Mistisizm-Pozitivizm Tartışmasında Fantezi

Bütün bu olaylar aslında hepsinin safsatadan ibaret olduğunu kanıtlamak için anlatılmıştır.
Bütün bu olaylar aslında hepsinin safsatadan ibaret olduğunu kanıtlamak için anlatılmıştır.

Aslında hem halk hem de klasik edebiyat geleneğimiz mesnevilerle, masallarla, efsanelerle dolu ve bunların hiçbirinin gerçekçi bir dünya tasviri çizdiğini söylemek mümkün değil. Tabii ki bunlar fantastik olsun diye yazılmadı, anlatılmadı. Mucizelerinden arınıp maddeye indirgenmemiş dünyada bu anlatılanların kendilerince bir gerçekliği vardı.

Günümüzde fantastik edebiyatla haşır neşir olan kesimler arasında bu türün ülkemizde yeni yeni yeşermeye başladığı, fazla ilgi çekmediği, hatta savsata-dır diye hor görüldüğü yönünde yakınmalar var. Gerçekten de birçok insan için fantastik metinler okunması ancak çocukluk döneminde hoş karşılanabilecek vampir, büyücü hikâyelerinden ibaret. Bunlar da sadece dışarıdan ithal ettiğimiz Yüzüklerin Efendisi, Alacakaranlık serisi gibi bizim kültürümüze yabancı eserler. Peki bizim kültürümüzün fanteziye gerçekten de bu kadar uzak olması mümkün mü?

Aslında hem halk hem de klasik edebiyat geleneğimiz mesnevilerle, masallarla, efsanelerle dolu ve bunların hiçbirinin gerçekçi bir dünya tasviri çizdiğini söylemek mümkün değil. Tabii ki bunlar fantastik olsun diye yazılmadı, anlatılmadı. Mucizelerinden arınıp maddeye indirgenmemiş dünyada bu anlatılanların kendilerince bir gerçekliği vardı. Zihni salt bilimsellikle aydınlanmış -ya da sınırlanmış- insanın devlere, perilere inanması beklenemez elbette. Dolayısıyla günümüzde bu hikâyelerin unutulmaya yüz tutması bir dereceye kadar anlaşılabilir. Ancak Tolkien’in Kelt mitolojisinden esinlenerek büyük eserini oluştururken bizim kendi efsanelerimizi neden elimizin tersiyle ittiğimiz de sorulmalıdır.

Edebiyatımızın fantastik unsurlardan ne zaman arınmaya başladığını araştırdığımızda Tanzimat’a, lise derslerimizden hatırladığımız üzere “yüzümüzü Batı’ya döndüğümüz” döneme gidiyoruz. Avrupa’ya gönderilen öğrenciler, onların Osmanlı’nın geri kalmışlığıyla yüzleşmekten duyduğu acı ve getirmek için çırpındıkları yenilikler silsilesi... Karşılarında gömleğini değiştirmesi gereken, Doğuluyken Batılı olması gereken bir toplum vardı. Ancak hangi Batı? Tabii ki kendi toplumlarında eksikliğini hissettikleri Batı. Pozitif bilimlerin ışığında ilerleyen, teknolojisini ve ekonomisini geliştiren Batı.

Dönemin aydınları bu eksikliğin etkisiyle pozitivist düşünceyi hararetle yüceltmişler, ona Batı’nın kendi içinden yönelen eleştirileri görmezden gelmişlerdir ki bu da anlaşılabilir bir şey. Osmanlı’nın geri kalmasının sebebi ruhani değil dünyevi eksikliklerdeydi. Edebiyatta da somut gerçekliğe ihtiyaç vardı. Hayal ürünü metinler, mevcudiyeti olmayan âlemlerde yaşanan hikâyeler halk arasında zaten yeterince fazlaydı ve bunlarla toplumu bir yere götürmek mümkün değildi. Edebiyatın ise daha yüce bir misyonu olmalıydı: Toplumu eğitmek. Bu da, Namık Kemal’in deyimiyle, “hakikat ve tabiat alemlerinden hariç bir cihan-ı evhamdan iktibas olunmuş birtakım na-merbut tasavvurlardan ibaret“ geleneğimizle yapılamazdı. Zaten aklı başında bir insan da cin, peri, hayalet gibi safsatalarla dolu hikâyelerden hoşlanmazdı.

