Nenemin saçları

Poşo nihayet dibimde. Kendini sevdirmeye çalışıyor, sırnaşıyor.
Poşo nihayet dibimde. Kendini sevdirmeye çalışıyor, sırnaşıyor.

Poşo’yu görüyorum, dili dışarda bana doğru adımlıyor sırtı, it oğlu. Gel oğlum buraya. Kemerinden kısa palayı çıkarıyorum, bir nacak değil ama iş görür. Korkmayın abiler, köpeği kesmicem. Ağaca doğru götüm götüm yanaşıyorum. Gerçekten. Herhalde bunu söylerken mecaza kaçmayan ilk insanım, ama yok. Başka olacağı yok abiler.

Gözlerimi açtığım vakit, dalların ötesinde, gökyüzünde nenemin saçları gibi ak ak bulutlar, dağın arkasına doğru umarsız yol alıyordu. Kulak arkamda esen rüzgârın serinliğini hissettim. Ellerim, sabaha karşı düşmüş yağmurdan hâlâ nemli sonbahar yapraklarını avuçluyor, parmak uçlarım yaprakların arasında bir şeyler arıyordu, belki bir tutamaç, olmaz ya. Toprağın kokusu burnumda taze, bir karaağacın gölgesinde iki seksen yatmaktayım. Böyle anlattığıma bakmayın, korkuyorum. Ayağım birkaç dakika önce görünmez dala takıldı, ağacın çelmesi halı saha tekmesine benzemiyor abiler. Çat etti, çat. Birden, tek solukta… Kavga gibi değil öyle, önce bir öncü uğultu yükselmiyor. Sadece tek ses, ÇAT.

Kulak arkamda esen rüzgârın serinliğini hissettim.
Kulak arkamda esen rüzgârın serinliğini hissettim.

Şimdi ayağımı oynatamıyorum. Paçamı kaldırmaya, çorabımı sıyırıp bakmaya cesaretim yok; yürek ister. İçeriden koptu diyorum, bir şeyler koptu. Öyle üstüne işesem geçecek gibi değil. Tekrar başımı toprağa yaslıyorum, saçlarımın arasında yine aynı ıslaklık. O kadar ıslak değil ki dokunsam kuruyacak. Kuruyacak ve ben başımı yasladığım zaman, onu tekrar hissedeceğim. Benimle dalga geçer gibi de değil, bana nasıl da acizsin der gibi. Nasıl da acizim hakkaten, mısır koçanı gibi kırıldı bileğim. Yani galiba kırıldı. İnşallah kırılmamıştır ama en azından birkaç bağ koptu orada bir yerde. Hangisi daha iyidir ki, yoksa kırılması mı, bilemedim. Tam buraya bir ayetelkürsi iyi giderdi, acaba geç mi kaldım?

Yola çıkarken okuyacaktım, tabii geç kaldım. Bendeki de akıl, köpeği al, gel dağ başına. Kekliği düz ovada avlarlar, diyor ya meşhur türkü, külliyen yalan abiler. Ya da doğru, düz ovaya inen kekliği harbiden avlarlar. Keklik düz ovaya inmiyorsa, avcı çıkar dağ başına. Avcı, av olur; keklik, güler; köpek, arazi… Sahi nereye kayboldu Poşo, it oğlu it.

Poşoooo

Bir besmele çekip yarı belime dikleniyorum. Tüfeğin ucu bana bakıyor, önce onu düzeltiyorum. Hafifçe avuç içimle yerden destek alarak kalkmaya zorluyorum kendimi, ne mümkün. Ayak, yarım saate kalmaz fil ayağı… Biliyorum. Avuç içimde parçalanmış yaprak, çer çöp; yine aynı pis ıslaklık… Elimi silkeliyor, üstümü başımı düzeltiyorum. Kulak arkamdaki serinlik şimdi belimde… Belini düzelt, diyor serinlik, doğrulurken açılmış. İhmâl etmeye gelmez, üşütürsün. Böbreklerine vurur, Allah muhafaza, nefriti var bunun. Dur ulan, diyorum serinliğe, ayağım zonk zonk zonkluyor. Ölüp kalıcam dağ başında, ne beli ne nefriti.

