“Müjde BİM Geldi”

BİM yeni açtığı şubelerine özel indirimlerle geldi.
BİM yeni açtığı şubelerine özel indirimlerle geldi.

Şimdi tüm mahalleli BİM’in açılışını bir müjde gibi görüyor olsa da, kırk yıllık bakkalımız Sami abi ne diyor bu konuda acaba? İbrahim abim insanlardaki yaygın kanaatlerin yanlış olduğuna yemin ediyor. “İnsanlık hüsrandadır,” diye bir hatırlatma yapıyor benim abim.

Bahar üç tekerli arabasının üzerinde aynası, tası, tarağı ile birlikte; sokak sakinlerinin ihtiyacı olabilecek her şeyi bulunduran bir çerçici gibi geldi. BİM geldi bizim mahalleye. Telefonun öbür ucunda babamın sesi kırık dökük geldi. Çeyrek saatlik muayene için yarım asgari ücret bir meblağ ödediğim doktorun sekreteri o kocaman zarafetiyle geldi. BİM yeni açtığı şubelerine özel indirimlerle geldi. Çiçeği, böceği ve dağdan bayırdan akıl almaz kokuları toplayan baharın gelişi bir acayipti. O gün İrfan hoca yeterliliği geçtiğim haberini verdi. 89’un Mayıs’ında bir salı sabahında sokağımıza gelen çerçiciydi. Daha on bir yaşındaydım. O zamanlar ilk kez ve cılız olarak duyduğum ses, bu en son seferinde göğün bilinmeyen dehlizlerinden ve yerin en derinlerinden, yani Allah’ın bir belası gibi geldi. BİM geldi Şeker-Tekke’ye.

İrfan hoca ders döneminin henüz başındayken belirlediğimiz tez konusunu BAP veya TÜBİTAK’la projelendirmem gerektiğini söylüyordu; İbrahim abim sosyoloji alanında çalışmanın da, plan-proje yapmanın da hakikatle alakasının olmadığını... Benim tek projem yeterlilik belasını atlatıp eşe, dosta, kitaba, yazıya sakin kafayla vakit ayırmaktı. Bizim Hilmi havalar da güzelleşmişken acilen bir mangal yakmanın gerekliliğini, İrfan hoca postmodernitenin aslında tam da bir çerçici tablasına benzediğini savunuyordu, Recep hoca İslamcıların zıvanadan çıktığını... Doktorun savı 4. evredeki bir kanser hastasının yakınına müjdeli bir haber vermenin imkânsız olduğu yönündeydi. Doktoranın en zor kısmını hallettin, dedi İrfan hoca. Kaybettiği o doğallığı dışında dört dörtlük bir hatun olan sekreter geldi sonra. Doktorun beni içeride beklediği bilgisini verdi.

Anamın onca yıl anlattıkları ile aslında baya bi bilgi verdiğini sonraları anladım. Benimle paylaştığı ilk hikâye dünyaya geldiğim o gündü: “78 Kasım’ının 1’i. Radyoda akşam haberlerinde ölen ve öldürenlerin listesi. İki yaşına basmamıştı, ablan o zamanlar daha bir et parçası. Birbirlerinin canına kast eden aynı köyden çocuklar. Liseli yani ve kesiyor biri diğerinin boğazını; daha sağını solunu bilmeden sağcı-solcu olmuşlar. Dünya evine girecekleri vakit mezara girenler... Öte dünyaya gitmekte yarış yapan çocukların o günlerinde geldin sen bu dünyaya işte. Sonra baban yarışırdı ölümle tıpkı bir çocuk gibi. Senin doğduğun gün misal, ölümden döndüydü baban.”