Namık Kemal her ne kadar böyle düşünse de insanlar hâlâ hayal dünyasıyla haşır neşir olmak istiyordu ve onların bu beklentilerini karşılayan bir eser ortada dolaşıyordu: Muhayyelat-ı Aziz Efendi.İneborgBöer tarafından “modern Türk romanının babası” sayılan bu kitap anlatım tarzına getirdiği yeniliğe rağmen, hayallere dayandığı için Tanzimat sanatçıları tarafından geleneğin bir devamı olarak algılanmış, oldukça tepki çekmiştir. Hatta Ahmet Mithat Efendi hem Muhhayyelat’ı ve böyle hikâyelerden hoşlananları alaya almak; insanları boş inançlarla dolu, ayağı yere basmayan hikâyelerden uzaklaştırmak için Çengi isminde bir roman kaleme almıştır. Romanın kahramanı Daniş Çelebi okuduğu Muhayyelat’ın etkisinde kalmış, adeta Don Kişot gibi hayalle hakikati ayıramayan bir karakterdir ve gülünç durumlara düşer. Ahmet Mithat, karakteri üzerinden insanlara ders vermenin derdindedir zira toplum Daniş Çelebi gibi hikâyeyle gerçeği ayırt edemeyen insanlardan oluşmaktadır. Böyle bir toplum da yıkılmaya mahkumdur.

Tanzimat’ın ardından gelen İstibdad Dönemi’nin de 2. Meşrutiyet’le bera-ber sona ermesiyle Türk modernleşmesinde yeni bir dönem başladı. Artık sadece devlet düzeninde ıslahatlar yapılmıyordu. İstenen vatandaş tipini yaratmak da hedefleniyordu. Tanzimat’la beraber başlayan bu eğilim iyice güçlenmiş, egemen söylem haline gelmişti ve edebiyat da bundan nasibini almıştı. O dönemden günümüze kalan eserlerde genel eğilim “gerçekçilik”tir ve bir eser gerçeğe yaklaştığı sürece edebi kabul edilmiştir. İşlenen konular sürekli istenen Batılı, pozitivist insanlar etrafında dönmüştür. Tabii ki etki tepkiyi doğurdu ve toplumda kutuplaşma başladı. Bir kesim tamamen Batılılaşmayı savunurken diğer kesim Batı’yı toptan reddetmek istiyordu. Pozitivizmin karşısında mistisizmin de sesi çıkmaya başlamıştı. Artık romandaki hayal-hakikat tartışması pozitivizm-mistisizm tartışmasına kaymıştı.

Hurafelere Karşı Pozitivizm

Pozitivizm-mistisizm tartışması savaşlarla beraber kesintiye uğramıştır ancak Cumhuriyet’le beraber tekrar gündeme gelmiştir ve edebiyat alanında pozitivizmin savunuculuğunu yapan en belirgin isim Hüseyin Rahmi Gürpınar olmuştur. Kendisi bir bakıma Ahmet Mithat Efendi’nin devamı gibidir. Edebiyata toplumu bilinçlendirme misyonu yükler ve toplumda onu en çok rahatsız eden şeylerden biri batıl inançlara duyulan meraktır. Bununla mücadele ederek insanları “yüksek pozitivizm felsefesi”ne çekmeyi amaçlar. Ancak okuyucu kitlesinin cahil kadınlar olduğunun farkındadır. Onların ilgisini kaybetmemek için üslubunu gündelik dile yaklaştırmış, yetinmeyip romanlarda pek çok fantastik denebilecek öğeyi kullanmıştır. Pozitivizmin koyu savunucusunun bu tavrı çelişkili görünebilir ancak Gürpınar fanteziye duyulan merakın farkındadır ve onu halkı bilinçlendirmek için bir araç olarak görür. Fantastiği kırmak için fantastiği kullanır.

Gürpınar’ın pek çok romanı anlaşılamayan olaylarla ve bu olayları daha etkili kılan bir atmosferle başlar. Gülyabani’de mekan cinli, perili olduğu söylenen bir Üsküdar konağıdır. Hatta burada sık sık minare boyunda bir gülyabani görülmektedir. Gerçekten de roman boyunca açıklaması güç, okuyucunun merakını kamçılayan, söylentileri doğrulayan olaylar yaşanır. “Cadı”da hali vakti yerinde bir adam olan Naşit Bey’in ölen karısının cadıya dönüştüğü, kocasının yeni eşlerini boğmak için her gece mezarından kalkıp geldiği söylenmektedir. Üstelik bu cadının göze göründüğü olmuştur ve Naşit Bey’in eski karısının fotoğrafına çok benzemektedir.

