Monsieur Teste benim!

Neredeyse geçtiğim her bir odadan kaçabilmek için daha büyük bir boşluğa sahip odalar bırakıyorsunuz bana.
Neredeyse geçtiğim her bir odadan kaçabilmek için daha büyük bir boşluğa sahip odalar bırakıyorsunuz bana.

Evet, ne yazık ki kelimeler bazen bir özrü taşıyamayacak kadar güçsüz. Bunun farkındayım. Ama pencereye dönük berjer koltukta gölgemin karanlığında kalan Monsieur Teste'i o aslında tümüyle çıkmak istediği karanlığında giderek silinmesini seyretmek de acı vericiydi. Varlığıyla ama en çok da kendine küsmüş bir yazarın kaleminden süzülen kaderiyle yaşamak zorunda kalan oydu.

Tuhaf bir başlangıcın kime ne zararı olabilir? Tuhaflığın böylesi kötü çıkmış adını bir tarafa bırakın, öylesine bir başlangıcı da kendime yakıştıramam doğrusu. Ama sonuç ne olursa olsun yanlışlardan, yanlış algılamalardan uzak durmanın da gerekliliğine inanırım. Adım, ne kadar tuhafa çıkarsa çıksın, sıradan bir bakışın sahibi olmadığımı anlatmam gerek. Monsieur Teste, onu çok görmeyi istediğim bir akşam, bana uğradı. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu Valery'nin kendisi hakkında yazdığı kitabı uzatarak kimin olduğunu bilmediğim birinin sayfa kenarlarına düştüğü notlar hakkında ne düşündüğümü sordu? Doğrusu bu isteği garip karşıladım. Benim kitap okumaktan nefret ettiğimi yakından biliyordu. Hele hele içinde çıkılması zor bir kitaptan... Gülümsedim: "Güçlü sanılan her kafa, bir hatayla malûldür. Güçlü sanılan her kafa, algılanmasını sağlayan bir hata ile yola çıkar."

  • Bırakın kelime oyununu.... Valery'nin sözünü bana okumayın lütfen. Şu sayfa kenarlarına düşülen notlara bakınsanıza. Ben, "Kendi görüntümüz bize lâkayt değilmiş! Hayali kavgalarda ya fazla iyi ya fazla kötü davranırız ona." demişim. O ne yazmış, bir bakın? Sayfa kenarındaki yazı, okunamayacak kadar karmaşık, kendini belki bilerek belki bilmeyerek dar bir alana sıkıştırmış birinin el yazısıydı. Cebimden gözlüğümü çıkarıp kısaltmalara ya da gramatik hatalarına aldırmaksızın okuyup bitirdiğimde ikimiz de kahkahalarla güldük: "Yok, artık, sizinle konuşan Valery miymiş? Korkarım ileriki sayfalarda siz Valery'siniz de demiştir... Öyle mi yoksa?" Teste, benim böylesi rahatlığıma karşın her zamanki gibi asık suratlıydı. Kahkahalarımı ister istemez içimde tuttum. Kırılgan biriydi demek yanlış olur. Aşırı hassastı. Ayakta duramadığına, ayaklarının kendisini taşıyamadığına, bu yağmurlu havada şemsiyesiz gelişine bakılırsa çok içerlemiş olmalıydı.

Her zaman ona ayrılan berjer koltuğa teklifsiz oturdu. Hayır, adeta yığıldı, demek daha doğru olur. O an, aslında ruhunun böylesi bir şeyi niye bu kadar ciddiye aldığını sormak istedim ama bu, üzerine fazla gitmek olurdu. Tarifini bir Alman dosttan aldığım sıcak şaraptan bir fincan da ona getirdim. Karşısına geçip ilgisiz bir konuya sapmanın onu daha çok üzeceğini düşünerek kitaptaki notları okumaya devam ettim. Ama bir taraftan da her zamanki gibi ona hayranlık sözlerimin bir kâr etmeyeceğini de hesaba katarak hem okuyucunun tuhaflığının sebebini hem de Teste'i bu kadar kızdıran o öldürücü darbeyi bulmak istiyordum. Bana elbette ki yalvaran gözlerle bakmıyordu. Bu bakışlar, merak eden bir ruhun içinde çırpınan bir gelecek öngörüsü idi. Benim de gelecek hakkındaki öngörülerimi doğruladığının bilinciyle kimi yerde ukala bir karşılık kimi yerde de anlamadığını ifade eden soru işaretleriyle dolu satırlara yoğunlaştım.