Terazinin bir kefesinde ölüm olsa öbür kefesinde bahar bulunabilirdi çoğunluğun fikrince. Yani insanların yaygın kanaati baharın bir müjdeyle geldiği yönündeydi. Şimdi tüm mahalleli BİM’in açılışını bir müjde gibi görüyor olsa da, kırk yıllık bakkalımız Sami abi ne diyor bu konuda acaba? İbrahim abim insanlardaki yaygın kanaatlerin yanlış olduğuna yemin ediyor. “İnsanlık hüsrandadır,” diye bir hatırlatma yapıyor benim abim. Kadınlar ve erkekler bahar diyor da başka bir şey demiyor. Hem bahar dediğin kaç gün sürer ki? O çiçekler, hoş hava, mis kokular falan; müjdeymiş, güzellikmiş... Nihai hükmü verecek bir kimse var mı bu konuda?

Çiçekler, böcekler çıktı ortaya da, dostların kurduğu halkanın merkezinde cızırdayan o etler belirdi gene. İrfan hocanın bir türlü vazgeçemediği eski kasa Corolla’sının bagajındaki aparatların sayı ve çeşitliliği iflah olmaz bir hastalık gibiydi: Mangal, semaver, çıra, kömür, ip, çekiç, yer örtüsü, takım taklavat... Pikniğe ve diğer pek çok yere giderken lazım olacak her ne varsa burada. Hilmi, İrfan hocanın arabasının bagajını post moderniteye benzetirdi; İrfan hoca beni İbrahim abime, ben İrfan hocayı bu dünyaya, İbrahim abim bu dünyayı öte dünyaya. Tüm bu benzeşimlerle birlikte pek çok duygunun birbirini çağrıştırdığı bir dejavu anında, İrfan hoca ekibi toplayıp yoğun bakım ünitesinin önüne geldi. Tanımlanması güç bir koku sanki yaş zencefile benzeyen o tat bir belirdi de bir yok oldu dilimde; uzaktan bir ıslık mı çalınıyordu? Bir şey vardı havada. İçimde pazartesi sabahlarını andıran bir sanrı, yani yüzünü seçemediğim bir adam öbür adama var olmayan bir yeri işaret eder gibi.

Anam fırsat buldukça doğurgan ve güzel bir kızla evlenip hayatımı geçireceğim bir evi işaret etti. Yıllar evvelki helal süt emmiş, karakaşlı, ela gözlü, beyaz tenli, hafif de balık etli, şöyle ahlaklı, böyle anaç vb. özellikler taşıyan gerçeküstü kahramanını bir kenara koydu da artık anti kahraman, misal bir “loser” bile olsa kabul edecek kıvama geldi. Ben evlilikte kendimi yeterli görmek için yeterlilik belasından kurtulmam gerektiğini düşünüyordum, pek kıymetli ebeveynlerim bir şekilde baş göz edip benden kurtulmayı. Anam, bekâr geçen onca yılımın ardından sütteki helal maddesini rafa kaldırsa mesela, şuhlukta birinci olacak şu sekretere bir evlenme teklifi ile bu yolda ciddi bir hamle yapsam. Peki, letafeti takdire şayan hatun kişi izdivaca müteakip BİM’in aktüel ürünlerine göz atmaya gelir miydi benle acaba: “Beyy! Pike takımları indirime girmiş. Baksana bi şunlara. Yarına kalmaz valla!” diyen bir ses. Ses yaa! İkinci kez duyduğumda o sesi, içindeki harf sayısının biraz daha artması benim için asıl hikâyeydi.

İrfan hocanın hikâyesinin başladığı tarih 28 Şubat 1997’ydi ve devam eden günler hakkındaki fikri şu şekildeydi: “Ağzımıza sıçtılar.” Recep hoca söz konusu süreç bir tarafa milenyumla birlikte Müslümanların reaksiyonerlik özelliğini kaybedip birer konformiste dönüştüklerini iddia ediyordu. Hikayesini Kâlu bela’dan başlatan İbrahim abim, meselenin her zaman akide olduğunu ve konformizm, reaksiyonerlik, ideoloji vb. kelimelerle soruna yaklaşmanın mümkün olmayacağını, Hilmi ise kuzu ciğerin sadece belli birkaç baharatla terbiye edildiğinde ideal lezzeti verebileceğini savunuyordu.

