Moğolluklar

Ruh, bir an için güzel olanda sessizleştiğinde... Huzur bulduğunda... Rahatladığında... yeryüzünde bir an için muhteşemiz!
Ruh, bir an için güzel olanda sessizleştiğinde... Huzur bulduğunda... Rahatladığında... yeryüzünde bir an için muhteşemiz!

Kederinin tedavisi zaten bulunmadığından ruh, bir an için güzel olanda sessizleşir, huzur bulur ve rahatlarsa eğer bunun nedeni nesnelerde ebedi ve ilahi olanın ortaya çıkışındaki güzelliktendir; güzellik ise ânın ebedileştirilmesinden başka bir şey değildir. Tıpkı gerçeğin rasyonel bilginin sonu oluşu gibi güzellik de temelinde belki de irrasyonel olan umudun sonudur.

Merhamet tüccarları, başkalarına acımaya, kendisinde olup başkasında olmayan şeyleri bulmaya teşnedir. Böyle bir merhametin kızmak, aşağılamak, tiksinmek, hor görmekten pek bir farkı yoktur. Her tüccar yalnızca kendi malına kıymet verir. Oysa çok basit bir gerçek vardır; kimse ama hiç kimse bütün güzellikleri, iyilikleri, yeryüzünün bütün bilgisini kendi uhdesinde tutamaz, barındıramaz. Ve tam tersi. Kimse ama kimse bütün çirkinlikleri, kötülükleri, cehaleti uhdesinde... Gövdesinde toplu iğne ucu kadar kir (karanlık, leke) olanın pir ü paklıktan söz etmesi namümkündür. İnsanın yeryüzü tecrübesinin sonucu olan hikayeler, küçücük bir lekenin bütün vücuda galebe çaldığı mesellerle doludur. Ve tam tersi. Azıcık ölçülü, azıcık aklı başında her insan, başkasını ayıplamaya, onu hor görmeye, ona acımaya hakkı olmadığını bilir. Ve tam tersi. İnsan, istisnasız her insan, kusurlarla doludur!

Ahmet Büke'nin bir öyküsünde söylediği gibi: "İnsan iyi, insan güzel, insan tuhaf, insan boktan." Bu bilgiyi, ömrüm boyunca aklımda ve kalbimde tutmaya çalıştım, çalışıyorum. Yine de bir gün biri çıkıp bana, "Birine, tek bir zümreye acıma hakkın olsa o kim olurdu? Kimden sakınırsın, kim seni tedirgin eder, kim baktığında içinin ezilmesine sebep olur?" dese şöyle cevap verirdim herhâlde: "Hayatında tek bir kere bile bir şey hakkında her şeyi öğrenmek tutkusuna kapılmayanlar, kalbini bir kerecik bile tek bir şeyin varlığıyla doldurmaya çalışmayanlar, bir şeyi rüyasında görecek kadar tutkuyla sevemeyenler, gece gündüz her an bir şeyle yatıp kalkmanın ne demek olduğunu bilmeyenler..."

Nedir o şey? Ne önemi var? Edebiyat, sanat, futbol, satranç, başka insanlar, toplumlar, idealler, savaş, pullar, kelebekler, kitaplar, oyunlar... Ne olursa... Necip Fazıl'ın, "İnan da oduna inan!" deyişini çok kıymetli buluyorum. İnsan soyunun en asil hünerlerinden birinin, bir şeye bütün benliğini açmak; en büyük cesaretinin, kendini kaptırmak olduğunu düşünüyorum. Bu hünerin suyunda giden kelimeler neler? Bağlanma? Aşk? İnanç? İman? Coşku? Tutku? Öyle sanıyorum ki kıyamet, insanın bu soylu yeteneğini kaybetmesi; yeryüzünde ayaklarını sürüyerek, gönülsüzce, hedefsizce yürümesinden başka bir şey değildir. İnsanı insan ve şerefli yapan işte bu tutkudur.

