A.E: Hikâyede -bir şekilde çilelere katlanamayıp- yolda kalanlar; aslında düşen benlikleri mi temsil ediyor. Tekâmül yolculuğunda üzerimizden attığımız maskeleri?
E.D: Üzerimizdeki apoletleri döküyoruz. Kırk tane maskemiz var diyelim, yolda o kırk maske dökülüyor. Burada yedi vadi var, her vadide bir maske düşüyor. Tavafta da yedi şavt var ve her birinde bir şey düşüyor bizden. En sonunda yalın, çıplak bir insan haline geliyoruz. Gerçek bir insan hâline geliyoruz. Dolayısıyla kitabın ana fikri bu.
A.E: Hocam kitaba dönelim tabii ama sanat meselesine siz bir "ama" koyacak mısınız yoksa ben savunmalar yapmaya çalışayım mı? Hani Kuran-ı Kerim'de bile sanatlı söyleyiş vardır, sanat hakikatin anlatılmasında her zaman...
E.D: Onlar tamamıyla ayrı şeyler. Tabii şiir, politika, hikâyecilik gibi konularda bence Müslüman entelektüellerin daha ciddi çalışmaları lazım.
A.E: Burada hikâyeyi ayrıca konuşmak lazım zaten.
E.D: Kesinlikle.
Halit Çelikyön: Homeros'u zikrettiniz, onu hayalâtın içine koyup felsefe ile bilimi ayırmasak ve ikisini de tabiat araştırması olarak değerlendirip en azından Aristotelyen felsefeyi bunun içinde görüp hakikati ise üçüncü bir yol addetmek mümkün olur mu?
E.D: Tabii ayrıştırma her zaman kolaylık sağlar ama yanıltır bizi. O da bir edebiyata döner. Biz neticede hakikate yolculuk derken buradan şuraya doğru gibi istikametli bir şeye gitmiyoruz. Özellikle İslâm'ın anlatısında bu, daha kaotik, daha karmaşık. Bazen ileriye doğru gideriz, bazen geriye doğru gideriz, bazen tabiatta ararız, bazen başka bir yerde ararız. Bu tasnif her zaman doğru değil fakat burada nesne ile ilişki kurma tarzı çok önemli. Homeros'un ilişki kurma tarzı için konuşursak; birtakım şeyleri anlatıyor fakat burada bir değer bulma ideali yok. Gılgamış Destanı biraz daha farklı olabilir Homeros'tan. Gılgamış Destanı'nda en son adam bırakıyor, ölümsüzlüğü aramaya gidiyor vs.
Kişi kendi içerisinde bir deneyim, dönüşüm yaşıyor. Mantıku't-Tayr'ın kahramanları kendi perdelerini aşarak kendilerini tanıma sürecine giriyorlar. Bu kitabın tezatı şunun üzerine kurulu; herkes aslında durduğu yerde kendinden memnun. Mantıku't-Tayr'ın iddialarından biri bu. Herkes bulunduğu yerde kendinden memnun. Yahya Kemal'in bir şiiri var; "Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden/ Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden." Bunun tersini söyleyeyim; kimse yerinden şikayetçi değil, o yüzden kimse gitmeye razı değil. Mantıku't-Tayr yazarı, bunu ölüm hâli olarak görüyor.
A.E: Kalma hâlini mi?
E.D: Evet, yolculuğa çıkmamayı bir ölüm hâli olarak görüyor. Biz aslında yok oluyoruz. Burada Aden'deyiz. Şimdi biz Aden'den vücuda bir yolculuk yapacağız. Bunun adı miraç ya da terakki.
A.E: Hocam tabii ki özetlemek haddimiz değil ama özetle, esas olan hakikati kavramaktır ve modern zamanlarda o esasın yeri değişti; esas olan güzel söylemek, sanatla söylemek gibi algılanmaya başladı. Metafizik düşünce bunu kabul etmez, evvelden beridir etmez, diyorsunuz.