Ortada cadının varlığını kanıtlayan pek çok şey bulunmaktadır. Dirilen İskelet’te mezarlıkta gezinen iki genç vardır: Ferhat ile Tayfur. İkisi de iyi eğitim almış, materyalist gençlerdir ancak mezarlığın atmosferi, çakan şimşekler, patlayan silahlar, onları korkutup bildiklerinden şüpheye düşürür. Muhabbet Tılsımı’nda Ali Bekir adlı delikanlı bir dervişin hazırladığı tılsımı kullanır ve gerçekten de kadınlar ona aşık olmaya başlar. Mezarından Kalkan Şehit’te ise görüşleriyle yazarı temsil eden Şevket bir köye gider. Burada mezarından kalkıp büyükannesini ziyarete gelen şehidin hikâyesi anlatılmaktadır. Üstelik Şevki de şehidi gözleriyle görür.

Bütün bu olaylar aslında hepsinin safsatadan ibaret olduğunu kanıtlamak için anlatılmıştır. Gizemli şeyler yaşanırken yazar araya kendi temsilcisini sokar ve insanlara boş inançlara kapılmamaları gerektiğini, hepsinin mutlaka mantıklı bir açıklaması olduğunu söyler. Bu kişi “Cadı”da Şükriye’nin babasıdır. Karşılaştıkları vakaları açıklayamamakla beraber bilimsel tavrından taviz vermez. Dirilen İskelet’te Tayfur mezarlıktan korkan arkadaşına “kocakarı-laşmamasını” söyler. Muhabbet Tılsımı’nda Ali Bekir’in eczacı arkadaşı tılsımın etkilerini görse de bunu psikolojiyle açıklar. Mezarından Kalkan Şehit’teki Şevki de gözüyle görmesine rağmen ölen birinin dirilebileceğine inanmaz.

Romanların sonunda bu kişiler haklı çıkar. Her türlü vakanın mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır. Gülyabani’deki gizemler ev sahiplerini korkutup mirasa konmak isteyen kişilerin düzenlediği oyunlardan ibarettir. Cadı’daki vakalar Naşit Bey’in ölen karısının arkadaşının başının altından çıkmıştır çünkü iki arkadaş zamanında birbirlerine söz vermişlerdir; kim erken ölürse diğeri ölenin kocasının başka kadınlarla evlenmesine engel olacaktır. Dirilen İskelet’te mezarlıkta yaşananların sebebi Banu adında genç, güzel ve paragöz bir kadındır. Efsuncu Baba’da adamın kızıyla evlenmek isteyen delikanlı babayı ikna etmek için düzenlemiştir her şeyi. Muhabbet Tılsımı’ndaki Ali Bekir de zaten aşık olunacak denli yakışıklı bir gençtir ve tılsımla beraber özgüveni artar. Mezardan Kalkan Şehit’te ise görünenin şehidin yakın arkadaşı olduğu anlaşılır. Savaştan önce birbirlerine söz vermişlerdir. Kim şehit düşerse diğeri onun ailesini bu şekilde ziyaret edecektir.

Görüldüğü üzere Gürpınar’ın romanlarında doğaüstü olaylar bunların gerçek olamayacağını göstermek üzere anlatılmıştır. Bunlara inananlar karikatürize edilen tiplerdir. Ancak 1932’de yazdığı gazete yazısında inançlara karşı yumuşadığı görülür. İnsanların inançları yüzünden eleştirilemeyeceğini söyler. Yazıyı “Aklınız neye yatıyorsa ona inanırsınız,” diye bitirir. Belki de ilerleyen yaşının etkisiyle pozitivizmde diretmeyi bırakmıştır. Bu tavır yazının arkasından tefrika edilen romana da yansır. Olaylar ruh çağırma meraklısı bir ailede geçer.