İnsan aşağılık mıdır? Soru bütün insanlık için sorulduğunda elbette cevap hayır olmalı. Herhangi bir genellemeden daha fazla yanlış: Ama yine de insan, yaratılmışlar arasında bu soru ve genellemeye muhatap olmayı en çok hak eden tek varlıktır. Yaratılmışların en sefili ve en şereflisi... İnsan bu devasa sarkacın (varlığında mündemiç dipsiz karanlıkla, ona bahşedilen berrak öz arasında) iki ucunda bir o yana bir bu yana salınır durur. Bugünlerden kendimi dört kitabın arasına attım. Füsusu'l Hikem, Zaman Tüneli, Yaşamın Trajik Duygusu, Fransız Teğmenin Kadını. Bugünlerde kendimi dört kitabın arasına fırlattım, buna beşincisi ansızın eklendi: Suç ve Ceza. Dostoyevski, tutturduğum hafif tempoya fırtına gibi daldı adeta. Aheste bir ritimle gidiyordum ama ritmin yavaşlığı okumayı daha da ilginç kılıyordu. Yazarlar birbirine dönüşüyor, kitapta anlatılanlar usulca, neredeyse bana hissettirmeden birbiri içine giriyor, karışıyordu. Herhangi birinden kafamı kaldırıp kendime baktığımda bazen bir labirentin içinde buluyordum kendimi, bazen de her bir kitabın aynı yeri işaret ettiği uzun geniş bir yolda.

Unamuno'yu okurken bir epizotla karşılaştım, "Her şeyin kendi varlığında direnmek için gösterdiği mücadele, o şeyin hâlihazırdaki özünden başka bir şey değildir." dedikten sonra Spinoza için şöyle söylüyordu büyük İspanyol: "Başkasının bir el ya da bir ayak; kalp ya da baş ağrısı çekmesi gibi Spinoza da Tanrı ağrısı çekiyordu. Zavallı adam! Ve geriye kalan tüm diğer zavallı insanlar." (Cahit Zarifoğlu'nun "Su" şiirini hatırladım hemen: "raskolnikof / müthiş bir iman ağrısı çekmektedir." Cahit Zarifoğlu, Unamuno okumuş mudur? Sorun yok, okuduysa, bu konudaki görüşümüz belli değil mi zaten: "Büyük şair, büyük sanatçı zimmetine geçirir." Ama okumadıysa, kıtaların ve zamanın farkının iki şair için hiçbir ehemmiyet ifade etmemesi ne büyük sır!) "Dünya farkındalık için, her bir bilinç için yaratılmıştır." Böyle diyordu Unamuno. Peki Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'unun içinde dönüp durduğu cehennem tam da bu değil mi? Marmaledov (Sonya'nın babası), yoksullukla sefalet arasındaki o müthiş ayrımı yapan ("Yoksulluk ayıp değildir ama sefalet ayıptır.

Çünkü insan yoksullukta, doğuştan gelen duygularının asaletini koruyabilir ama sefalet buna asla izin vermez.") dokuzuncu dereceden memur, o tuhaf ayyaşın "Aşağılık insanoğlu, her şeye alışır." deyişi üzerine Raskolnikov'un ağzından dinliyoruz Suç ve Ceza'nın bir başka sorusunu: "Ya gerçekte aşağılık değilse insanoğlu?" İnsan aşağılık mıdır, insan aşağılık değil midir? Bütün Dostoyevski karakterleri, içine yuvarlandıkları bilinç ve sefalet cehennemi içinde aynı soruyu haykırırlar. Bir cevap ararlar ki o cevap, eylemlerini belirleyecektir. İlerleyen sayfalarda müthiş bir düş görür Raskolnikov, etkisinden uzun süre çıkılamayacak kadar sert bir sahne. Birkaç sarhoş, bir atı ölesiye döverler, etraftakilerin uyarılarını dinlemezler; ölene kadar büyük bir hınçla, zalimlikle, gittikçe büyüyen bir karanlığın içinden kahkahalar atarlar.