Önemsiz birkaç notu bir çırpıda geçerek asıl noktaya gelmeliydim. Yoksa bu iri gözler az sonra kapanacak ve derin bir uyku denizine açılacaktı. Sevgili eşi Emilie'nin mektubunda söyledikleri olmasa Monsieur Teste'i burada daha fazla tutabilmek için lafı uzatabilirdim. Sorduğunuz sorulara karşı beklenmedik cevapları, alışkanlıklarıyla dalıp gitmeleri arasında uzun uzun sessiz kalışları bile hayat ve dünya hakkında birer karşılıktı. Hayır, abartmıyorum. Nihayetinde karşımda olmakta olanım ben, kendimi görmekte olanım; kendimi görürken görenim diyen birisi vardı. Ne geçmiş ne de gelecekteydi. Şimdideki birinden söz ediyordu. Alelâde birinden söz eder gibi. Ama daha ötede tıpkı rüyadaki gibi kendine bakarken bir başka aynada kendini gören birine bakıyordu. Ve işin garibi kendine baktığı aynanın kırık olmasıydı. Sayısız yüzüyle kendine bakan bir rüya. Evet, rüyasında sayısız yüzüne bakan Monsieur Teste! Ne tuhaf, bunu öylesine doğal bir şekilde yapıyordu ki siz, o an o rüyanın içine dâhil oluveriyordunuz.

Önemsiz birkaç notu bir çırpıda geçerek asıl noktaya gelmeliydim.
Önemsiz birkaç notu bir çırpıda geçerek asıl noktaya gelmeliydim.

Sayısız bir oluşla sayısız bir bozuluşa doğru hızla akıp giden bir bakışla hem de. Karşımda vereceğiniz cevabı bildiği halde sabırsızlıkla gözlerinizin içine bakan biri vardı. Onu hayal kırıklığına uğratmamalıydım. Bir rüyanın içinde olsam da bu cendereden bir an önce çıkmalı ve benden beklediği cevabı vermeliydim. Birdenbire beni şaşırtan bir çabuklukla koltukta toparlanıp bu kadar bekleyişime dayanamadığını hissettirerek: "Bakın, Emilie'ye yazdığınız ve onun da size yazdığı mektup da dâhil beni merak etmeleriniz değil beni kızdıran. Beni tuhaflıklarımla, beni rahibin dediği gibi sayısız yüzümle tanımanız ya da tanımaya çalışmanız da endişelendirmiyor. İnsanların böylesi bir açlıkla başkalarına dair meraklarından bıkıp usandım. Evet, etrafımdaki insanların hatta Emilie'nin dedikleri doğrudur ya da doğru olabilir ama..." Soluk soluğa kalmıştı. Az önceki çabası, onca kırık ayna parçasının arasından dışarı çıkmak ister gibi bu dünyaya, gerçekliğin dokunulabilir ve tantanalı bir karnavala benzeyen karmaşasına dönmek içindi sanki. Ona acımadım, hayır. Aksine üzüldüm. Son bir güçle doğruldu:

