Moğolluklar

Güneşin altında hâlâ değişen bir şey yok. Sadece bu defa farkındayız.
Güneşin altında hâlâ değişen bir şey yok. Sadece bu defa farkındayız.

Neler oluyor? Soru, her soru gibi muhatabının cevap verme iştahını kamçılıyor. Bu soruya iyi, güzel cevaplar vermek de kötü, çirkin cevaplar vermek de elimizde. Dünyaya ve sorulara baktığımızda kötüyü görmek de iyiyi güzeli görmek de elimizde.

Neler oluyor? Bilgisayar, tablet, telefonumuzun ekranını açıp o tuhaf mavi kuşa yakınlaştığımız her seferinde aynı soruyla karşılaşıyoruz: Neler oluyor? O nasıl dehşetengiz bir soruymuş ki, muhatap olduğumuz anda birdenbire içimizdeki olanca kir, pas, karanlık, küfür, ortalığa saçılıveriyor. Kadim bir büyünün içine mi düştük? 2006 yılında (Twitter'ın kuruluş tarihi) bir yerlerde eski lanetli bir mezar açıldı, arkaik dönemlerden beri uykuda olan bir cadı uyandı ve kendisini uyandıranlara ödül olarak bu sihirli kelimeleri verdi galiba: Neler oluyor?

Neler olmadı ki? Arkadaşlar küstü, dostlar düşman oldu, yuvalar, partiler, ülkeler yıkıldı, darbeler, isyanlar, direnişler, savaşlar başladı ve tam tersi. Ve tam tersi çünkü adım "fantastikçi"ye çıksa ve benden olayları "doğa üstü" buluşlarla açıklamam beklense de biliyorum ki, hayatımızdaki her "şey" gibi bu yeni "şey"e de kendimizi yansıttık o kadar. Aynı ekrana bakan milyonlarca insan verdiği her cevapla her defasında kendisini yeniden inşa ediyor. Güneşin altında hâlâ değişen bir şey yok. Sadece bu defa farkındayız. Ayetle sabitlenen (Şüphesiz insan çok zalim, çok cahildir.) ahvalimizin artık farkında gibiyiz. Farkında gibiyiz çünkü karşımızda bize cevap veren bir ayna var.

Neler oluyor? Soru, her soru gibi muhatabının cevap verme iştahını kamçılıyor. Bu soruya iyi, güzel cevaplar vermek de kötü, çirkin cevaplar vermek de elimizde. Dünyaya ve sorulara baktığımızda kötüyü görmek de iyiyi güzeli görmek de elimizde. İlk zamanlar çoğumuz bu mecrada verdiğimiz vereceğimiz cevapların dünyayı değiştireceğini düşünmüş olmalıyız. Öfkemizin, isyanımızın, sözümüzün dünyanın gidişatında bir değişikliğe sebep olacağına, bireysel bir katkı sağlayacağına, Tanrıların, kralların, kahramanların, milyonların öldüğü, bir o kadarının çaresizce olan biteni izlediği dünya savaşlarının, modern çağın sonunda işte nihayet tek başımıza 140 (sonra 280) karakterle dünyayı değiştirme zamanı gelmişti. Tek bir kişinin görüşleri, zevkleri kutsaldı çünkü yeni çağda. Ama bütün bu olan biten karşısında, derinlerde gizli gizli başka bir soru daha büyüyordu: "Ee şeyin bundan haberi var mı? Dünyanın."

Ömrün yardımı, yalnız dehanın dekorunu zenginleştirir, verimini artırır, sınırlarını ve çapını genişletir.
Ömrün yardımı, yalnız dehanın dekorunu zenginleştirir, verimini artırır, sınırlarını ve çapını genişletir.

