New York’ta Bir Gılgamış

Peki ya ölümsüzlük mümkünse ve buna erişenler kalabalık şehirlerimizde yanımızdan gelip geçiyor da biz fark etmiyorsak?
Peki ya ölümsüzlük mümkünse ve buna erişenler kalabalık şehirlerimizde yanımızdan gelip geçiyor da biz fark etmiyorsak?

Uzun yaşamak da mutluluk vermez insana. Akrep adam ölümsüzlüğün acısını önceden sezmiş olmasına rağmen bunu bilememiştir. Kaplumbağalar da kuğular da uzun yaşar, buna rağmen mutsuzdurlar. İnsanın huzura ermesinin uzun veya kısa yaşamakla ilgisi yoktur. O, biz kovaladıkça elimizden kaçar.

Ağaçlar filizleniyor, dünyaya daha sıkı tutunmak için toprağa kök salıyor. Ne kadar güzel çiçekler açsalar, ne kadar dallanıp budaklansalar da nihayetinde solmaya yüz tuttuklarını anlıyorlar. Telaşla her zamankinden çok meyve vermeye başlıyorlar. Gitmeden önce bir parçalarını bırakıyorlar toprağa. Çekirdeklerinden tekrar büyüyorlar. Yok olmuyorlar, dönüşüyorlar. Hayvanlar kaçıyor, kamufle oluyor; kendilerini düşmanlarından sakınıyor. Hayatta kalmak yetmiyor, üremek için dövüşüyorlar. Hatta bazen bu yolda canlarını feda ediyorlar. Kendi içlerinden bir başka “kendilerini” çıkarıyorlar. Ölseler de yaşamaya devam ediyorlar.

Ölümü uzak tutmak ve bir şekilde varlığını devam ettirmek tüm canlıların mücadelesi. Ancak bildiğimiz kadarıyla sadece insan daha yaşarken öleceğinin farkında. Bu bilinç yaşımız ilerledikçe koyulaşan bir gölge gibi hep bizimle. Halbuki günlerimizin sınırına rağmen arzularımız sonsuz. Mağaralarımızdan çıktığımızdan bu yana düşmanımız artık vahşi hayvanlar değil; görmediğimiz mikroplar, nereden geleceği belirsiz bombalar, tanımadığımız insanlar. Tıp gün geçtikçe ilerliyor, ortalama insan ömrünü uzatıyor. Bu sayede dünyada insan nüfusu arttıkça artıyor ama yine de yüreklerimize su serpilmiyor. Ne kadar çok yılı devirsek de son nefeste can bedene yapışıyor. Akıllarda hâlâ aynı soru: Ölümsüzlük mümkün mü?

Gılgamış da aynı soruyla düştü yollara. Hikayesi malum. Kendisi herhangi bir insan değil; Uruk kentinin en güçlüsü, tanrıların şımarık çocuğudur. O ne isterse olur. Yediği önünde, yemediği arkasındadır. Kimsenin gözünün yaşına bakmaz, aklına eseni öldürür. Ancak onun zulümleri halkın canına tak eder, tanrılara yalvarırlar. Onlar da yeryüzüne gücü Gılgamış’la denk Enkidu’yu gönderirler. İki adam dövüşür fakat birbirlerini yenemezler, dost olurlar. İnsanları korkutan Humbaba canavarını beraber öldürürler. Bunun üzerine tanrıça İnanna Gılgamış’a aşık olur ancak Gılgamış onu reddeder. Onuru zedelenen tanrıça intikam almak için Enkidu’yu hasta eder ve Gılgamış’ın tüm yalvarmalarına rağmen tanrılar onun canını bağışlamaz.

Gılgamış arkadaşını kaybedince ölüm korkusuna kapılır. Utnapiştim adında büyük tufandan kurtulmuş ölümsüz bir adamın namını duyar. Ondan sırrını öğrenmek için yollara düşer. Kulakları kendisine yapılan tüm uyarılara kapalı, engelleri aşar. Nihayetinde Utnapiştim’e ulaşır ve ölümsüzlük otunun denizin dibinde olduğunu öğrenir. Ayaklarına taş bağlayarak batar, otu koparıp yukarı çıkar. Karaya vardığında onun yemesine kalmadan bir yılan yaklaşır, otu yer, gömleğini değiştirip uzaklaşır. Ölümsüzlük yine insana nasip olmamıştır. Gılgamış’a ise ağlamak düşer.

İnsanlığın ilk yazılı metinleri olan bu destanın kahramanı Gılgamış ilk bakışta başarısızlığa uğramıştır. Gerçekten de hedeflediği şey ölümsüzlüğe erişmektir ve bunu başaramamıştır. Öte yandan destanın başındaki Gılgamış ile sonundaki Gılgamış artık aynı kişi değildir. İster istemez olgunlaşmıştır. Önceleri Uruk kentinin en güçlüsüyken kibirli, zalim ve olabildiğince şımarıktı. Üçte ikisi tanrı, üçte biri insandır ama Gılgamış insanî tarafını tamamen unutmuştu. Bu yüzden ölüm korkusunu tanımıyor, kolayca herkesin canına kıyıyordu. Gücü sayesinde zirvedeydi ama orada yalnızdı. Kimseyi sevmiyor, sevilen bir insanın ölmesinin doğurduğu boşluğu bilmiyordu. İnsanlara nasıl acılar çektirdiğini bilmiyordu.

