Mikrodalga Bebek Mırıltıları

Belki de böyle söylememe engel olan, tam o esnada burnuma çalınan kızarmış et bebek kokusuydu.
Belki de böyle söylememe engel olan, tam o esnada burnuma çalınan kızarmış et bebek kokusuydu.

Mutfağımız yanıyordu. Gri duman salona sızarken yangının sebebi genzimi yaktı. Alevlerin içine girip bebeğimin küllerini kucaklamak istedim. Onun yerine bir itfaiye eri beni kucakladı ve sürükleyerek kapıdan dışarı çıkardı. Onlara bebeğimin içeride olduğunu anlatamadım. Karımın onu mikrodalgada unuttuğunu...

“’Hayvan doldurmaktan başka iş yapmaz mıydı?’ ‘Bir de düşünürdü.’ ‘Elin ölü bir porsuğa batmışken, soyut düşünceler için bol bol zamanın olur.’”

Johnny ve Ölüler - Terry Pratchett

Bebeği mikrodalgada unuttuğunu söylediğinde canı hakikaten de sıkkın gibiydi. Sanki yılbaşı için özel pişirdiği tavuk biraz fazla kızarmıştı. Onu teselli etmemi istermiş gibi bakıyordu. “Üzülme sevgilim, bu gece de dışarıda yeriz. Hem ben de bazen kimi mektupları adrese teslim etmeyi unutuyorum. Mektubu bi kere teslim etmeyince de bir daha edesim gelmiyor. Kanıt kalmasın diye oturup koca mektubu kemiriyorum,” demeliydim.

Belki de böyle söylememe engel olan, tam o esnada burnuma çalınan kızarmış et bebek kokusuydu. Bizim bebeğimiz. Daha kaç günlüktü? Yirmi mi? Otuz mu? Sayılarla aram iyi değildi. Halbuki sonsuza kadar süren şeyleri severdim. Çok uzaklara gönderilen mektuplaraysa bayılırdım.

Bir flaş çaktı. Fırının kapağını açıyor, hafif kızarmış bebeğin üstüne ince uçlu bir fırçayla sos sürüyordum. Hayır, lütfen. Bu delilik benim değil, onundu. Hâlâ bana bakıyordu. Bakışlarının ucunda bir kusmuk birikintisine dönüşene kadar kustum.

Bu delilik benim değildi ve işte bunu da böylece ispat ettim. Sonsuza kadar kusmaya devam ederek.

***

Sonsuzluk beklediğim kadar uzun sürmedi. Kusarken bayılmayı, sonra da mimarı olduğum birikintinin içinde ayılmayı beklemiyordum. Işıklar, perdeler kapalıydı. Tek ışık kaynağı mutfaktan içeri doluyordu. Çıtırtılar eşliğinde. Dalgalı, yükselen ve alçalan çıtırtılar.

Isı veren.

Yanan.

Mutfağımız yanıyordu. Gri duman salona sızarken yangının sebebi genzimi yaktı. Alevlerin içine girip bebeğimin küllerini kucaklamak istedim. Onun yerine bir itfaiye eri beni kucakladı ve sürükleyerek kapıdan dışarı çıkardı. Onlara bebeğimin içeride olduğunu anlatamadım. Karımın onu mikrodalgada unuttuğunu...

***

Evimi kim söndürdü, salondaki birikintiyi kim temizledi, aylar nasıl ileri atıldı, adanın postalarını şimdilerde kim götürüyor sorularıyla uyandım. Karımı neredeyse bir yıldır görmüyordum. Bebeğimiz (-den kalanlar) neredeyse bir yıldır toprağın altındaydı. Bugün onun doğum günüydü ve ölmesine günler kalmıştı.

Salondaki vitrinin çekmecelerinden birinde olduğunu hatırladığım bir paket doğum günü mumunu çıkarıp kokladım. Bunları onun için almıştık. Birlikte almıştık. Hiç yanmamış, hiç üflenmemiş bir paket mum.

Pardösümün cebine atıp dışarı çıktım.