E.D: Çağımızda metafizik değil tabii. Metafizik, bilim olarak giden bir şeydir. Şimdi ateist metafizik, deist metafizik diye bir şey olmaz. Şundan dolayı olmaz; metafizik yapmamızın sebebi bizim metafizik yapabilen bir varlık hâline gelmemiz, ahlaken yetkinleşmemizdir. Bizim yetkinleşebilmemiz için Tanrı ile aramızda irtibatın olması lazım. Dolayısıyla metafizik bunun üzerine kuruludur. Metafiziğin en nihai cümlesi şudur: "Ben kendimi tanıyınca Tanrı'yı tanımış olacağım. Tanrı'yı tanıdığımda kendimi tanımış olacağım." Bu nedenle söyleyişin önemi yok. Burada önemli olan bunun gerektirdiği cesarete, fedakarlığa sahip olmak. Vadiler hep bunun üzerinden gider.
Hakikati kesin olarak bilmediğimiz dönemlerde söyleyiş tarzı önemli oluyor. Metafiziğin şöyle birkaç tarihi var; Sokrat, Platon, Aristo, Descartes'a kadar. İslâm felsefesinden düşünürlere kadar olan bir bütünü farz ediyor. Descartes'tan Kant'a kadar 150-200 senelik başka bir dönem oluşuyor. Kant sonrası tamamen değişiyor mevzu. Bu hikâye içerisinde hakikat sabittir önermesi zayıfladığı ölçüde söyleyiş tarzları önemli oluyor. Önemli olan ne söylediğimiz, ne kavradığımız, senin ne hissettiğin oluyor. Halbuki diğerinde senin ne hissettiğinin çok fazla bir önemi yok, senin yolculuk yapman gerekiyor.
Modern dönemde yolculuk kavramı derken tam olarak ne demek istiyorlar, miraç derken, terakki derken ne demek istiyorlar. Tahalluk derken, tahallül derken ne demek istiyorlar bunu biliyorum. Bunların hepsinde temel şey şu; aslında yokluktan varlığa doğru bir yolculuk bu. Yunus Emre'nin şu mısraı aslında Mantıku't-Tayr'ın da ana fikrini belirleyebilir: "Bu şarın bir sultanı var, cümleye ihsanı var, sultan ile bilişen yok iken vara benzer." Bilişmek marifet demek. Kuşlar o esnada yok aslında, Bülbül diye bir şey yok. Hayal. Doğan diye bir şey yok, baykuş diye bir şey yok, tavus diye bir şey yok. Sultan ile bilişirlerse yani tanrıyı tanırlarsa yok iken var olacaklar. Dolayısıyla bu yolculuk, yokluktan varlığa doğru bir yolculuk. Bunu şu şekilde anlatıyorlar; tanrı bizim açımızdan bir yokluktan bir varlığa getirdi fakat bu hakiki bir varlık değil. Aslında bizi bir yokluktan bir yokluğa getirdi. Buradan esas varlığa geçebilmemiz ahlaklanma ile mümkün. Dolayısıyla hikâyemiz ya da yolculuğumuz bu ahlaklanma üzerine kuruludur. Buradaki yolculuk tahalluk demektir. Yunus'un, Feridüddin'in, Mesnevi'nin, İbn Arabi'nin anlattığı hikâye aslında -metafizik metinler, aynı zamanda ahlak metinleridir- bir esnafın işine yarayacak ahlak metnidir. Çünkü yolculuğun kendisi ahlaktır. Korkaklıktan cesarete, -çünkü korkaklık yokluk halidir- cimrilikten cömertliğe, kibirden merhamete...
H.Ç: Kur'an kıssalarındaki yolculukları Mantıku't-Tayr'daki gibi okuyabilir miyiz?
E.D: Evet. Hz. Yusuf'unki bir yolculuk. Attar, Hz. Yusuf'a pek çok atıfta bulunuyor birçok açıdan. Hz. Musa'ya, Hz. Hızır'a ve başka peygamberlere de atıfları var. Velîlere atıfları vardı. Bu bakımdan herkesinki bir yolculuk ama ben bu açıdan yolculuk kelimesinin çok kullanılmasını doğru bulmuyorum. Bu yolculuk, o yolculuk gibi mekânda bir yolculuk değil. Bu bir lâmekân yolculuğu, ahlaki bir dönüşüm. İbn Arabi'nin ifadesini kullanırsak mekânî değil mekânet yolculuğu. Hz. Yusuf kuyuya düşüyor, hapse giriyor, oraya gidiyor vs. Yolculuğun burasının bir önemi yok aslında.