"Kırk dördüncü sayfada kendim hakkımdaki yargılarımda yanıldığımı, bilmekten görmekten duymaktan, kısacası duyularla algılanan bu dünyaya dair ne varsa hepsini kendimden bilerek ve isteyerek uzaklaştırmak istemediğimi söylüyor. Meğer ben bütün bu davranışlarıma bir kılıf olsun diye, sırf kendimi diğerlerinden uzaklaştırmak için tuhaf davranıyormuşum gibi bir yargıda bulunmuş. Bunu nasıl söyleyebilir bir insan? Söylesenize, canhıraş bir feryatla içimdeki karmaşayla barışık biriyken ne diye bu dünyayla barışık olayım? Evet, söyledikleri doğru ama sebebi yanlış. İşte buna tahammül edemiyorum. Kendimden nefret etmiyorum. Başkalarından da. Hatırlanacak günleri bile olmayan bir şimdide var olan ve olacak olan her geleceğin önüne çıkan zalim bir karanlığım ben. Bir başkası olsaydım, yine sizin tanıdığınız Monsieur Teste mi olacaktım? Hayır, hayır, adına kötülük denen bir ruhum ben, Takdir etmeyip aksine aşağılayan kötünün ta kendisiyim, Gerçek yoksunluğum düşsel bir zenginlik getirir; ben bu simetriyim, arzularımı yok eden eylemim ben."

  • Bu son cümle, adeta bir çığlık gibiydi. Daha fazla dayanamayarak başı geriye düştü. Ağırlığı, düşüncelerinin yoğunluğundan ya da sanıldığı gibi çatışmaların keskinliğinden değil daha ötede olmaya doğru evrilen yeni bir ruhun ilk adımlarını gören ve gördüğü şey karşısında dehşet içinde kalan bir akıldan geliyordu. Baş yerine bir gövdenin üstünde taşınan kaostan başka bir şey beklenemezdi. Başlangıçtan hemen sonrasına ait her şey, bu ağırlığın altında ezildikçe pişmanlıkların doluştuğu soluk bakışlardı yalnızca. Göz kapaklarını hafifçe indirdim. Derin bir uykudaydı. Rüyasız derin bir uyku. Uyanmasını bekleyinceye kadar, aslında sakladığı, önemsemeyerek üzerini örttüğü cümleyi bulmalıydım. Çünkü biz, bizi yaralayan şeyleri küçümsemekle işe koyulur, ardından onları yok sayarız. Zaaflarımız bize bunu emreder. Birkaç notu okumak zorunda kaldım ama buldum. Okuyucunun diğerlerinden daha az önem verdiğini hissettiren ve dahası alay edercesine sadece ünlem işaretiyle yetindiği cümle bu olmalıydı: "Evet, aydınlık benim için o kadar az bulunan bir şey ki, bütün dünyada özellikle de düşünen ve yazan dünyada, gezegenin kütlesine oranla elmas kadardır ancak." Monsieur Teste olsaydım, içimdeki çığlığın bu ünlem kadar küçük de olsa olağanüstü kibre şöyle bir karşılık verdiğini duyardım:

"Kibirlerimizin büyüklüğü evet dünya ve elmas kadardır. Size dünyayı bağışlıyor ve nihayetinde bir sevginin bedeli sayabileceğiniz elmas miktarı kibri kendime ayırıyorum. Karanlığı sizin dünyanızda yaşıyorum. Oysa ihtiyaç duyduğum şey, Emilie'nin ince parmaklarına yakışacak nadir bulunan pembe bir elmas. Bırakın da bu kadar olsun bir kibrin gölgesinde kalmış olayım. Sizin dünyanızdaki karanlıktan daha ışıltılı bu gölgede, ruhumu avutacak bir sıcaklık bulduğum için şanslı sayıyorum kendimi. Aklımın, kalbimin hatta hatta sizin bende uzak diye gördüğünüz tanrının çok yakınımda olduğumu söyleyebilirdim. Evet, sözü entelektüel zırvalamalarınızla dolaylı imalara boğmadan sorsaydınız söyleyebilirdim. Sizin karmaşık diye nitelendirdiğiniz düşüncelerimin saf bir aynasından başka bir şey olmadığımı size nasıl anlatabilirim ki söyler misiniz? Karşılaştırmalarınızdan yoruldum. Beni olmadık yerlere çekmelerinizden, bile isteye çatışmalara sürüklemenizden usandım. Yükü her şeyden ağır olan şu ve bu, yalnızca bir gölgeden ibaret. Fazlası değil."