Gürpınar’ı temsilen ailenin dayısı aralarında bulunur. Açıklayamadığı vakalara rağmen doğaüstü güçlerin varlığına inanmamakta diretir. Tanık olduklarını doğaüstüne değil “forcepsychique” dediği psikolojik bir kuvvete bağlar. Sonunda iki taraf da birbirini ikna etmeden roman biter. Mürebbiye ve dayı arasında geçen diyalog pozitivizm ve mistisizm taraftarları arasındaki bakış açısını sergilemesi bakımından dikkate değerdir: Mürebbiye “İnanmadığınız bir şeyi göremezsiniz,” demesi üzerine dayı “Görmediğim şeye nasıl inananbilirim,” diye cevap verir. Mürebbiye “Bizim gözlerimiz çok kuvvetsizdir... Doğanın bize müsaade ettiklerini görürüz. Görmek istemediklerimizi tabiatıyla görmeyiz. Bundan dolayı bizim göremediğimiz şeylerin olmaları gerekmez... Ama görenler var...” diye cevap verir.

Pozitivizme Karşı Mistisizm

İnsan duyularıyla algılayamadığı şeylerin gerçeklik ihtimalini reddedince kendini evrenin merkezine yerleştiriyor. Her şeyin ölçütü insan oluyor. Ancak kendi varlığının sebeplerini ve sonuçlarını çözememiş bir insan. Doğa hakkında bilgisi ne kadar artarsa artsın, ona istediği kadar hükmetsin, kendini tanımayan, temel bilmecesini çözemeyen insanın “İnsan her şeyin ölçütüdür” kibriyle yaşarken huzur bulması mümkün müdür?

Peyami Safa bu soruya, gelişmiş Batı medeniyetini ve onun pozitivizmini sorgusuz sualsiz yücelten Gürpınar’dan farklı bir cevap veriyor. Onun gözünde her şeye karşı materyalist tutum takınmış Batı, nihayetinde savaşlar yaşamış ve büyük bir buhranın içine düşmüştür. Hatta bu buhranların sonucunda Batı’da spritüalizm gibi akımlar ortaya çıkmıştır. Onlar bile aklı ve bilimi yegane doğru kabul etmeyi bırakmışken niye biz diretelim?

Peyami Safa’nın romanlarında başından beri bu Doğu-Batı karşılaştırması çok belirgindir. Onun gözünde Doğu ruhun, maneviyatın; Batı maddenin ve ahlaki çürümüşlüğün yansımasıdır. Hemen her romanında biri Batı’yı, diğeri Doğu’yu yansıtan iki erkek arasında kararsız kalan bir kadın vardır. Ancak konuyu mistisizm-pozitivizm seviyesine Matmazel Nöraliya’nın Koltuğu ile taşır ve bu tartışma kapsamında romanına fantastik öğeleri sokar.

Roman, aynı Gürpınar’ınkiler gibi, okuyucuyu hemen içine çekecek, merak uyandıracak, tekinsiz bir atmosferde başlar; pis, karanlık ve kasvetli bir pansiyonda başlar. Burada yaşayanlar da en az pansiyonun kendisi kadar gariptir. Örneğin dilsiz bir kız çocuğu vardır. Bu kız hem bakmadan saati, hem de gelecekte yaşanacakları bilmektedir. Evlerini kaybetmelerine sebep olan yangını önceden haber vermiştir. Pansiyon sahibi Vafi Bey bunları hiç yadırgamadan buranın bir cin yatağı olduğunu söyler.

Ferit geleceği bilmek, cinler gibi hurafelere inanmayacak kadar şüpheci bir karakterdir. Dinsiz, hedonist ve nihilisttir. Ayrıca buhran içindedir. Başına açıklayamadığı olaylar gelir. Evinin içinde geceleri dolaşan bir hayalet vardır. Bunu kendi gözleriyle görür, hatta ona temas eder. İşin aslını araştırır ancak akla yatkın bir açıklamaya ulaşamayınca delirmeye başladığını düşünür. Başka bir gün dışarıdayken kriz geçirir. Yanına yaklaşan bir ihtiyar “Allahım,” demesini söyler. Ferit inanmasa da bunu yapar ve gerçekten de işe yarar.

Ferit’in ruh sağlığı git gide bozulmuştur. Vafi Bey’den öğrendiği dualar hafifleme sağlasa da daha kesin bir cevaba ihtiyacı vardır. Yazar onun kafa karışıklığını çözmesi için devreye, kendi sözcülüğünü yapan felsefe öğretmeni Yahya Aziz’i sokar. O Sorbonne mezunudur. Yani Batılı eğitimden geçmiştir. Ferit’e bütün ihtimallere açık ve saygılı olmasını söyler. Akıl, bilim ve felsefe bilinmezi anlamamızda tek başına yeterli değildir. Ferit’i Matmazel Nöraliya’nın evine gönderir.