İrfan hoca 28 Şubat’ta çeşitli düşüş örnekleri sergilemiş ve bir süre ortada kalmıştı. Recep hoca söz konusu yılları bir lisans öğrencisi; daha sonrasında işsiz bir adam olarak çay ocaklarında çoğunlukla çay-poğaça ikilisinin üstüne çokça kısa Samsun içip Mevdudi,Roger Garaudy ve Meal okuyarak; bizim Hilmi aynı zaman dilimini yaşına uygun bir şekilde Pikaçu izleyerek geçirmişti. İbrahim abinin ise mevzu bahis yılları hangi halde geçirdiğine dair kesin fikri olan bir kimse yoktu. Hilmi, etin mangaldan çekilmesi için ideal zamanın artı veya eksi birkaç dakika aralığında olduğundan bahsediyordu.

Birkaç dakikalık muayene için yüklü bir meblağ götürmesine rağmen doktorun benle ikinci tekil şahıs konuşmasına şaşırdım en başta. Ne iş yaptığımı sordu: “Tahminim sizin kazandığınızın ancak onda birini kazanan bir araştırma görevlisiyim” diyemedim. “Ödenen miktar bana göre baya yüksek ama size göre o kadar da şey değildir” de diyemedim. Diyemediklerim arasında Schopenhaur’in “Dünya benim tasarımımdır” sözünün konuyla ne kadar alakalı olduğu da vardı; sekreterin “Kahvenizi nasıl alırsınız?” sorusuna, veremediğim “Çay olsaydı,” cevabım da. “Elinde bir yapbozla her ay kazandığın bir çuval parayı ne halt ediyorsun,” vs. İşte ben bunların hiçbirini diyemedim. Doktor: “Annen kanser,” dedi.

İrfan hoca mangalda ciğerler cızırdarken memleketin içinde bulunduğu durumu kansere benzetiyordu: “Öyle kolon kanseri, meme kanseri falan değil ha! Bildiğin beyinde ur. Ciğerde bir leke. Kan kanseri mesela. Vücutta deveran ettiği sürece hastanın durumunun daha kötüye gittiği bir maraz.” “Asıl paradoks,” diyor İrfan hoca; dönmekle mükellef o kanın görevini yerine getirdikçe habis hastalığı vücuda daha bir yayması... Şayet dönmese kan, adam zaten ölecek.”“Yeni neslin yaşarken ölmesi,” dedi Recep hoca; “dünyada ve Türkiye’de olup biten onca değişime rağmen zerre miskal bir endişe taşımamaları. Yani bu gençliğin gidişi nereye?”Recep hocanın bu gibi sorularına çoğunlukla “Ebene,” diyerek karşılık veren İrfan hoca sırf tartışma çıkmasın diye bana dönüp başka bir konu açtı: “Hacı o zaman sana bu Arkeoloji’deki misafir öğretim üyesi Vanessa’yı yapsak?” Benden cevap beklerken bir taraftan da sırıtıyordu.

“Hocam o kadın elli yaşında ve üç kere evlenip üç kere boşanmış.” “O zaman,” dedi İbrahim abim: “Bizim dağ köylerine gidip on sekizlik bi kız bakacaz.” “Ben otuzumu geçmişim ağabey. Arası yok mu bunun?”Hilmi atıldı bu sefer: “Aslında gençmiş, dulmuş, sarışınmış, esmermiş; bunlar önemli değil hocalarım. Bana göre bir kadın güçlü olacak, mesela evde bir şey yoksa da bulup buluşturacak, koyacak yemeği önüne.” İrfan hoca: “Evde malzeme yoksa nasıl bulup buluşturuyor, Hilmi! Bi kap yemek yiyeceğiz diye karı elden gidecek, Allah korusun.”İbrahim abi: “Düşünsene fakülteden eve gelmişin, kapıyı bakkalla manav açıyor.” Hilmi: “O zaman bizim bu İspanyol arkeolog tipi bir kadın?”İrfan hoca: “Onda da mahalle esnafından birinin seni karşılama ihtimali yüksek Hilmicim.” “Hafazanallah!” diye ünleyen İbrahim abim tebessüm ederek devam ediyor: “İyisi mi, evlilik kararı almadan önce sen bana bi uğra.”