Gılgamış’ın insanî yönünü ortaya çıkaran şey Enkidu’dur. Onun sayesinde ilk kez gücünü sınırlayan duvarlara çarpmıştır. Artık kendisine denk biri vardır. Onu yenemeyince düşmanlık beslemek yerine akıllıca davranmış, kendisine dost edinmiştir. Böylece sevgiyi de tanımış, bencilliğinden sıyrılmıştır. Humbaba canavarını halkının iyiliği için öldürmüştür. Yine de henüz sadece namının yürümesini düşünmekte, bu yolda ölümü göze alabilmektedir. Zira ölüm ona hâlâ yabancıdır. Hâlâ insan gücünün sınırlarının yeterince farkında değildir. Yoksa tanrıça İnanna’yı reddedebilir miydi, tartışılır.

Enkidu’nun ölümüyle kendisi için yeni iki duyguyu tanır Gılgamış. Sevilen birini kaybetmenin verdiği acı ve kendisiyle aynı güçte biri öldüğüne göre gücünün onu ölümden korumayacağı gerçeği. Ayrıca bu sefer tanrılar onun yalvarıp yakarmalarına aldırmamıştır. İlk kez bir isteği gerçekleşmemiştir. Ancak bundan ders alıp sınırlarını kabulleneceğine tanrılar gibi ölümsüz olmak ister. Çünkü kibri hâlâ yerinde duruyordur, sıradan insanlar gibi öleceğini kabullenemez. Bu yolda o kadar kararlı ve güçlüdür ki kendisine yapılan uyarılara aldırmadan hiçbir insanın aşamadığı engelleri aşar. Denizin dibine kadar batar ama ne yaparsa yapsın Gılgamış’ın hamurunda insanlık vardır. Tanrıların ona yazdığı kadere karşı koymak gücünü aşar. Destanın sonundaki Gılgamış sınırlarını anlar. İsyan etmez, ölümsüzlüğe ulaşma çabasını sürdürmez, tanrılara yalvarmaz. Sadece aczini sergilercesine ağlar. Artık karşımızda kibrinden arınmış, haddini bilen bir Gılgamış duruyordur.

Ölüm kaderimizdir, doğamızdır, tanrıların buyruğudur. Ne dersek diyelim. Sonrasında ne olduğu hakkında inançlarımızdan öteye geçen bir bilgimiz yok. Tek emin olduğumuz şey ecelden kaçılmayacağı ve her canlının bir gün ölümü tadacağı. Gılgamış’ın yaptığı gibi buna karşı koymaya çalışmak beyhude bir çaba.

Peki ama ya hikaye bize yanlış anlatıldıysa? Aslında ölümsüzlük mümkünse ve buna erişenler kalabalık şehirlerimizde yanımızdan gelip geçiyor da biz fark etmiyorsak? Özen Yula “Hayat Bir Kere” romanında karşımıza farklı bir Gılgamış Destanı çıkarıyor. Biliyoruz ki tarihi kazananlar yazar. Ya eksiltirler gerçekleri ya da çarpıtırlar, işlerine nasıl gelirse. Özen Yula da aslında Gılgamış’ın bitkiyi yediğini fakat sırrı açığa çıkarsa insanlar kendisini rahat bırakmaz diye hikayenin sonunu değiştirerek anlattırdığını söylüyor. Destandaki kahramanlar günümüz dünyasında ve New York’ta tek tek karşımıza çıkıyor. Utnapiştim günlerini sıradan bir kafede “Out Now” ismiyle vakit öldürerek geçirmekte, ona gösterilen eşyaların tarihi hakkında bilgi vererek para kazanmaktadır.

“Gilles” adıyla kendini gizleyen Gılgamış ise hâlâ Enkidu’nın, bitkinin ve Utnapiştim’in peşindedir. Ona yine dünyaya kim bilir kaçıncı kez gelen kayıkçı Paxton aracılığıyla ulaşır. Tanrıça İnanna ise doğasından gelen ölümsüzlükle tanrıların unutulduğu, saygı görmediği bir çağa katlanmaktadır ve hâlâ intikamının peşindedir. (?) Tarih içinde adı Leyla diye anılan, efsanelere konu olan “yosma” da Enkidu’ya ulaşıp terk edilişinin acısını çıkarma umuduyla İnanna’yı takiptedir. İçlerinde en akıllıları akrep adam çıkmıştır. Ölümsüzlük bitkisinin sadece bir kısmını yiyerek uzun yaşamayı garantilemiş ama her anını gün gelip öleceğini bilerek yaşamıştır.