Bu evin atmosferi pansiyonun aksine oldukça iç açıcıdır. Ferit eve geldiği gibi olağanüstü şeyler yaşamaya başlar. Önce Nöraliya’nın fotoğrafı gözleriyle onu takip eder. Ferit gece “gel” diye bir ses işitir. Karşı koymaz, sesin geldiği yere gider. İçinden ışıklar süzülen boş bir koltuk görür. Bu ışık Matmazel’in hayaletidir ve Ferit’le konuşur. Ona kendi hayatını anlatır. Nöraliya yaşadığı sorunlardan sonra kendini toplumdan soyutlamış, kendi beninden kurtularak Allah’a ulaşmıştır.

Yalnızız da yine mistik konuları işlemiştir. Rüyalar, geleceği görme, telepati, duyuları aşan algılama gibi meseleler üzerinde durmuştur. Necile rüyasında Samim’i ve Meral’i görür. Meral denizde çırpınırken Samim onu kurtarmak için denize atlar ancak Meral bir tabutun içinde gökyüzüne yükselir. Kısa süre sonra Renginaz da sürekli “Biri beş geçe... Alevler...” gibi şeyler sayıklamaya başlar. Çevredekiler onun delirmeye başladığını düşünürler. Ancak gerçekten de Meral çıkan bir yangında ölür. Safa bu gibi durumların hurafe gibi değerlendirilemeyeceğini söyler. Dünyada insanların anlayamayacağı parapsikolojik vakalar yaşanmaktadır. Varlığı anlamlandırmak için sezgi, telepati gibi farklı yöntemlerin de kullanılması gerektiğini düşünmüştür. Artık Avrupalı bilim adamları bile aklımızı ve duyularımızı aşan hakikatler olduğunu kabul etmektedir.

Ruhun ihtiyaçlarını reddederek insanı bedeninden ibaret sayan Batı’nın vardığı nokta buhranlıdır. İnsanın buhranlarından kurtulmasının çözümü “teknik mucizelerin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara”maktadır. Bununla beraber Safa, Batı’yı da tamamen reddetmez. Doğu-Batı, madde-ruh sentezi kurulmasından taraftardır. Bunun gerçekleştiği ütopik bir dünya hayal eder: Simeranya. Burada maddeciliğin ve akılcılığın donduran bakış açısı kırılmıştır. Her olay bütüncül olarak değerlendirilir. “İnsan ruhunu anlamadan atomu izah etmenin” mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Safa burada kendi modernlik anlayışını anlatır. O maddeciliğin bilimsel yanını reddetmez ancak bilimin sınırları genişletmesi gerektiğini savunur.

Tanzimat’tan günümüze kadar gelen süreçte fantezinin edebiyattan genel olarak dışlandığı görülmektedir. Ancak bu küçümseyici tutuma rağmen toplumun kafasındaki dünya hurafelerden arınmamış, insanlar gizemli olanı her zaman merak etmiştir. Gürpınar ve Peyami Safa da bunun farkına varıp fantastik unsurları kendi düşüncelerini açıklamak için bir araç olarak görmüştür. Ancak Safa, Gürpınar’dan farklı olarak romanlarının içindeki fantastik öğeleri gerçek kabul etmiş, inandırıcı hale getirmiştir. Yine de -popüler anlatıları dışarıda bırakacak olursak- edebiyatımızın fantastik metinlerle tanışması için daha çok yıllar geçmesi gerekmiştir.

Günümüzde fantastik dünyalara yeniden yönelim söz konusu. Üstelik bu sefer bu türün meraklıları anlatılanların gerçek olmadığının bilincinde. Kimse anlatılanların gerçekte yaşanıp yaşanamayacağını sorgulamıyor. Fanteziye kendisi dışında bir görev yüklenmiyor. Sadece hayal kurmanın zevki ve ihtiyacıyla bunu tercih ediyorlar çünkü hayallerden arınmış, maddeye indirgenmiş bir dünya herkese keyif vermiyor, kimilerini deli gömleği gibi sıkıyor ve bunaltıyor. Peyami Safa’nın Şimşek romanında dediği gibi:

“Bu hayal güzeldir, bir kuş gibi uçmak hayali.

Göklerde hendese yok. Çizgisiz hava tabakaları.

Hendese Müfid’i sıkıyor; duvarlar, tavan, döşeme, yol cadde ve her eşya. Eşya bir çizgi yığınıdır ve her çizgi bir hudut.”