Kanser evresi hakkında verdiği kararını teyit etmek için muayenehanesine tekrar uğradığım doktorun elinde gene o renkli aparat vardı, ne yaparsam yapayım sonucu değiştiremeyeceğimi anlatan yapboz gibi bir şey. Siyahtan beyaza çeşit çeşit renkteki karelerin yerini hızla değiştirdi de hastalık-sağlık, gençlik-yaşlılık, yaşam-ölüm vb. mukayeselerin ardından o lanet siyah gene sağ alt köşeye geldi. “Okyanusta torik balığı aramak seninki,” dedi: “Milyonda bir ihtimal işte. Onda da dünyaca ünlü onkologlara ulaşmalı.” Hastanın akıbeti hakkında gene kesin bir sonuç veren doktorun yanından ayrılırken kafamda bu kısa görüşme için ekstradan para isteyip istemeyeceği sorusu dönüyordu.

Anama kanseri veren Allah, onu iyi edebilecek bir parayı da verir mi acaba? O süper onkologları Şeker-Tekke’ye getirecek olsam, anamı iyileştirecek bir meblağ toplanabilir mi? Mahallenin tamamı para birleştirsek mesela... Hatta Şeker-Tekke’nin müstakil evlerini, arsalarını falan satsak toplam tutar kâfi gelir mi? Dairelerinin çok daha fazla para edeceği İhsaniye, Nalçacı eşrafını da katsak işin içine. O taraflar havalı ama. Yanaşmazlar tanımadıkları bir kadının kanser masraflarını karşılamaya. “Ortada bir mahalle varsa Şeker-Tekke’dir,” diyorum.

İbrahim abim, Şeker-Tekke için bile yekpareliğin söz konusu olmadığını söylüyor: “Mahalleyi ikiye bölen sokağın öte yanına, Şeker kısmında oturanlara bak; köylerinden az daha erken göç etmiş biraz daha zengin, Şeker fabrikasında çalışan işçilerin maddi açıdan daha müreffeh eşrafına. Ya bu taraftakiler; Tekke’nin gariban aileleri ve yani tutumluluk denen şeyin kitabını yazmış o kadınları mesela. Şimdi Şeker ahalisi mi iyi, Tekke’de oturanlar mı? Marks’ı falan siktir et. Yani bütün o insanları yoksulluk denen şey doğru yola mı götürür? Zenginlerin hepsi mi tapar paraya? Maddi durumu kişinin hangi kesime ait olduğunun ispatı mıdır? Hakikat bir kesimin peşi sıra gider mi hiç? Onu bırak hakikat hareket mi eder? Sakın cevap vermeye çalışma! Böyle bir teşebbüsle ancak soruların sayısını artırırsın.”

Neden, diyor da kalıyor insan öylece. Âdemoğlu büyüdükçe sorular da büyüyor, sorunlar da. Benim okuduklarım misal: Batının ahlakını almadan tekniğini almak; usûl olmadan, muhtevanın kıymeti; Doğu’dan ve Batı’dan yapılacak okumalarda kurulması gereken denge? Durmaksızın artan o problemler; sonra cevaplanmayan sorular üst üste, yan yana, dip dibe yani. Cevapsız aramaların sayısı artıyor gün geçtikçe; kavuruyor ateş, yanıyor durmadan... Bakıyorsun sesin işitilmesi ile birlikte düşüyorsun eş zamanlı. Bir insanın hemen hemen sığabileceği genişlikte bir borunun içinde. Aşağıya doğru...