Bir çete, ne kadar güçlüdür? Bir şairin, yazarın doğumunu durdurabilir mi mesela? İsmet Özel'i bir eleştirmen, bir edebi muhit durdurabilir miydi? Sezai Karakoç'u? Oğuz Atay'ı durdurmuş sayıldılar mı? Yücel Balku, Ergin Günçe, İlhami Çiçek gencecik yaşta ölmesine rağmen unutuldu diyebilir miyiz? Bir yazar tam olarak ne zaman unutulmuş / hatırlanmış sayılır, kanon onu hatırladığı, hakkında tezler yazıldığı, anma programları düzenlendiği, dergiler dosyalar yaptığı sürece mi? Bütün bunlar olup biterken ya da olmazken bir okur ya da genç bir yazar, kayıp yazarın metnine öyle ya da böyle ulaşıp onunla konuşmaya, onu anlamaya başladığında "ölü yazar", umulmadık bir şekilde dirilmiş sayılmaz mı? Tek bir bellekte dahi küllerinden doğduğunda bu bir doğum sayılmaz mı? O doğumun başka doğumlara gebe olduğunu düşünmemizin önündeki engel ne? Ama bu başka bir konu. İlk cümlemize dönelim. Hangi güç, toplaşma, ekol, iktidar bir sanatçının belleklerdeki yolculuğunu kalıcı bir şekilde durdurabilir? Hangi ödül, tam tersini kalıcı hâle getirebilir? Hakkı Süha Gezgin, Edebi Portreler'inde Abdulhak Hamid portresine şu cümlelerle başlıyor:

"Deha yaratmakta, tabiat mı kıskançtır? Yoksa bol bol doğuyor da hayat mı onları daha tohumken yok ediyor? Bunun cevabı henüz verilmemiştir. Fakat ben gerçek dehanın hayat şartlarına mahkûm olacağına inanmıyorum. Bir çocuk nasıl etrafını zorlayarak doğarsa, büyük çapta keskin bir zekanın hayat, muhit ve cemiyeti de öylece zorlayarak yükseleceğine kaniyim. Ömrün yardımı, yalnız dehanın dekorunu zenginleştirir, verimini artırır, sınırlarını ve çapını genişletir. (...) Gerçek bir deha, meydansız at ve atsız bir meydan gibi değildir. O büyük kuvvet, muhtaç olduğu zaman atını da meydanını da yaratabilir. Hatta atsızlığı ve meydansızlığı bir kuvvet haline kor."

Bir ara sosyal medyada üzerime vazifeymiş gibi şöyle bir şey demiştim: "Edebiyatta çeteler var mı bilmem, belki vardır. Varsa gençlere tavsiyem, ya kendinize yakın bir çeteye katılın ya yeni bir çete kurun ya da soylu bir yalnızlık icat edin. ‘Çeteler var' diye yakınıp duran mızmızlar çetesine girmeyin de ne yaparsanız yapın. En lüzumsuz hal o çünkü." Demez olaydım. Butik bir lince maruz kaldım. (Edebiyat ortamı dediğimiz şey butik çünkü. Şükürler olsun.) Eleştirilerin, öfkenin sebeplerinden biri, söylediklerimi bir derginin yayın yönetmeni, "yer kaplayan" biri olarak söyleyişimeydi. Öfkenin sebebini anlıyorum. Ve fakat herhangi bir "sabotaj eylemini", yaratıcı bir yıkımı durduracak bir miskinliğe çağrı değildi ki yazdıklarım. Deha, yetenek, sanatçı gelir; Hakkı Süha'dan ödünç alalım; "atını ve meydanını yaratır", etrafı siler süpürür, düzeni yıkar, geçer.

Şimdi de bir derginin yayın yönetmeni olarak ve bir derginin sayfalarından söylüyorum söylediklerimi. O gün söylediklerimdeki hatayı düzelteyim, "Mızmızlar çetesine de girebilirsiniz. Bana ne!" Edebiyat ortamında istediğinizi söyleyip, istediğinizi yapıp, istediğinize inanabilirsiniz, ama ne siz ne biz ne de bir başkası -gerekirse- kendi atını ve meydanını yaratan bir süvarinin önüne geçemez. Ona ne telkin, tavsiye ne darbe, engelleme ne de kılıcımız işler. Her yazıcı, okuyucu o süvarinin atının terkisindedir; onun olsa olsa meydancısıdır. İstesek de istemesek de.