Ninemin köyünde bir çocukluk

Derin bir soluk aldım, yetmedi bir daha aldım, gökyüzünü içime çektim, olduğum yerde zıpladım.
Derin bir soluk aldım, yetmedi bir daha aldım, gökyüzünü içime çektim, olduğum yerde zıpladım.

Doğrulup yatağımda oturdum. Pencereden uzaklara, dağlara doğru kıvrılan şoseye baktım. Güneş bütün çalgılarını çengilerini toplamış dünyaya doğru koşuyor, bütün kuytuları aydınlatıyordu. Sudaki halkalara benzeyen küçük şeffaf daireler, gözlerimin önünde bir aşağı bir yukarı hareket etti, sonra kayboldu.

Gözlerimi açtığımda ninemin köydeki evinin tavanını, bir uçtan bir uca uzanan isli kalın kirişi, kenarlarına asılmış kış kavunlarını, mısır koçanlarını gördüm. Aşağıdan, ahırdan, dedemin huysuz eşeği anırdı; horozlar öttü. Hiç kıpırdamadan uzun uzun kararmış tahtalara, duvarlardaki bakır çanaklar dizilmiş raflara, ocaklığa baktım. Dedemin pütürlü, kalın derisini görür gibi oldum. Dedem gövdesi yosunlu, ökse otlarıyla kaplı, yaşlı bir ahlat ağacına benzer. İçime bir sevinç doldu, inanamadım. Gözlerimi kapatıp tekrar açtım, görüntü üç boyutlu resimlerdeki gibi değişti; evimizin kireçle sıvanmış, sararmış tavanını, küçük, yeşil boyalı pencereden sızan gün ışığını gördüm. Kendi evimizdeydim, annemler tütün çapasına gitmiş olmalıydı. Dışarıdan rulmanların betonda çıkardığı ses geliyor, abim erkenden kalkmış arabaya biniyordu herhalde.

Doğrulup yatağımda oturdum. Pencereden uzaklara, dağlara doğru kıvrılan şoseye baktım. Güneş bütün çalgılarını çengilerini toplamış dünyaya doğru koşuyor, bütün kuytuları aydınlatıyordu. Sudaki halkalara benzeyen küçük şeffaf daireler, gözlerimin önünde bir aşağı bir yukarı hareket etti, sonra kayboldu. Kalkıp öbür pencereden bahçeye baktım. Pembe çiçekli hatminin boyu bahçe duvarını aşmış. Gece boyunca çıtırdayarak uzamış, diye düşündüm. Uçuşan, küçük toz zerreciklerini görüyordum, hayat her günkü gibiydi işte. Otlar taptaze; sinekler genç, yeni ve parlaktı. Bir tavuk tek ayağını kaldırmış dut ağacının dibinde hareketsiz duruyor ve şarkı söylüyordu. Köşedeki erik bir kuş ağacına dönüşmüş, cıvıl cıvıl şakıyordu. Derin bir soluk aldım, yetmedi bir daha aldım, gökyüzünü içime çektim, olduğum yerde zıpladım.

Mutfağa gidip biraz zeytin, ekmek yedim. Kapıdan başımı uzatıp horozlar gibi öttüm. Abim beni görünce işaret parmağını büküp ağzına götürdü ve uzun bir ıslık çaldı. Bizim evin önündeki kaldırımın bittiği yere takoz gibi bir tahta koymuş, iki kaldırımı birleştirmiş; ta aşağıya, Nesibe Teyzelerin kapısına kadar arabayla gidiyordu. Gidip arkasına bindim, bağrışarak şimşek gibi kapıların önünden geçtik. Sonra bir daha, sonra bir daha. Derken Nesibe Teyzelerin ikinci kat penceresi açıldı, üzerimize bir kova su boca edildi. Nesibe Teyze kızdığında bizim tavukların yumurtlarken çıkardığı sesler gibi sesler çıkarabiliyor.

Gene öyle sesler çıkarmaya başladı. Arabayı bırakıp kaçtık. Elbiselerim ıslanmış, dedim abime. Benim de, dedi, koşarsak kurur. Hamamın önüne kadar koştuk. İsteseydim abimi geçebilirdim ama geçmedim. Benim hâlâ gömleğim ıslak, dedim durduğumuzda. Onunki de hâlâ ıslaktı. O da benim gibi bayramda alınan mavi gömleğini giymişti, aynı gömlekti ama gene de benimki daha güzeldi. Abim, bir şeyler bulmaya gidelim, dedi. Olur, dedim. Hükümet binasının arka tarafındaki evrak çöplüğüne gittik. Çeşit çeşit pullar, kısacık kurşun kalemler, ortası delik beyaz silgiler ve cincibir kapakları bulduk. Sanayiye gidelim, bugün rulman ve bilye daha çok bulunur, dedi sonra abim.