A.E: O soyut, manevi yolculuğu ancak böyle metaforlarla, hikâyelerle anlatabiliyoruz diye hikâye var değil mi zaten?
E.D: Yusuf Suresi'nden bir örnek vereyim; Yusuf Suresi'ni Cenab-ı Hak, "Ahsenü'l Kasas" diye niteliyor. Ahsenü'l Kasas, hikâyelerin en güzeli anlamına gelir. En güzeli ne demek? En güzel olmak ne demek? Yusuf hikâyesi bir Allah'ı bulma hikâyesidir. İhsan. Yolculuk Allah'ı bulmaya doğru gidiyor. Bunun dışındaki bütün unsurlar Allah'ı bulmadaki kademelerdir. Yusuf'un kardeşlerinden kopabilmesi lazımdı çünkü aile bağları Yusuf'un Allah'ı bulmasının önünde bir engel olabilirdi. Babasından uzaklaşması, değersizleştirilmesi lazımdı. Yusuf'un satılması lazımdı. Yusuf'un kendini beğenmesi lazımdı. Bunlar hayatın olumsuz tarafları. Yusuf'un bir iktidar yaşaması lazımdı ve bütün bunları yaşadıktan sonra bir şey demesi lazımdı: "Rabbim rüyamı hak çıkardı." Yani ben Rabbimi buldum demesi lazımdı. Sonrasında edebiyat şöyle bir yönelim takip etti; Yusuf hikâyesini bize Yusuf ile Züleyha hikâyesi olarak anlattı. Halbuki bu hikâye, Yusuf'un Allah ile olan hikâyesiydi ama edebiyata döndüğünde bu bir Yusuf-Züleyha hikâyesi oldu.
Halbuki hikâye bu değil. Hikâye, Allah'ın bulunması. Hikâyenin kendinin bir ana fikri var. Hikâyenin bir kısmı mekr olabilir. Yusuf kuyuya düştü, ben burada onu anlatsam insanlar ağlayabilirler. Burada ağlanacak bir şey yok çünkü hikâye bu değil. Hikâye devam eden bir yolculuk. Bizim durmamız gereken nokta "Birisi nasıl oldu da bu hikâyeyi bize Yusuf ve Züleyha hikâyesi olarak anlattı?"
A.E: Yusuf kıssasının bir aşk hikâyesine dönüşmesine itiraz ediyorsunuz değil mi hocam?
E.D: Evet.
R.Ş: Peki kitapta Hüdhüd'ün yolculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.D: Kitapta Hüdhüd'ün yolculuğuna dair bir bilgi yok. Benim de Peygamber Efendimiz hakkındaki telakkim bu şekilde. Seyr-i süluk anlamında bizim gördüğümüz bir yolculuğu yok. Şimdi tekrar edelim; Hüdhüd burada peygamber efendimizi temsil ediyor, kuşlar kimi temsil ediyor? Kuşlar yerinde çakılıp kalmış olan ama aslında Aden'de olan insan karakterlerini temsil ediyor. Her bir kuş bir insan karakteridir burada. Peygamberin görevi o insanları Allah'a davet etmek. Bu çok enteresan bir cümledir; İbn Arabi der ki: "Allah'a davet bir mekr içerir." Mekr; tuzak demektir. "La İlahe illallah" dediğinde; İla edat İlahe oraya, Allah'a çağırıyorum. Burada yok. Halbuki gittiğimizde burada da olduğunu göreceğiz. Kişi bir an için de olsa perdelenmezse Allah'a davet edilemez. Davet eden de bir siyah beyaz ayrımı ile bakmasa davet edemez.