Recep hoca gene bir sorunun içine düşüp “Müslümanların iktidarla imtihanı,” diye başlıyor söze. Kaç zamandır belli birkaç konuyu hep aynı ses tonuyla anlatıyor. Mesela şimdi vereceği örnek sırasıyla Hz. Ömer’in adalet anlayışı, bir Foucault aktarımı ve hemen ardından Muhammed Arkoun’dan bir alıntı. İrfan hoca Gazali’den bir karşılık vererek başlıyor söze: “Hazret, fitne ortamında bir yönetici gelir, ortadan kaldıramasa bile toplumdaki bu kargaşayı azalttığı takdirde içinde bulunduğu hal hayırdır, diyor. Halife başımızda olsa seni yaş odunla döverdi Recep. Sen mi tebaa olacaksın Ömer’e? ‘İktidarın olduğu yerde direniş de varmış!’ Her yöneticiye mi direnilir Recep? Sahabenin yerinde olsan Peygambere mi direnecektin? Ya Selahattin Eyyubi zamanında yaşasaydın! Misal, Fatih İstanbul’u fethederken sen uyduruk felsefenle isyan mı çıkaracaktın padişaha karşı? Hem iktidarın yegâne sahibi Rabbi Teâla değil mi? Muktedir diye Allah’a savaş açarsın sen bu mantıkla.

Bizim Recep ya Chomsky der, ya Shayegan, ya Abduh... Recepgiller ya Doğu’dan alıntı yapar ya Batı’dan. Lan oğlum şu memlekete bir gelin lan! İthalatı bırakın da hangi coğrafyada yaşadığınıza, içinde bulunduğunuz âna bir bakın! Âdem babamızdan beri bu kadar karışık zamana muhatap kalan bir ümmet daha var mı? Sanayileşmeyle, post endüstriyel toplumla, dijital devrimle, böyle bir vahşi kapitalizmle cebelleşen bir Hanif zümre var mı Recep?Batılı aydın kendi toplumunun iflasını itiraf ediyor, bizim mallar çareyi hâlâ Avrupa’da arıyor. İnsanlık tarihi gelmiş bir yerde tıkanmış bir grup gerzeğimiz de işi gücü bırakmış başörtüsü avına çıkıyor. Allahım!Ya Rabbelalemin! Bak Recep, çok değil üç sene evvel yengen terk etti beni. Niye? İşten atıldım diye. Ben işten ne diye atıldım? Dersimdeki başörtülü kızları fişlemediğim için. Boğaza kadar borç, çalışacak bir iş yok, şimdi geriye dönüp bakınca bile her şey bok.

Yengen bırakıp babasının evine giderken haklı mıydı? Evet haklıydı. Peki, o kız çocuklarına tutanak tutmamakta ben haklı mıydım? E tabii ki! Yaş kırkı geçmiş, beş parasız bir başına ağlarken haklı olduğum gibi. 28 Şubat diyorum lan! Aha sana bir kaya, nerene dayarsan daya. Senin ezgilerin, marşların ne diyor bu heyula konusunda Recep? “Hayat İman ve Cihat Alnımızın Yazısı”ymış. Benim böyle bir alın yazım yok Allah’a şükür Reco. Benim alnımda sevgi de var nefret de; mangalda ciğer, bir başka gün tavuk döner var. Benim alın yazımda gece gündüz çalışıp bir eser vermek de var; sonra saçmalamak, tökezlemek, düşmek de. BİM’in süt reyonunda vakit öldürmek var benim alın yazımda. İbrahim abiye simitle labne götürmek, karımla kavga etmek, sonra bir çiçekle gönlünü almak, çocuklarımı her gün gözlerinden öpmek var benim alnımda. Gördüğüm vakit bakışımı çevirmekte zorlandığım o güzel kadınlar da benim alın yazım.

Benim alın yazım yemin ediyorum o marşlardaki gibi değil Recep, ben senin gibi cihat makinası bir adam değilim. Cıvatalardan, vidalardan, demir çelikten yapılı değilim. Etten kemikten yaratmış Rabbim beni. Hem düşerim hem kalkarım Recep memleketim gibi. Manyak modernistlerle pelte haline gelmiş gelenekçiler arasında kalmış şu Türkiye gibi. Bizim Recep Foucault okur, döner döner gene okur.” Hilmi gerginliği sonlandırma amacıyla ani bir çıkış yapıyor: “İrfan hocam, Foucault da ibne değil mi zaten!”İrfan hoca, sanki az önce çıldıran kendi değilmiş gibi aniden değişen yüz ifadesiyle Wittgenstein’ın cinsel hayatından bahis açıyor: “Tractatus’u yazan bir adamın ibne olduğuna inanamıyorum abi, hadi Foucault falan neyse de, koskoca Wittgenstein nasıl eşcinsel olabilir? Cevapsız bir soru.”

Telefonda cevapsız çağrıyı gördüğüm anda nicel ve nitel açıdan pek çok şey çıkıyor ortaya. Gürültü ve dinginlik, esenlik ve buhran, hareketlilik ve durağanlık aynı zamanda; Adam Smith’in anlayamayacağı bir kâr-zarar birlikteliği; hem kazanıp hem kaybetmek mesela. Mutluluk ile birlikte eş zamanlı gelen keder gibi. Dökülmeden önce çiçeklere kanan insanlar bu kez ağaç dallarında yeni yeni görünen o minik yeşil yapraklara aldanıyor. Gene olmaması gereken şeyler oluyor. Köyceğiz’in deresi yanıyor misal, mangalda şırıl şırıl bir ateş. Sabit dediğin toprak kımıldıyor, varlığı hareket etmesine bağlı olan rüzgâr lök gibi yerli yerinde. Yani çağrısına hemencecik geri döndüğüm babam acilen hastaneye gelmemi söylüyor. “Neden?” diyorum?” “Oğlum annen...” diyor evvela, sonra o ses beliriyor ahizede: “Covvvvv!” Hem sürüklenip hem yanıyor insan aynı anda: “Covvvvvvvv.” Bir insanın ancak geçebileceği dar bir yerde şöyle aşağıya doğru: “Coooovvvvvvvvvvvvvvvvvvvv.” İçine düşülen boru değil de “Neden?” diye bir soru.

Beşer neden düşer, ne diye şaşar? Köylülerin paçayı sıvayıp don gömlek ahıra gireceği, malın davarın bokunu temizleyecekleri bir mayısı düşlemeleri neden? Âdemoğlu ile Havvakızı neden en çok mayısta sever birbirini? Kadınlar mayısta yanlış yapar en çok, erkekler mayısta. Hayatta sevdiğim ne kadar kadın varsa hepsiyle güzün tanıştım; ama bütün bu kadınların terk etmek için mayısı seçişi? David Ben Gurion 1948 Mayıs’ında Kudüs’te; Muhsin Batur 1960 Mayıs’ında Kütahya’da mesela... Mesela babamın ölümden dönüp anamla benim canımı kurtardığı bir kasım gecesi; hem ablam o zamanlar daha bir et parçası. Babamın yeğenlerimle oynarkenki şaka zannettiğim o ağlayışı, spot ürünlerin geldiği cuma günleri BİM’in modern bir çerçiciye benzemesi; ilkbaharın sonbaharla olan ilgi ve alakası; her sene mayısın nisanı takip etmesi... Bizim köylülerin sığır bokuna mayıs demesi neden?

  • Hasan Harmancı'nın yeni öykü kitabı yolda diyorlar, benden söylemesi. İlk kitabını beğenenler ne gafillikse haberi olmayanlar velakin iyi öykü okumak isteyenler için güzel haber. (A.E.)