Tam Çarşı Camii’nin önünde Tık ve Pıh ile karşılaştık. Sen git Bülentlerle oyna, dedi abim, hem yeni kitaplar aldıysa değiştirirsiniz. Yalvarır gibi baktım. Git dedim, dedi, abim. Bakışlarından mızıkçılık çıkarmanın işe yaramayacağını anladım. Şıpırt’ın dükkânına doğru yürüdüler. Tık ve Pıh da abim gibi beşe gidiyorlardı. Geri dönüp Hamam Çeşmesi’nin yanındaki çınarın altına oturdum. Gömleğim kurumuştu, demek ki unutulunca kuruyormuş ıslaklık. Bülentlerin evine baktım. Perdeler kapalıydı, pencerelerde, balkonda hiçbir hayat belirtisi yoktu. Gırtlağımdan Kızılderililer gibi uzun bir uluma sesi çıkardım. Perdeler kıpırdamadı, balkon kapısı açılmadı. Birkaç kez daha uludum. Ses, seda yok.

Postanenin arka bahçesinin büyük kapısını çaldım. İçeriden sesler geliyordu. Birkaç kez daha çaldım ama kapı açılmadı. Arka sokaktan dolanıp duvardaki kocaman oyuktan Küçük Nine’nin bahçesine girdim. Duvarın dibindeki kerpiç ev ısırganların, hatmi çiçeklerinin arasından bir kaya parçası gibi boynunu uzatmaya çalışıyordu. Avlunun otlarına, evin kırık dökük kirli camlarına, oğlunun bırakıp gittiği mavi, külüstür vosvosa, her şeye soğuk, koyu yeşil ve rutubetli bir ölüm kokusu sinmiş. Küçük Nine’nin kamburu çıkmış ruhu ortalıkta gezinip duruyor sanki. Amerikan sarmaşıklarının arkasında kaybolmuş küçük, gizli kapıya gidip kulağımı dayadım. Sevinç çığlıkları, güzel ve beyaz bir ses geliyordu; tık, tık, tık... Bir kez daha Kızılderililer gibi uludum, sonra duvara tırmandım.

Bülent, kız kardeşi Hülya, lise müdürünün oğlu Suat, bir de tanımadığım güzel giyimli bir oğlan ve kız vardı. Duvardan atladım, ayaklarımın dibine bembeyaz, küçük bir top yuvarlandı. O beyaz ses buymuş demek. Eğilip aldım; nasıl da büyüleyici, kadifemsi bir yumuşaklığı vardı. Parmaklarımın ucuyla dokundum ,avucumun ortasına bastırdım. Suat koşup geldi, üstüne bir bassaydın kendini satsan ödeyemezdin, dedi; elimdeki topu çekip aldı. Pantolonumun dizlerine ve ayakkabılarıma burun kıvırarak baktı. Bir ayağım kalkıp öbür ayağımın üzerine kondu. Başımı kaldırdım, daha önce hiç görmediğim yeşil bir masanın başında, elindeki şeyle bana bakan Bülent’in hoşnutsuz yüzüyle karşılaştım. Bu ne, dedim. Hiç görmedin mi, manyak, dedi Suat, tenis masası. Bu Güzin bu da Raşit, dedi Hülya, halamın çocukları, evleri Dalaman’da çünkü babaları mühendis.

Oğlan, yandan ayrılmış saçlarının, alnına düşen perçemini arada bir eliyle kaldırıyor; geriye doğru sıvazlıyordu. Biraz sonra başını önüne eğiyor, saçları sarkınca, aynı şeyi bir daha yapıyordu. Kızın üzerinde sarılı beyazlı, parlak bir elbise vardı. Papatyalara benziyordu. Üçü duvar boyunca uzanan kalasın üstünde oturuyor, Bülent’le Suat oynuyorlardı. Üç numara kırkılmış diken gibi saçlarımı geriye doğru sıvazladım; karşılarına, araba lastiklerinin üzerine oturdum. Kıl Kuyruk’un oğlu, oturma, sen kaçan topu ver, dedi Suat. Zaten hep kaçıyordu top, iki kere vuruyorlar üçüncüde masadan zıplayıp kaçıyordu. Her seferinde avucumun tam ortasına bastırıyor, parmaklarımı üzerine kapatıyor, sonra masaya atıyordum. Dokunmanın tadı avucumdan bileklerime, kollarıma doğru ağıyordu.