Poşo’yu görüyorum, dili dışarda bana doğru adımlıyor sırtı, it oğlu. Gel oğlum buraya. Kemerinden kısa palayı çıkarıyorum, bir nacak değil ama iş görür. Korkmayın abiler, köpeği kesmicem. Ağaca doğru götüm götüm yanaşıyorum. Gerçekten. Herhalde bunu söylerken mecaza kaçmayan ilk insanım, ama yok. Başka olacağı yok abiler. Ağacın gövdesine yanaşıyorum. Gövdeye öyle bir sarılıyorum ki bayrama geldim sanırsınız. Sol ayağıma kuvvet, var gücümle dikleniyorum. Poşo nihayet dibimde. Kendini sevdirmeye çalışıyor, sırnaşıyor. Çekil oğlum, Allah’ını seversen çekil. Sağlam gördüğüm en yakın dalı gözüme kestirip; bir, iki… Çekil Poşo ayağımın dibinden. Üç, bu dört, bu da beş… Çoğu gitti, kalanını dalı döndürerek inceltip çekince geliyor.

Sağlam gördüğüm en yakın dalı gözüme kestirip; bir, iki…
Sağlam gördüğüm en yakın dalı gözüme kestirip; bir, iki…

Çekil dedim, Poşo.

Dal üstündeki yaprakları topluyorum, tek tek. Yan dalları kesiyorum. Gazımı alamayıp, değneği tutacağım yerdeki kabuğu bıçakla kaldırıyorum, maksat elimi acıtmasın. Sonra ismimin baş harfini çakımın ucuyla değneğe işliyorum, hafiften manyağım ya. Güzel oldu, di mi oğlum? Vallahi oldu, diyor Poşo. Tamam, kes; yalakalığı sevmem. Elimin altında tezgâh olacaktı sen o zaman görecektin, diyorum Poşo’ya. Bundan bir baston çıkarırdım, dudağın uçuklardı. Sonra o bastonla kıçına iki tane indirirdim. Ortalıktan ne kayboluyorsun. Şu halde senin peşine mi düşeyim, dağ başında. Sinirlendirme beni.

Tamam, gel; sinirim geçti. Poşo yanaşıyor. Kafasını okşuyorum, başını eğiyor; boynunu seviyorum, başını kaldırıyor. Kuyruğu bir sola, bir sağa, sonra tekrar sola ve elbet sağa hızlı hızlı sallanıyor. En azından senin keyfin yerinde, diyorum. Başını okşadığım elimi yalıyor. Avuç içimde yine ıslaklık ama aynı değil, bu sefer sahici ıslaklık. Öyle bir yalıyor ki dokunsam diğer elim de ıslanacak. Allah cezanı vermesin Poşo, bu nasıl yalamak. Bu bastonu, neneme verecem, o dövsün seni. Gökyüzüne bakıyorum, bulutlar toplanmış. Uzaklarda bir yerde nenem kırk sene gençleşmiş. Bak Poşo, diyorum, o kara bulutlar buraya gelirse yandık. Sen yandın, diyor, ben yolumu bulurum. Nah bulursun.

Ben olmadan sana yağmurlu havada su yok, Poşo efendi. Haydi bakalım, yola koyulalım. Değneğe dayanıp, sol ayağımla kalkıyorum. Kısa palamı yerden alıp kemerdeki kınına geçiriyorum. Tüfeği kayışından sağ omzuma asıyorum. O an sağ ayağımı -biraz da durumun vahametini tartmak niyetiyle- inceden yere dokunduruyorum. Bileğimden kopan acı, ilk dizime ve hemen peşine kasığıma vuruyor. Bir iki saniye içinde -tahmini- midemle, ince bağırsağım arasına yerleşiyor. O an, diyorum abiler, alnımda bir, şakağımda iki damar çıkmadıysa; bilin ki ben o film artistlerinden değilim. Allah’ın gücüne gitmesin, gözlerim doluyor. Kör, topal derler ya; heh, işte öyle sırttan aşağı yürüyorum. İsyanım yok ama içten içe kendime sövüyorum.

Her durduğunda bir önceki mesafenin yarısı kadar yürürsün. Bunu askerde öğrendim.

Daha yüz metre gittik, gitmedik. Poşo, yoruldum, diyor, dinlenelim. Durmak yok Poşo efendi. Burada bir durursak, katiyen devam edemeyiz. Her durduğunda bir önceki mesafenin yarısı kadar yürürsün. Bunu askerde öğrendim. İyi de sen askerliğini bedelli yapmadın mı, diyor. Altunizade’de oğlum askerlik şube, Üsküdar’da bankaya uğrayıp Altunizade’ye yürüdüm, yerler buz, kış kıyamet. Bedelliye araba parası verince, gurur yaptım; dolmuşa da binmedim. Allah akıl fikir versin, diyor Poşo. Sana versin, ite bak. Bende akıl çoook, diyor Poşo. Poşo, diyorum, nenem diyor ki ha bu köpeklerde akıl vardır ama fikir yoktur, buna ne diyecen peki?

Poşo hızlı adımlarla uzaklaşıyor. Gel, oğlum buraya, şaka yaptım. İlerde çimlerin arasından, incecik bir su şırıldıyor. Poşo, suya eğilip kana kana içiyor, sonra dönüp bana bakıyor. İki içiyor, bir dönüp bana bakıyor. Ben eğilip o sudan içsem bir daha doğrulamam. Seke seke yanından geçiyorum. Artık bana bakıyorsa da görmüyorum.

Bir belki iki saat kadar aynı tempoda devam ediyoruz. Poşo ara sıra uzaklaşıyor gözden kayboluyor, sonra hiç beklemediğim bir anda bambaşka bir yerde peyda oluyor. Kafasını hafifçe sağa yatırıp, hadi birader amma ağırdan aldın, der gibi bakıyor. Haklı, attığım her adımda sanırım daha da ağırdan alıyorum. Artık dinlenmek istiyorum ama korku, ıslak bir yorgan gibi bedenimi sarıp sarmalıyor. Dursam bir daha devam edemem diye ödüm patlıyor. Tir tir titriyorum, Zenon’un haklı olma ihtimalini düşünmek dahi istemiyorum, abiler.

Sadece dişlerimi sıkıp arabama ulaştığım an, nasıl bir hale bürüneceğimi düşlüyorum. Yüzümde bir gülümseme mi olacak, yoksa bitkin bir ifade ile i’m too old for this shit mi diyeceğim. Peki, hemen üstümde bir kamera olsaydı ve dostlarım beni izliyor olsaydı ne hissederdim. Utanır mıydım, yoksa hayatta kalmaya çabalamanın verdiği gururla göğsüm kabarır, omuzlarım yükselir, yürüyüşüm dikleşir miydi? Belki bir ikisi halime acır, arkamdan ağlardı, ben de onlara, sakin olun, derdim, başaracağım. Bakın, hem yanımda Poşo var, yalnız değilim. Açın perdeleri abiler, ben geliyorum. Sahneyi drama queen’e terk edin!

Bulutlar gelip, geçmiyorlar; üstelik bir kaçı var ki şapka gibi tepemde duruyor.
Bulutlar gelip, geçmiyorlar; üstelik bir kaçı var ki şapka gibi tepemde duruyor.

Nenemin gençlik yılları artık o kadar da uzak değil. Bulutlar gelip, geçmiyorlar; üstelik bir kaçı var ki şapka gibi tepemde duruyor. Beni, Apaçi gibi çevreliyorlar. Onları öyle görmek ciddi mana da canımı sıkıyor. İçimde, bir ıslık patlatıp ne kadar bulut varsa dağıtmak hevesi uyanıyor. Henüz ıslığın o ıslaklığı dudaklarımı terk etmeden, Poşo dibimde bitiveriyor. Ah, oğlum bizim orda bir söz vardır bilir misin, yandı yavrum keten helva. Yok abi, diyor Poşo, sadece biraz dibi tuttu. Olur o kadar, diyor, lezzetlenir.

Poşo, diyorum, sana bir soru sorucam ama bak, delikanlı gibi cevap vereceksin. Tamam abi sor, diyor, ne zaman yan çizdiğimi gördün. Şimdi ben, diyorum, burada düşüp bayılsam. Allah korusun abi, diye sözümü kesiyor. Allah korusun o ayrı, oldu ya can verdim ulan burada. Sen de açık arazide böyle bir başına kala kaldın. Delikanlı gibi söyle şimdi; beni yer misin? Yok abi, diyor Poşo, insan eti bize haram. Hadi lan oradan, diyorum, olur mu öyle şey? Vallahi öyle abi, diyor. Ama çok açsın Poşo, ölüyorsun açlıktan. O zaman bir lokma, ölmeyecek kadar abi, diyor.

Son bir ufak tepe kaldı önümde, ağır ağır onu çıkıyorum.
Son bir ufak tepe kaldı önümde, ağır ağır onu çıkıyorum.

Kaybol lan gözümün önünden!

Poşo hızlı adımlarla yanımdan uzaklaşıyor. Çok değil yüz yüz elli metre ileride bir çalıya ferma veriyor. Şu halde bile yüreğim kabarıyor. Küt KÜT, küt KÜT; kalbim çarpıyor. Değnek ile ne kadar sessiz gidilebilirse çalıya o kadar sessiz yanaşıyorum. APORT, oğlum! Poşo atlıyor çalıya, keklik havalanıyor. Tüfek elimde bile değil, keklik uçup gidiyor. O yukarı aşağı kanat çırpışını görmek bana yetiyor. Acaba diyorum -bu sefer içimden- avcıyla av arasındaki ilişkiyi başka biri anlayabilir mi? Poşo manasız gözlerle beni süzüyor. Beni bir tek sen anladın Poşo efendi, sen de yanlış anladın.

Son bir ufak tepe kaldı önümde, ağır ağır onu çıkıyorum. Nenemin saçları yağmuru benden esirgiyor. Hay Allah razı olsun, neneciğim. Tepeye çıktığım vakit yassı bir taş seçip üzerine oturuyorum. Vadide toprak yol yılan gibi kıvrılıyor, yolun araziyle bütünleştiği yerde benim emektar beyaz Toros, station wagon. Poşo arabayı görünce huysuzlanıyor, eve dönmek istemiyor. Be oğlum, canımamı susadın. İki soluklanıp tekrar yola koyuluyorum. Sol ayağım, -sağlam ayağım- diğerinden beter durumda; galiba fazla yüklendim ama az kaldı. Dişlerimi sıkmaktan çeneme ağrı girdi. Toros’a yaklaştıkça adımlarım hızlanıyor, yavaş yürümek istesem de elimde değil.

Nihayet arabaya ulaştığımda, bir ıslık daha patlatıp Poşo’yu çağrıyorum. Başı önde üzgün üzgün geliyor, bıraksam sabaha kadar gezecek dağlarda. Sonra yine yanıma gelecek, hep gelir. Bagajı açıyorum, değneği dokunduruyorum poposuna, içeri oğlum. Haydi, içeri. Zıplıyor yerine. Aaaferin. Bagajı kapatıp tüfeği, palayı arka koltuğa koyuyorum. Hemen peşine ben de kendi yerime geçiyorum. Tam o sırada yağmur başlıyor. Ön camdan gök yüzüne bakıyorum, bulutlar şimdi nenemin hiç görmediğim o gençlik saçları... Poşo arkada uğulduyor. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatıyorum. Şimdi bizi eve kim götürecek?