Duvardaki aynaya bakarak tekrarladığım bu cümleler M. Teste'i doğru tanımlar mıydı bilemem. Kimbilir belki... "Monsieur Valèry, beni bağışlayın uyumuşum koltuğunuzda. Ama rüyalarım olmasa gerçeğin içinde kendime bir yol bulamazdım herhalde. Kitabı siz unutmuştunuz evde. Evet, evet siz. Bunu bilerek mi yapmıştınız bilemem ama kitabın bir sonraki baskısında çoğaltacağınız Monsieur Teste'lerden biri olmak istemiyorum. Daha fazlası olmayı hiç istemiyorum ya da bir başka kitapta bir başka ben olmak..." Sizi anlıyorum, diyebildim ancak. Şu birkaç cümleyle bile yorulup da koltukta adeta yığılan gölgeme bakarak...

Monsieur Teste'e Ek

Bir çırpıda geçilebilecek köprünün tam ortasında kalakalmak gibi bir şey Monsieur Teste'i anlatmak. Onun için şu sözlerimi de eklememi mazur görün lütfen. Teste, pansiyondaki fakirhaneme gelmeden önce de benim elbette Paul Valery olduğumu biliyordu. Hatta elinde tuttuğu nüshanın bana ait olduğunu da. Asıl kızdığı şey, sınırlarını benim çizdiğim bir bilinç ülkesini yanlış tanımlamış olmamdı. Bu sebeple son konuşma şu şekilde de geçmiş olabilir:

"Size Monsieur Valery, evet size beni yanlış tanımladığınız için kızmıyorum. Zihninizin dehlizlerinde karanlıktan çıkış noktası olarak bana bu kez daha büyük bir boşluk bıraktığınız için kızıyorum. İnsanların beni yanlış anlamalarına imkân tanıyacak çatışmaların ortasında tutunacak bir dal yahut sığınılabilecek sıcak bir oda bırakmadığınız için kızıyorum. Neredeyse geçtiğim her bir odadan kaçabilmek için daha büyük bir boşluğa sahip odalar bırakıyorsunuz bana. Çünkü doğrulanan ya da yanlışlanan her düşünce bir sonraki adımda bizi haklısınız dedirten saçma ve bir çıkmaz sokağı andıran boş bir düşünceye çağırıyor. Haklı olmak istemiyorum. Kimseden de haklı olmasını beklemiyorum. Canları cehenneme! Beni bana, yalnızca bana ait sebepler ve sonuçlar belirler. Bu, Emilie'yi bile ilgilendirmez. Çünkü ben umutsuzluklarım, kederlerim ya da tam tersi mutluluklarım belirler. Bir başkasının hele ki sizin tavsiyelerinize ihtiyacım olduğunu nereden çıkarıyorsunuz?!"

"..."

"Sakın cevap vermeyin Monsieur Valery! Hakkımda yeterince konuşmuş hatta beni çelişkiler denizinde boğulmaya terk etmişsiniz bile." Ona her şeyiyle haklı olduğunu söyleyecektim. Evet, ne yazık ki kelimeler bazen bir özrü taşıyamayacak kadar güçsüz. Bunun farkındayım. Ama pencereye dönük berjer koltukta gölgemin karanlığında kalan Monsieur Teste'i o aslında tümüyle çıkmak istediği karanlığında giderek silinmesini seyretmek de acı vericiydi. Varlığıyla ama en çok da kendine küsmüş bir yazarın kaleminden süzülen kaderiyle yaşamak zorunda kalan oydu.

Onu özleyeceğim...