastladım ona. Kurmacaydı fakat temellendirilişi öylesine esaslıydı ki Zâhir, bir anda zuhur etti gözümün önünde. Kaydı tutulmuş en eski Zâhir’in Güzerat’ta bir kaplan olduğunu öğrendim. Sonra İran’da bir usturlap. Kurtuba Camii’nde on iki bin sütundan birinin mermerindeki bir damar. Ve sonra…

Doktor Samuel Dewey, on bir kasımda hastalandı. Her ne kadar kendisine İsmail ismiyle hitap etmemi istiyorduysa da hâlâ alışamamıştım. Çağımızın en ünlü koku fizyoloğuydu ve herkes tarafından Samuel Dewey olarak bilinirdi. Müslüman oluşunun üzerinden henüz bir sene geçmişti ve bu bir senelik süre zarfında defalarca kez hastalanmıştı. Durmaksızın üşütüyordu. Londra’daki evinin mescid olarak tahsis ettiği odası sebep oluyordu buna da. Geçtiğimiz Ramazan ayında umreye gitmişti ve kutsal topraklarda ettiği ibadetlerin hazzına bir nebze olsun yaklaşabilmek umuduyla odayı boydan boya mermerle kaplatmıştı.

Hastalandıktan iki gün sonra İstanbul’a geldi. Bitkin ve düşünceli oluşunun sebebi hasta haliyle kongrenin açılış konuşmasını yapacak olması değildi. Koku fizyolojisine onun kadar hakim başka bir kimse yoktu. Hiçbir hazırlık yapmadan da pekâlâ dinleyenleri mest edecek bir konuşma yapabilirdi. Konuşmadan yürüyor, burnundan derin derin nefesler alıp Üsküdar’a tam da günbatımı vaktinde sirayet eden o tarifsiz kokuyu büyük bir hoşnutlukla içine çekiyordu. Fakat bazı düşünceler, bazı insanların yüzüne bir maske gibi, çıkarması olanaksız bir makyaj gibi yapışır. Düşüncelerin dipsiz kuyularına yuvarlananlar, aksini düşünseler de halleri şu batan güneş gibi ortadadır. İsmail’in mavi gözlerinden ışıyan kızıl bir zemindeki İstanbul silüetinin ardında da işte böyle bir düşünce yatmaktaydı. Bu fevkalade cezbedici fakat bir o kadar da boğucu atmosferi dağıtmak için sitem ettim:

“Arabistan iklimiyle İngiltere iklimi bir değil, bunu biliyorsun.”

“Değil. Fakat asıl iklimlerin bunlar olmadığını da sen biliyorsun.”

Diyecek sözüm yoktu. Haklıydı, tertemiz, buz gibi haklıydı. Ben sorguladıkça kirleniyordum. Katranla sıvanıyordu sanki kalbim. O ise sorgulayarak temizlendi, akça pakça oldu. Allah biliyor ya, ışıldıyordu kalbi. “Bir tek düş gerçektir” diyenlere güvenmişti belli ki. Soğuk mermer odası da onu sarıp sarmalayarak asıl iklimin süreğenliğini sağlayacak düşe erişimini kolaylaştıran kestirme bir yoldu yalnızca.

Gözlerini, Ayasofya’nın bir rivayete göre gökten indirildiği söylenen devasa kubbesine dikti. Yüzü tıpkı Ayasofya’nın sıvası gibi solgundu. Onu bu denli yoran düşüncenin ne olduğunu bilmek isteği, gökyüzüne hücum eden kara bulutlar gibi kaplıyordu içimi. Yağmur kaçınılmazdı.

“Ne düşünüyorsun?”

“Bunu kimseye söylemedim. Ağır, çok ağır…”

“Ne düşünüyorsun?!”

Israrla ve büyük bir kararlılıkla bilmek isteyişimi kuşkuyla karşılasa da dilinin mührü ha kırıldı ha kırılacaktı. “Bir soruyu düşünüyorum. Aklımdan çıkmıyor. Aylardır tek bir soruyu düşünüyorum. Çıldırtacak beni!”

Güneş batmıştı. Galata Köprüsü,Haliç’in kapısındaki bir buçuk asırlık nöbetine bir gün daha eklemişti. Gözlerimi köprüden alıp Süleymaniye’ye ve üstündeki devinimini henüz tamamlamamış gecenin ve gündüzün karıştığı noktaya sabitleyerek sordum: “Ne sorusu?” Çatlaklarından hüzün sızan bir gülümsemeyle karşılık verdi. İdam mangasındaki yufka yürekli bir askerin, az sonra üzerine ateş edeceği bir mahkuma baktığı gibi bakıyordu yüzüme. Boğazını temizledi, mühür çatırdayarak kırıldı.

“Allah’ın kokusu var mıdır?”

Kasım boyunca aklıma gelmedi soru. Alaycı ve bilgiç bir gülümsemeyle savuşturmuştum ilkin. Muhayyilemize sığmayacağını, Allah’ın görüntüsünü nasıl tasavvur edemiyorsak, böyle bir koku varsa bile, bunu bilemeyeceğimizi ve hatta düşünemeyeceğimizi tane tane anlatmıştım. Aralık ortalarında kendinden emin halim dağılmaya, bilgiçliğim yavaş yavaş erimeye başladı. Soru, her geçen gün fitili yükseltilen bir kandil gibi aydınlatıyordu zihnimi. Gölgeler gitgide silikleşiyor, ışığım hızla tükeniyordu. Soruyu düşünmeden uykuya dalamadığım gibi onsuz uyandığım tek bir sabah da yoktu. Gündelik meşgalelere sığınabiliyordum o vakitler. Fakat soru, kalkış pistinde hızlanan bir uçak gibiydi, tekerlerinin yerden kesilmesi ve hayatımın her anına hakim olması uzun sürmedi. Günlerce eve kapanıp en ufak bir bilgi kırıntısı bulurum umuduyla akla gelebilecek tüm kitapları karıştırdım. Tükenmek üzereydim ki Zâhir’le karşılaştım.

Arjantinli, öyküsünde Zâhir ile ilgili her şeyi kısa ve fakat büyük bir yoğunlukla işlemişti. Kurgusunu temelleyişindeki ustalık, öykünün değil elli-yüz yıl, insan var oldukça varlığını sürdüreceğinin kanıtı niteliğindeydi. Araştırmalarına göre Zâhir’e duyulan inanç 18. yüzyılda başlamıştı. Arapça’da “adı belli”, “gözle görülür” anlamına geliyordu ve bu anlamıyla da Allah’ın doksan dokuz adından biriydi. Zâhir’e inananlar, onu, “unutulmaz olma denilen o korkunç özelliğe sahip olan ve imgesi insanı sonunda delirten varlık ya da nesneler” olarak tanımlıyorlardı.

Bunca zamandır zihnimde gelişigüzel yüzen düşüncelerin toparlanışlarını, sanki bir barakuda yahut sığırcık sürüsü gibi yekvücut oluşlarını hissedebiliyordum. Bu soru ile Zâhir arasındaki bağlantıyı irdelemeye başladım. Zâhir olan nesne ya da varlıkların ortak özellikleri, Zâhir’in adından da anlaşılacağı üzere gözle görülebilir olmalarıydı. Fakat sorunun zihnime girerken kullandığı kapı gözlerim değil kulaklarımdı. Oluşturduğu etki tıpkı Zâhir gibi olsa da bu soru bir Zâhir olamazdı. “Olsun,” dedim kendi kendime “Nihayet bir ipucu yakaladım!”

İpin ucunu bir an olsun bırakmadan derinlere, gittikçe daha da derinlere daldım. Cemil Meriç’in Işık Doğudan Gelir adlı kitabında rastladığım bir mektup ilgimi cezbetti. Bu mektup, İbn-i Arabî tarafından Fahreddin er-Râzî’ye yazılmıştı. Gerçek bilgiye ulaşmanın yolu hakkındaki tartışmaları ve akıl türlerini anlatan bu mektupta karşılaştığım akl-ı mesmû kavramı ile okuma serüvenimdeki son dönemeçte olduğumu hissettim. Zira akl-ı mesmû, işitilmiş akıl demekti ve pekâlâ işitmek, akılsızlığa da neden olabilirdi.

Mesmû’ya dair en eski bilgi bir söylentiden ibaretti. Bu söylentiye göre bir bedevi, çöle gittikten tam kırk gün sonra delirmiş olarak dönmüş. Bir vahadaki hurma ağacından ve bu hurma ağacının hemen altındaki su birikintisine düşen hurmaların oluşturduğu sesten söz edip duruyor, başka hiçbir şey konuşmuyormuş. Bir diğer Mesmû, Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde karşıma çıktı. Hz. İdris Dağı’ndaki bir mağaradan ve bu mağaranın tılsımından bahseden Evliyâ, mağarada Funcî lisanında bir sesin işitildiğinin ve bu sesin, dinleyenlerin akıllarını perişan ettiğinin kaydını tutmuştu. Eduardo Galeano ise Küba’daki bir ormanda, ağaçkakanların oyduğu gövdesine rüzgarın çarpmasıyla büyülü bir ses doğuran ihtiyar kapok ağacından bahsediyordu.

Zâhir kadar somut olmadığından olacak Mesmû hakkında derlenmiş bir kaynak yoktu. Hakkında bulabildiğim tüm kitapları, parşömenleri, üzerine yalnızca birkaç cümle çiziktirilmiş pusulaları yoksunluktan hummaya tutulmuş bir müptela gibi okudum, okudum, okudum. Okudukça dehşete kapıldım. Zira Mesmû’yu çağrıştıran satırlar, eski masal ağaçlarının hareketli kökleri gibi beni kıskıvrak yakalıyor, sıkıyor ve boğuyordu. Mesmû’nun Zâhir’den tek farkı gözle görülmeyip işitilmesi değildi. Nasıl ki Zâhir alelade bir nesne olabiliyorsa Mesmû da herhangi bir ses olabilirdi. Fakat bir ses, ancak ve ancak saf, temiz, berrak bir kaynaktan çıkarsa Mesmû olabilirdi.

İsmail’in sorusu kafamın içinde gittikçe daha sık ve daha şiddetli yankılanıyordu. Fazla zamanımın kalmadığını biliyordum. Yankının tüm gerçek sesleri bastırıp asıl gerçekliğe kendinin oturacağını biliyordum. Tüm düşüncelerimin, hayallerimin, geçmişimin, şimdimin ve geleceğimin İsmail’in sesiyle sorulmuş tek bir soru olacağını biliyordum. Tüm bunları biliyordum fakat Allah’ın kokusu var mıydı, bunu bilmiyordum.

Peki ya bilseydim? Allah’ın kokusunun varlığını ya da yokluğunu bilseydim, bu yolculuğun mutlak seyrini değiştirebilir miydim? Tali bir yol bulup kurtuluşa erebilir miydim? Mesmû’nun tahakkümüne henüz girmemiş zihnimin karanlık dehlizlerindeki bu sorular, küçük kıvılcımlar halinde umut meşalemi tutuşturdular. Bir sorunun kuvveti yanıta olan mesafesiyle orantılıdır. Yanıta yaklaştıkça güçten düşen soru, yanıtın belirlenmesiyle de hükmünü kaybeder. Bu durumda Mesmû’nun etkisinden kurtulmak için tek çarem vardı. Yanıtı bulmak.

İsmail’e ulaşmaya çalıştığımda, elden ayaktan kesildiğini ve hastaneye yatırıldığını öğrenmek pek şaşırtmadı beni. Doğal sonuçtu bu. Bencilce bir merakla Londra’ya, yanına gittim. Zira asıl ilgimi çeken, İsmail’in durumu değil, yanıta ulaşmakta kat ettiği mesafeydi. Kendimi sorgulamak konusunda hevesli değildim. Sorgulayacak kadar derinlemesine de düşünemiyordum zaten.

Sorunun, İsmail’e nerede ve nasıl yapıştığını hiçbir zaman öğrenemedim. Arı kovanlarındaki gibi bir uğultunun yükseldiği odasına girdiğimde beni tanımamıştı. Donuk gözlerini, yatağının başucundaki şişelerden bir an olsun ayırmadan mırıldanıyordu. Altı farklı kristal şişenin içinde altı farklı sıvı vardı. Gözlerim, şişelerle İsmail arasında mekik dokuyordu. Neyse ki İsmail’in eşi kafa karışıklığımın zulmünden kurtardı beni.

“Esanslar...”

“Ne esansı?”

“İsmail, İstanbul’dan döndükten sonra günlerce evden çıkmadı. Hep çok okurdu ama bu kez kitapların başından kalkmaz oldu. Yemiyor, içmiyor, sadece okuyordu. Ne olduğunu sordum, defalarca sordum…”

Korkuyla kaldırdım elimi. Keskin ve netti hareketim. Bir giyotin gibi böldüm sözünü. Fakat, giyotinin kestiği başta bile gözler bir süre daha hareket eder. İsmail’in eşi de konuşmasını sürdürdü. “Sordum fakat yanıtlamadı. Bir gün aniden çıkıp gitti. Aylar sonra döndüğünde delirmiş gibiydi.”

Kitaplar, defterler, kiminde birkaç sözcüğün yazılı olduğu kimindeyse en ufak bir boşluk kalmamacasına doldurulmuş not kağıtları, türlü esans şişeleri, baharatlar, tütsüler… “Ahenksizlik ahengin kendisidir.” diyen Adorno, bu ahenksizliğin kişiye özel bir ahengi olduğu konusunu düşünmüş müydü bilmiyorum. Zira bu ahenksizlik İsmail’in ahengiydi, benim değil. Mesmû’nun dayanılmaz yankısı günbegün artarken bu dağınıklığı tasniflemek hiç de kolay olmadı. Çok az yiyor ve çok az uyuyordum. Tam kırk gün boyunca çıkmadım odadan.

İsmail, aylar boyu Dünya’yı dört bucak bir derviş gibi dolaşmış, altı kokuyu bulmuştu. Her ayrıntıyı bir dedektif titizliğiyle not etmişti. Ninova kalıntılarının kıyısındaki bir kabilenin en yaşlısının gözyaşlarıyla sarığının katlarını açtığına varıncaya kadar.

“Sadece sarığını açan ihtiyar değildi ağlayan. Çadırda bulunan kabilenin tüm ileri gelenleri hummaya tutulmuş gibi ağlıyorlardı. Sarığın içinden başparmak büyüklüğünde gümüş bir şişe çıktı. Şişe, çadırda halka olmuş herkes tarafından elden ele büyük bir saygıyla dolaştırıldıktan sonra tekrar ihtiyara geldi. Ayrılmak zorunda olduğu sevgilisine bakıyormuş gibi baktı şişeye ihtiyar. Üç kez öpüp bana verdi. Heyecandan ellerim terliyordu. Yunus Aleyhisselâm’ı yutan balinanın amberi elimdeydi işte!”

Mesmû’nun helâk edici etkisinden kurtulmak için yegâne yolun sorunun cevabından geçtiğini İsmail de fark etmişti. Rastgele aramamıştı kokuları. Belli bir kurallar kaidesine bağlı olarak yürümüştü yolunu. Ve yolun ne demek olduğunun farkındaydı. Yazdıklarından anlaşılıyordu bu. Biliyordu, yolun kıymeti sonunda gizliydi. Yola çıkması gerektiğini biliyordu ve ulaşmak şart değildi, bunu da biliyordu.

Bu minvalde aramıştı kokuları. Yunus Aleyhisselâm’ı yutan balinanın amberini, Musa Aleyhisselâm’ın sedir ağacından yapılma asasının kokusunu, Hz. Meryem’in doğum sancısı çekerken tutunup salladığı ve dökülen meyvelerini yediği hurma ağacının esansını, Keldânî bir bilgenin toplamayı akıl ettiği Nemrut’un alevlerinde yeşeren bahçedeki güllerin kokusunu, Yâkub Aleyhisselâm’ın gözlerini açan gömleğin kokusunu ve Peygamber efendimizin hiçbir zaman yanından ayırmadığı koku kutusundaki miski bulmuştu.

Kırkıncı günün sonunda, hastaneye gitmek üzere odadan çıktığımda tıpkı soruyu duyduğum zamanki gibi gün henüz devrilmişti. İsmail’in başucundaki şişelerin ve içindekilerin anlamını biliyordum artık. Bir ömür yetmeyecek bu arayışı birkaç aya sığdırmıştı İsmail. Gelgelelim tamamlayamamıştı kokunun miracını. Bu serüven için böyle yazmıştı defterine. Kokunun Miracı.

Kimden ve ne şekilde öğrendi bilmiyorum fakat İsmail’e göre sorunun yanıtındaki sır, yedi kokunun bileşiminde gizliydi ve sırra vakıf olabilmek için modern parfümerinin omurgasını oluşturan üç katmanlı yapının dışına çıkmak gerekiyordu. Zira parfümlerin etkisi, sıkılmalarından başlayıp tamamen uçuncaya kadar tepe, kalp ve taban kokusu denen üç temel süreçte ele alınırdı. Miracını tamamlayan kokuda ise böyle bir durum söz konusu olamazdı. O koku tek ve biricik olmalı, asla ve katiyen vahdet hali bozulmamalıydı.

Morg soğuktu. İngilizler morgdan daha soğuktu. Ve alnına dokunduğum İsmail’in soğukluğu tüm bunların ötesindeydi. Ölümün soğukluğu, Mesmû’nun cenderesindeki zihnimde bir infilaka sebep oldu. Yedinci kokuyu biliyordum ve ölümün dehşetli soğuğu kadar emindim bundan.

Doğumhanenin önünde beklemeye başladım. Bacaklarım da zihnim gibi uyuşuyordu. Ne yapmam gerektiğini ve bulunduğum yerde neden bulunduğumu sık sık unutuyordum. Mesmû, dizginlerini eline aldığı zihnimi istediği yere koşar olmuştu. İçeriden gelen bebek ağlamasıyla irkildim. İnfilak eden düşüncemden tüten dumanlar, belirsiz de olsa doğumhane önündeki bekleyişimin sebebini hatırlatmayı başardılar.

Yeni doğmuş bebeğin kursağından geçen ilk sütle birlikte sıcacık boyun kıvrımlarında biriken ter damlacıklarını diğer altı kokunun bileşimine eklemeden evvel duraksadım. İsmail’in nemli toprağını okşadım. Ne soğuk ne de sıcaktı. Yaşam ve ölümün birlikteliğini, ayrılmazlığını, üflenen ilk nefesi ve çıktığı gibi göğüs kafesini sabitleyen son nefesi düşündüm. Düşünme faslım uzun sürmedi.

Mesmû dayanılmaz bir ağrı gibi zonkluyor, kendinden başka hiçbir düşüncenin yeşermesine izin vermiyor, baş veren tüm filizleri acımasızca çiğniyordu. Yedinci kokuyu eklediğim şişeyi açmak konusunda tereddütlüydüm. Sorunun yanıtsız kalma ihtimalinden korkuyordum.

Şimdiyse duyumsamadığım kokuları tek tek hatırlamaya, türlü sıfatlarla nitelemeye, tasvirlerle bezeyip zihnimdeki çekmecelere yerleştirerek çaresizce kalıcılıklarını korumaya çalışıyorum. Boğaz; betonla doldurulmaktan, yüzyıllar boyunca büyük bir sabırla oyduğu girintilerin kaybından duyduğu öfkeyle bir kez daha çarpıyor iskeleye. Çığlık çığlığa kaçışan kalabalığın arasında durup gözlerimi kapatıyor, aklımdan çıkmayan yanıtı kokluyorum.

  • Öyküler Neil Gaiman İthaki Yayınları
  • Neil Gaiman ve Al Sarrantino’nun hazırladığı, çevirisi İthaki Yayınları’ndan çıkan “Öyküler” isimli bir seçki var. Sanırım üç aydır elimin altında. Kitap bitmek üzere ve henüz işe yaramaz bir öyküye rast gelmedim. Bu güzellikten sizi haberdar etmezsem bencil biri olurdum! (A.E.)