Düşündeki Raskolnikov çocuktur; babasının elini tutmaktadır. Babası onu uzaklaştırmaya çalışırken koşar ata sarılır, ayyaşları durdurmaya çalışır, nafile! At ölür. Raskolnikov, hıçkıra hıçkıra ağlar, soluğu kesilir. Çığlık çığlığa şöyle der: "Babacığım! Neden... neden... öldürdüler... o... zavallı atı!" İnsan aşağılık mıdır? İnsan aşağılık mıdır? Aslında bu dehşetli kâbusta aynı soruyu bir kere daha sorar Raskolnikov? Çünkü eğer öyleyse baltasını Alyona İvanovna'nın (tefeci kocakarı) kafasına geçirmemesi için bir sebep yoktur. İvan Karamazov başka bir romanda şöyle demez mi zaten: "Tanrı yoksa her şey mubahtır!" 1889 yılında (Suç ve Ceza 1866'da yayımlanmıştı), yolda giderken yürümediği için atını kırbaçlayan bir faytoncu gördü büyük filozof. Zavallı hayvan çok bitkin görünüyordu. Atın hiç hâli olmamasına rağmen sahibi onu hareket ettirmek için hiç durmadan kırbaçlıyordu. Nietzsche gördüğü şey karşısında dehşete düşmüştü. Faytoncunun davranışını kınadıktan sonra, yere çöken ata yaklaştı, sarıldı ve ağlamaya başladı. Görgü tanıkları, ata bir şeyler mırıldandığını, fakat ne söylediğini anlayamadıklarını söyledi.

Nietzsche'nin Dostoyevski'nin dehasına ne büyük hayranlık duyduğunu hatta onun için "kendisinden bir şeyler öğrendiğim tek psikolog" dediğini biliyoruz. Nietzsche eğer hiç Dostoyevski okumamış olsaydı, eziyet çeken atı gördüğünde bunca sarsılır mıydı? Acaba o an kendisini bir Dostoyevski romanının içinde gibi hissetmiş midir? İnsan düşünmeden edemiyor: Onu deliliğe, ardından ölüme taşıyan bu sahne atın kulağına fısıldanan aynı soruyla mı bitmiştir: "İnsanoğlu aşağılık mıdır?"

Yeryüzünde bir an için muhteşemiz. Vietnamlı genç şairin Harfa Kitap'tan çıkan yeni romanının adı. Yeryüzünde bir an için muhteşemiz. Romanın çıktığını duyduğumdan beri, zihnimin arkasında bir ses aralıksız bu sözü tekrar ediyor. Zihnimde kurtulamadığım, kurtulmak istemediğim ezeli bir çınlama. Tekrar ediyor, tekrar ediyor, tekrar ediyor... Yeryüzünde bir an için muhteşemiz! Öyle tekrar ediyorum ki romanı okumaktan vazgeçtim. Yazarı bunun için ve az sonra söyleyeceklerim için beni bağışlasın. Artık anlattığı hikâyeyi dinlememe gerek yok. Roman boyunca bu beş kelimeden daha iyisini yan yana getirebilmesi mümkün mü? Yine de itiraf etmeliyim ki düşüncelerimden, zihnimde çınlayan sesten, -ustaca süslenmiş bir tembellik olması ihtimaline binaen- bugüne kadar utandım. Ta ki Unamuno'nun Yaşamın Trajik Duygusu'nda şu pasaja rastlayana dek: "Ebediyete ulaşmanın bir çaresini de elbette sanatta ararız. Kederinin tedavisi zaten bulunmadığından ruh, bir an için güzel olanda sessizleşir, huzur bulur ve rahatlarsa eğer bunun nedeni nesnelerde ebedi ve ilahi olanın ortaya çıkışındaki güzelliktendir; güzellik ise ânın ebedileştirilmesinden başka bir şey değildir. Tıpkı gerçeğin rasyonel bilginin sonu oluşu gibi güzellik de temelinde belki de irrasyonel olan umudun sonudur."

Ruh, bir an için güzel olanda sessizleştiğinde... Huzur bulduğunda... Rahatladığında... yeryüzünde bir an için muhteşemiz! Ocean Vuong, sanırım bir şair olarak aslında ne söyleyecekse burada söylemiş. İçeri girmeyi anlamsızlaştıran "bir an için muhteşem" bir kapı: Yeryüzünde bir an için muhteşemiz.