Çünkü Allah her yerde. Her yerde olanı bir yöne nasıl çağırırsın? Bu nedenle nübüvvet bir paradoks ile başlar. Bunlar kelamet konusu değildir, İslâm ilimlerinin hiçbiri bunlarla ilgilenmez bu paradoksu anlatmak için. Zaten sanatçıların tasavvufa yönelmesinin sebebi budur. İlk başta kişilerin Allah'a davet edilmesi sanki Allah'a bir hayır gibi oluyor. Gidin Rabbinizi tanıyın diye. Oradaki gerekçede diyor ki; "Herkese bir padişah lazım. Bizim ormanımızda bir padişah yok. Padişah olmazsa kaos olur, zulüm olur. Padişahımızı gidip tanıyalım, padişahımızı bulalım," diyor Attar. Kitap "Biz Allah'a gidelim, ona bir hayrımız dokunur," der gibi. Halbuki yolculuğun sonuna doğru göreceğiz ki bütün bu hayır bizimle ilgili. Çünkü biz şu an yokluk üzerindeymişiz, yok olmak üzereymişiz. Hikâye bu.
A.E: Bütün bu muhayyel işler olmasa bu zor meseleler nasıl anlatılacak? Dümdüz mü anlatmalıydı hocam yine başa döndük ama.
E.D: O ayrı bir mesele, onu konuşmanın başında söyledik. Neticede Feridüddin Attar bir Konevi değil, Konevi olsa öldürürdü bizi. Farabi değil yani ama önemli olan şey şu; biz bu kişileri tanıyoruz. Bahsettiği kuşu, Hüdhüd'ü biz tanıyoruz. Şimdi hangi vadiden geçecek biliyoruz.
A.E: Eyvallah. Ne yapalım peki hocam biz bu hikâye işlerini falan bırakalım mı diyorsunuz?
E.D: "Ahsenü'l Kasas bizim için hikâyenin en güzeli Allah'ı bulmaktır," derseniz devam edin ama yok "Yusuf ile Züleyha iyi bir hikâyedir," derseniz olmaz tabii. Bozmamak lazım.
A.E: Hocam bir dosya hazırlıyoruz; "Yeniden yazabiliyor muyuz?" diye. "Geleneksel metinler üzerine düşünüp yeniden nasıl yazılır, yazılabilir mi?" diye soruyoruz özetle. Yani bugün bir Mantıku't-Tayr bugünün hikâyecileri, romancıları için yeniden yorumlanabilir bir kaynak mıdır?
E.D: Klasik Düşünce Okulu'nu bu amaçla kurduk fakat bunu amaçlayanların, bu metinlerin dünyasına biraz fazla emek vermeleri lazım. Başka kaynaklardan beslenip, daha iyi bildikleri yerlerden gelip oradaki bilgileri bize Mantıku't-Tayr gibi anlatmamaları beklenir. Avrupa'dan veya başka edebiyat akımlarından etkilenip onu bize yeni bir Mantıku't-Tayr gibi sunmasınlar. Çünkü Mantıku't-Tayr çok güçlüdür, Mantıku't-Tayr'ı da, Feridüddin Attar'ı da aşan bir şeydir bu. En temel dayanağı, Kuran-ı Kerim ve sünnettir aslında. O dünyaya girildikten sonra Mantıku't-Tayr'dan daha güzeli bile üretilebilir. Bu mümkündür. Biz bu kadar farklı karakterler tanıdık, bu kadar insan tanıdık. Biz başka bir hikâye anlatabiliriz ama şunu görmek lazım; Hüdhüd bir bakıma da Attar'ın kendisidir. İşi zorlaştıran burası olabilir.
Yunus Emre Divanı da öyledir; seyr u süluk eden bir adamın yazdığı kitaptır. Birisi yolculuk yapıyor da ben onun hikâyesini yazmıyorum. Yunus Emre bu yolculuğu yapıyorken bu hikâyeyi yazıyordu. Ben şöyle dükkandan çıktım derken melamet hırkasını giydiği için bunu söylüyordu.
A.E: Hocam, çok teşekkür ederiz, bizi kırmadınız, geldiniz. Selam ederiz.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım