Moğolluklar

Şairin Strazburg Notre Dame Katedrali'nin 1000 yıllık sütunlarına bakınca kimleri gördüğünü düşündüm.
Şairin Strazburg Notre Dame Katedrali'nin 1000 yıllık sütunlarına bakınca kimleri gördüğünü düşündüm.

Geceydi ya da gecenin atlılarının ayak sesleri şakaklarımızda yankılanıyordu. Meydanın tam ortasında oturduğumuz yerin tam karşısında güzel bir kadın, gözlerini kapatmış kendini icra ettiği müziğe bırakmıştı. Çellosuyla Paganini besteleri ya da Jean Barriere'in çello sonatını...

Güzel her şey aniden olur. Ve kuşatır çepeçevre. Ortaya çıkar, zuhur eder, belirir. Güzel, gerçeküstüdür. Bildiğimiz dünyada; rutinin, sıradanlığın, olağanın, kuru gürültünün hüküm sürdüğü bu nafile mahalde güzel, evet, kesinlikle tam da bu yüzden olağanüstüdür. Değil midir? Gündeliğin değişmezliği içinden kabul edilmeyecek olanın fışkırması: Todorov'un fantastik tanımını pekâlâ güzeli tanımlamak için de ödünç alabiliriz. Alamaz mıyız? 2021 yılının Eylül ayında, o serin akşamüstü, Strazburg Katedrali'nin sütunlarının gölgesinde aniden ortaya çıkan şey güzeldi ve fantastik. Bir şair, bir öykücü meydanın ucuna kurulmuş; şehrin kesintisiz akışını kavramaya çalışıyorduk. Zihinlerimizde az önce dizelerini okuduğumuz Ezra Pound'un, bir ağacın köklerinin topraktan sökülüşüne benzeyen sesi:

  • "kimdir sevdiğim ve neredesin?
  • Merkezimi kaybettim dünyayla savaşmaktan.
  • Rüyalar çarpışır
  • Ve paramparça olur__
  • Ve uğraştım bir paradiso kurmaya terrestre."

Sıkılmış mıydık? Kederli mi?

Ya da tam tersi.

Heyecan mı arıyorduk? Fazla mı mutluyduk?

Belki biraz.

Ertesi gün, davet edildiğimiz atölyede öğrencilere anlatacaklarımızı düşünüyor olabilirdik. Kendimi ve onu tanımasam yazarken şimdi uydurduğum bu yalana inanırdım.

Hayır. Başka!

Bekliyorduk. Beklediğimizin ne olduğunu -ve az sonra belireceğini- bilmeden. Sessizliği bozan ben oldum: "Sezai Karakoç, Fuzuli'nin rüyası değil midir mesela Furkan?" Duymazdan geldi. Bunu daha önce de söylemiştim. Anladım. "Yenile!" derdi genelde Ez gibi: "Yenile günbegün yenile!" Onun yerine, "Bu martavalları öğrencilerine sakla." der gibi elini salladı. Demek öyle! "Peki sen Ece'nin, Ergin Günçe'nin rüyası değil misin? Dur bir dakika. Hatta... Evet... Madem şimdi buradayız, Fransa'da! Zamanın şu gizemli kuytusunda, titiz bir tasarımcının elinden çıkmış gibi ahenkle salınan Strazburg'dayız... Madem burada, bu tuhaf şehirde, insanlar bile bulundukları yerde bir fırça darbesiyle oraya koyulmuşlar gibi duruyorlar, yürüyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar; madem şu an her şey ve bu katedral, sonsuz bir resmin içinde bizim için oyalanıyor; öyleyse sen Mallarme'ın, Rimbaud'nun da rüyası sayılmaz mısın?"

Geceydi ya da gecenin atlılarının ayak sesleri şakaklarımızda yankılanıyordu. Meydanın tam ortasında oturduğumuz yerin tam karşısında güzel bir kadın, gözlerini kapatmış kendini icra ettiği müziğe bırakmıştı. Çellosuyla Paganini besteleri ya da Jean Barriere'in çello sonatını... Alnımızda notalar, hafif bir rüzgâr, alnımızda atalarımızın görkemli kelimeleri meydana bakıyor, dinliyorduk. Biz kendi sözlerimizi -ve silahlarımızı- ararken notalar ve eski ustalar etrafımıza görünmez bir labirent örüyorlardı. Hava değişiyordu, değişiyor muydu? Müzik yükseliyor alçalıyor, göğün kızıllığı yerini karanlığa bırakıyor; insan sesleri kayboluyor, başka bir boyuta çekiliyorduk. Katedralin meydanı, önce diğer insanları yuttu. Olanlardan habersiz akşam gezintisine çıkmış masum Fransızları, gövdesinde bir intikamın gizli arzusunu taşıyan kıvırcık saçlı parlak derili siyahileri, ellerinde fotoğraf makinalarıyla şehri boşuna fethetmeye çalışan turistleri... Bisikletleri, sokak lambalarını, evlerin sokağa vuran ışıklarını...

Yalnız biz kaldık. Bir şair, bir öykücü ve gözleri yumuk bir çellist. Meydan açıldı, genişledi, ortaya çıktı. Gördüğümüzün aslında ne olduğunu az sonra aldığım cevapla... "Ne rüyası, biz onların rüyası değil, dengiyiz! Aynı rüyanın içinde, aynı meydandayız. Durmadan döğüşüyoruz!" Şairin bu meydana -aslında her meydana- bakınca gördüğü yalnızca savaş alanıydı. Her nota, kelime, fırça darbesi, eylem onun kulaklarına savaş çığlığı şeklinde ulaşıyordu. Bense hikâyeciydim. Bir şekilde başlamış, ilk cümlesi söylenmiş, ilk adımı atılmış, yola çıkılmış hiçbir kurgudan/yoldan/hikâyeden çıkmamaya yemin edeli seneler...

"Peki." dedim dişlerimi sıkarak.

"Peki." dedim keyifle.

"Peki." dedim kelimelerimi yoklayarak, muhayyilemi olması muhtemel her şeye hazırlayarak.

"Peki ulan!"

Şu haddinden fazla cüretkâr şairin Strazburg Notre Dame Katedrali'nin 1000 yıllık sütunlarına bakınca kimleri gördüğünü düşündüm. Farkındaydım, o da benim için aynısını... Bin küsur yıllık bir katedralin ayak ucunda birbirimizin zihinlerini kolluyor; yaşadığımız deneyimi anlamaya çalışıyor; bir yandan üzerimize saldıran geleneğin yüce ruhları karşısında ezilmemeye çalışırken bir yandan da birbirimizin savaşını izliyorduk. Aynı anda iki savaş birden mi? Harika! Aynı anda... O olağanüstü katarsis anında görüntüler mucizevi bir şekilde üst üste biniyor, ayrılıyor, iki zihinde birbirine bağlı iki farklı resim yine aynı anda oluşuyordu.

İşte Rimbaud! Sütundan ayaklarını uzatmış; aşağıya, bize doğru... Dudaklarında dumanı tüten bir sigara. Bakışları delici, puslu, "nehirlerin ölü sularında" işlenmiş, denizde kasırgalarla açılmış, "şimşekle çatlayıp yarılan gökleri" görmüş. Süt beyaz köpüklerden, yıldızlardan, yeşil maviliğin derinliklerinden koparmış kendi gözlerini, dalgın ve hayran... Yoksa Zarifoğlu mu? "Somurtkan dudakları yere sarkan bulutlardan" inmiş, "arkasında deniz alev alan", "nehre yaslanıp baş aşağı koşan bir yaşlı ağaç" gibi bize dokunan. Şu sütunda omzunun üzerinde bir kuzgun dikilen Poe mu yoksa Karasu mu? Bir diğerinde taşı topuklarıyla ezen dalgalı saçlı Ezra Pound mu:

  • "Dıngıdı dıngıdı, hep aynı terane /
  • Âh bırakın yaşlı bir adam biraz dinlensin"

İsmet Özel mi:

  • "iniyorum kulelerinden katil,
  • iniyorum maktul minarelerden
  • taraçalardan bahçelerden
  • ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden
  • ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte"

Ya şu sakallarıyla oynayan güleç yüzlü Perec mi Oğuz Atay mı? Neyi arıyorlar, bizden başka? Sütunun üzerinde korkusuzca (Hayır, delice!) zıplayan Ece Ayhan mı? Kemal Tahir mi? Tanpınar mı? Turgut Uyar mı? Hugo mu? Hugo mu? Yankı... Yan gözle şaire bakıyordum. Döğüşüyor mu? Alnımızda rüzgâr, güzel çellistin parmakları, alnımızda eski ustaların gölgeleri. Acaba kazanıyor mu? Yoksa yeniliyor muyuz? Fakat o da ne! Fakat o da ne! Yankı... Aynı anda gördük. Katedralin zirvesindeki kulede kambur bir karaltı... Bütün başlar aynı yöne. Kanlı bir ayin mi izlediğimiz? Sürrealist bir yekinme mi? Bir Dada eylemi mi? Bir anda, aniden, fışkırırcasına Fransa'nın tüm katedralleri birbiri üzerine katlandı. Üç boyutlu oyuncak maketler gibi. Bütün katedraller üst üste bindi, bütün kuleler tek bir kuleye dönüştü. Sırtında Esmeralda ile Quasimodo... Bir şeyler söylüyordu. Bir şeyler, bir şeyler...

Şairi kolluyordum, acaba o duyuyor mu? Ezra, İsmet, Kemal, Georges, Oğuz, Ece, Bilge duyuyorlar mı? Kamburun nidaları, Esmeralda'nın şarkısına, atalarımızın mırıltısı geleceğin sözlerine dönüşüyordu. Aynı anda! Aniden. Bütün güzel şeyler aniden olur. Olduğundan daha büyük bir hızla da biter. Önce birbirimize baktık sonra çellistin hareket etmeyi bırakan parmaklarına. Yüzünü görmeye çalıştık ama nafile. Yüzlerimizi görmeye çalıştık ama nafile. Ortak bir tebessüm belirdi dudaklarımızda, hangimize ait olduğunu kimsenin kestiremediği. Sütunlar ıssızlaştı, kule karanlığa karıştı, insanlar geri döndü, sokak lambaları, evlerin sarı ışıkları. Bitmişti. 2021 yılının Eylül ayında, o serin akşamüstü, Strazburg Katedrali'nin sütunlarının gölgesinde, ertesi gün derse nasıl başlayacağıma karar vermiştim:

  • "Döğüşüyoruz. Aynı rüyanın içinde!"