Heybeliada’da gün batıyordu. Bulutlar gökyüzünü küle çeviriyordu. Geçen ilk at arabasını çevirdim. “Mezarlığa,” dedim.

Arabacı ikiletmedi. Fakat atlarla ilgili bir sıkıntı olduğunu anlamam da uzun sürmedi. Şayet atların olması gereken alanda iki dev yengeç takırdıyordu. Yan yan gidiyor, arada bir kıskaçlarıyla yolun kenarındaki bitkileri söküyorlardı. Arabacıyı rencide etmek istemediğim için sustum.

Mezarlığa varasıya gece çökmüştü bile. Mezarlığın girişinde inip arabacıdan beni orada beklemesini istedim. Tıpkı filmlerdeki gibi. Yengeçler, budadıkları çiçeklerden hoş bir buket yapmışlardı. Minnetle kabul edip oğlumun mezarına yürümeye başladım.

Mezara kül gömen kaç kişi vardır, bilmiyorum. Gömmesem başaramam sanıyordum. Başarmış halim günleri ve ayları takip etmekten acizdi. Buketi nemli toprağa bıraktığımda gök gürledi. Mumları dizmeye başladığımdaysa yağmur torbalarının ağzı arsızca çözüldü.

Çakmağı çakmak için geç kalmıştım.

O gün eve dönmek için geç kalmıştım. Karım ne ara delirmişti? Postahanede çalışırken beni aramış, Müzeyyan Senar’dan Sakın Geç Kalma’yı dinletmişti. Gülüşmüştük.

Oğlumun yan mezarından gelen horultular anılarımı böldü. Merhum yazar Ahmet Rasim Beyler, horluyorlar idi. Mezar taşını tıklattım, sustu. Yağmur önce hızlandı.

Sonra kesildi. Aslında sadece ıslanmaya ara vermiştim. Yanımda şemsiyesiyle o duruyordu.

Bizim hanım. Ne ara delirdiniz, bunca zamandır neredeydiniz, tam da vaktinde geldiniz gibi düşünceler yağmura karışıp toprağa işledi.

Çakmağı elimden alıp mumları yaktı. Islak mumlar onun elinde cehennem ateşi gibi parladı. Uzaklardan yengeçlerin kıskaç sesleri ve arabacının kesik öksürükleri duyuluyordu. Yakınlarda bir ses bana selam verdi.

Konuşan yerlerimi balıklar kemirmişti. “Sanırım,” dedi, “Yemeği beğenmesen de tatlıya kalıyorsun.”

Yağmura rağmen sönmeden yanan mumlar, pastamezarın üstünde çırpınıyordu. “Yine bayılıp emeklerimi çöpe atma lütfen.”

Emeklerinin külleri toprağın altında uyukluyordu. Ahmet Rasim fırsattan istifade yeniden horlamaya başladı. Yengeçler gürültüden ürkerek kıskaç takırdatmayı bıraktı. Bir at, kişneyerek mezarlığa girdi. Binicisi soluk soluğaydı. Nedense gözü yaşlı ata sarılmak istedim. Bir sinek su içmek için atın gözüne kondu.

Tam bu esnadaysa binici yere konuyordu. “Filim,” diyordu. “Yavru filim kayboldu.”

Karımın usulca şemsiyesini kapattığını fark ettim. Yeniden ıslanıyordum. “Filiniz,” dedim daha sonra. “Kaç günlüktü?”

Bu aptalca bir soruydu. Adamın verdiği cevap, filiyle oğlumu yaşıt kıldı ve eski karım çirkin bir çığlık attı:

“Eyvah! Fırında unuttum.”

Rüzgar uzun süren savaşını kazanıp mumlarımı cız etti.

Dilek tutmak için çok geç kalmıştım. Gecikmemeyi başarsaydım eğer yengeçlere başka bir hayat ve Ahmet Rasim’e burun bandı dileyecektim.

Onun yerine koşarak arabaya giden karımın ardından bakıp filini kaybetmiş adama bir dilim pasta ikram ettim.