Zaman her şeyi yıpratır, yürekleri tozlandırır. Out Now kırklarında göstermesine rağmen gözlerine bakan onun yaşını anlayamaz. Kendisine taktığı isim gibi, zamanın dışındadır. Ne yazık ki içinin onca ihtiyarlığına rağmen ölümü beklememekte, bekleyememektedir. Devirler değişmiştir, dekorlar değişmiştir ama insan tüm ahmaklığıyla aynı kalmıştır. Artık kimse onu heyecanlandırmıyordur. Kimse ona yeni bir şey öğretmiyordur. İçinde onca anı, bilgi, bilgelik barındıran birinin dünyaya eşsiz eserler kazandırması beklenir ama sanat ölüme karşı bir duruştur. Sonsuza dek yaşayacağını bilen insan içinse yaratmanın da anlamı kalmaz. Ölümden acı duyan biz fanilerin aksine ona göre asıl acı ölememektir. Sıkıntıya, bıkkınlığa, üzüntüye katlanmak ve bunların sonlanmayacağını bilmek. Oysa ölüm acısı kısa süren büyük bir çözümdür.

Uzun yaşamak da mutluluk vermez insana. Akrep adam ölümsüzlüğün acısını önceden sezmiş olmasına rağmen bunu bilememiştir. Kaplumbağalar da kuğular da uzun yaşar, buna rağmen mutsuzdurlar. İnsanın huzura ermesinin uzun veya kısa yaşamakla ilgisi yoktur. O, biz kovaladıkça elimizden kaçar.

Hikayenin asıl kahramanı Gılgamış yosundan yiyip gündelik hayatına devam etmeyi umuyordu ancak beklediği gibi olmamıştı. Kısa süreliğine renklenmişti hayatı ama asırlar geçiyor, devirler değişiyor, insan zihni hepi topu bir arpa boyu yol gidiyordu. Can sıkıntısı onun da içinde tufanlar koparıyordu ama artık hatasını kabul etmekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Utnapiştim’e dediği gibi, cezayı ödül sanmıştı.

Ölümsüzlerin yalnızlığı da fanilere benzemez. Zaman ve dünya algıları farklıdır. Sevdiği veya aşık olduğu hiçbir insan kalıcı değildir. Ebediyetle kıyaslandığında hepsi sabun köpüğü gibi kalır. Yaşananlar sonları aynı bitecek sayısız hikayeyi tekrar etmek gibidir. Sıkıntılar tortu halinde birikir, yürek fosilleşir. Fanilerin anlayamayacağı, onulmaz bir yalnızlığa hapsolmuşlardır. Bu yüzden Utnapiştim Gılgamış’a yosunun yerini söylemiştir, sonsuz yolculuğunda kendisine eşlik etsin diye. Gilles de Enrique adındaki yeni Enkidu’yu bulur ve aynı sebeple ona yedirir yosunu. Saf delikanlıyı hayatına, sıkıntısına dahil eder.

Ölüm acıdır, ölümsüzlük azap. İlki huzursuzluğumuzun, mutsuzluğumuzun sebebi, ikincisi de çözümü değil. Bunu içten içe hepimiz biliyoruz. Yine de en eski yazılı metinlerin kahramanı Gılgamış’ın günümüzde de konuşuluyor olması tesadüf değil. Mağaralarımızdan çıkıp bir zamanlar tanrı sandığımız aya kadar gittik ama en temel sorumuz hâlâ cevapsız. Ölümün canlılığın doğasından geldiğini kabul ediyoruz ama Tom Robbins’in Parfümün Dansı’nda dediği gibi, “İnsan doğası gereği doğal olmayan bir varlıktır.”Gılgamış tanrılara öykünüp doğasını reddetse ve ölümsüzlüğe erişse de soyundaki insanlık hiçbir zaman onun peşini bırakmadı. Tüm diğer canlılar ve insanlar gibi o da yaşarken üremeli veya üretmeli, zamanı gelince de toprağa dönüp başka bir şeye dönüşmeliydi. Huzur ve mutluluk doğaya, kadere veya tanrılara karşı çıkmakta değil; onları kabullenmekte, elindekinin tadını çıkarmaktaydı. Ölümsüzlüğe giden yolda karşısına çıkan içkicibaşı onu uyarmıştı.

“Karnın dolu olsun yeter Gılgamış, sen ona bak,

Gece gündüz eğlenmene bak,

Gününü gün et, keyif sür,

Çalgılarla gece gündüz oyna,

Hep güzel giysiler olsun üstünde,

Başın temiz olsun, bedenin yıkanmış olsun,

Elinden tutan yavruna bak,

Karın mutluluğu tatsın göğsünde,

Budur insanoğlunun tek yapacağı.”

demişti. Gılgamış dinlemedi. Yaşamak günler sınırlı olduğunda değerli, beden toprağa karıştığında canlı, “hayat bir kere” olduğunda güzeldi. Bilemedi.