Top bir ara Bülent’in arkasındaki adam boyu yığılmış, postanenin eski eşyalarının arasına kaçtı. Dolanmış kablolar, eski masa ve sandalyeler, saksılar, hortumlar, bisiklet ve merdiven parçaları, ahizeler, telefonlar, içi boş kutular ve kırık kül tablalarının arasında ara da bul bulabilirsen o küçücük topu. Ben bu bahçede en çok bu eski eşyaları seviyorum işte. Top filan aradığım yok, Suat arasın da bulsun. Ahizelere, kül tablalarına, elime aldığım her şeye insan ellerimle dokunuyor; bakıyor, hallerini hatırlarını soruyorum.

Bir ahizeyi kulağıma götürmüş bir ses gelir mi, diye bekliyordum ki, saklambaç oynayalım, diye bağırdı Hülya. Saklambaç kız oyunu, siz oynayın, dedi Suat. Hiç bile, saklambacı herkes oynar, dedi, Güzin. Ama biz dün savaşçılık oynadık, dedi Hülya. Tamam, ebe sensin, dedi Suat bana. Hayır, kime çıkarsa o, dedi kızlar ikisi birden.

Güzin’in, işaret parmağı ağzının boşluğunda gezindi:

Oomo yesi

Yesi yesi yee

Yesi siyariiko

O da olmazsa, hey

El sırayla diğerlerini geçti ve tam benim göğüs hizamda durdu. Ebe sensin, dediler hepsi birden. Bu kapıyı da açalım, ta yola kadar saklanabiliriz, dedi Bülent. Küçük Nine’nin bahçesine açılan kapıyı açtı.

Yüzümü duvara dayayıp yirmiye kadar saydım. Bitirir bitirmez köşedeki büyük varilin arkasından sarı elbisesi görünen Güzin’i ebeledim. Sonra o saydı, herkes bir yerlere saklandı, ben de vosvosun arkasına, otların içine yattım. Bu benim arabam, burası benim ormanım, dedim kendime. Otların arasına yatmış kendimi gördüm. Bir kurbağa prenstim ben. Upuzun yatıyordum, ayaklarımda lastik ayakkabılar. Birinin önü delik. Seni gördüm, dedi prenses, arabanın yanında yatıyorsun. Önümden beyaz çoraplarının pompomlarını hoplata hoplata koşup beni sobeledi. Geçtiği yerler yeni boşaltılmış çikolata kutuları gibi kokuyordu. Yüzümü duvara bastırıp tekrar saydım ve Suat’ı sobeledim, iki seferdir duvara dayalı tahtaların arkasına saklanıyordu.

Bu kez Küçük Nine’nin evinin yan tarafındaki eski fırının içine girdim. Yüzüme örümcek ağları yapıştı. Suat saymayı bitirince kısa bir sessizlik oldu. Cebimdeki pulları ve gazoz kapaklarını çıkardım, -bakmak için değil, hava alsınlar diye- sonra diğer cebime koydum. Beni akşama kadar arasalar bulamazlardı. Güzin ne güzel bir isim, diye düşündüm; Güzin, Güzin, diye tekrarladım. Hep o ebe olsun, beni bulsun istiyordum, bulsun da saklandığım yerlere şaşırsın. Hâlâ ses seda yoktu. Başımı uzatıp baktım, hiçbiri görünmüyordu. Girdiğim gibi, sürünerek fırından çıktım. Ellerim, kollarım, elbiselerim isten kapkara olmuştu. Silkelemeye çalıştıkça her yerlerime bulaştılar. Annem akşam tam da bu isli yerlere vurarak döver beni. Sessizce kapıya kadar geldim. Uzanıp içeri baktım, bahçede kimsecikler yoktu. Koşarak, sobe, diye bağırdım ama gelen giden olmadı. Kütüğün üzerine oturup epey bekledim.

Sonra kalkıp duvar diplerinden eve doğru yürüdüm. Hamam Çeşmesi’nde isli yerleri yıkamaya çalıştım. Suyla da çıkmıyordu. Hava kararıyordu sanki. Gökyüzüne baktım. Bulutlar dört bir yandan saldırıp güneşin önünü kapatıyordu. Evimizin önündeki kaldırıma oturdum, abim hâlâ gelmemişti demek. Araba bıraktığımız yerde duruyordu. Betonun toprakla birleştiği yerde uzun bir kervan vardı. Firavun karıncaları bilmiş bilmiş yüklerini taşıyorlardı. Birini elimle ezdim, sonra bir diğerini daha ezdim, doğrulup yanaklarımdan akan sıcak yaşları sildim.