Of-5Şahmaran

Tek pırpır almış bir onbaşıydım! Küçümsediğime bakmayın onbaşı bu boru değil.
Tek pırpır almış bir onbaşıydım! Küçümsediğime bakmayın onbaşı bu boru değil.

Yatakhaneye koşuyorum, ardımdan Kadri de koşuyor. Sen kapıda dur, sakın kimseyi alma içeri. Sakın. Kamufkalajı bir çırpıda çıkarıyorum üzerimden. KIYAFETİNİ DÜZELT, yazıyor boy aynasında. Ardımı dönüyorum, sırtım parıl parıl parlıyor. Dokunuyorum. Sert, kaygan pullarla kaplı.

“Askerliğin başladığı yerde mantık biter.” Oldum olası erkek kısmından duyduğum bir sözdür. Zaman zaman bu sözü söyleyenlere ve üretenlere karşı refleksif bir öfke kabardığı da olmuştur içimde. Çünkü asker ocağı kutsaldır.

İşte öyle bir gündeyim acemi birliğini tamamlamış, usta birliğinde çakı gibi komando olmuşum. Silahlar sahici, mermiler sahici, hasret sahiciydi. Oysa kurallar, yasaklar ve suretler ne kadar da yapmacık, plastikti. Tek pırpır almış bir onbaşıydım! Küçümsediğime bakmayın onbaşı bu boru değil. İçten içe çavuşlara kızıyor, imreniyor, bileniyordum. Son sürat çavuşluk sınavlarına hazırlanıyordum. Şaka şaka hazırlık falan olmadı. Bolu dağ komandonun askerlerini toplanma merkezi olan Malatya KTM’den almaktı görevimiz. Çünkü o zamanlar öyleydi -hoş şimdi de öyle ya.-

Malatya’ya vardığımızda henüz gelmemişti komandolar. Biz de fırsat bu fırsat attık kendimizi er gazinosuna. İşte bilirsiniz defalarca parodileri türetilen meşhur er gazinosu. Tek eğlence vasıtası kafes içindeki televizyon olan sandalye ve masalardan ibaret gazino. Mayıs sıcağı iyice kendimizden geçirmişti bizi. Mübarek ocağımızda buz gibi kolalarımızı bozukları atarak ardı ardına dikliyorduk.

Akşam oluyor. Her yan insan her yan yeşil… Arı kovanını andıran uğultular yükseliyor. Türlü kokular -çoğu iğrenç apış arası kokusu- yayılıyor bezgin yemekhanenin duvarlarına. Yemek kokusu alabilmek hayalden öte bir şey. Çoğu yaza çıkmış koyunlar gibi kırkılmış, makine izleri belli kafalarında. Şekilsiz, çizikli, düşkün kafalar. Hayat belirtisi olmadan yiyorlar, önlerindeki yaldan farksız karavanayı. Ben bu işkenceye daha fazla dayanamayarak dışarı atıyorum kendimi ne olsa onbaşıyım sözümü geçirecek bir kantinci bulurum ümidiyle. Birliklerini teftiş eden bir miralay -o zamanlar albay rütbesi askeri terminolojide yer almasına rağmen bana miralay hep daha sıcak geliyordu- özgüveni şimdi üzerime giyindiğim baş dik, göğüs ilerde, karın içerde…

Nöbetçi amirin sesi koridordan duyuluyor çünkü bu koridora erler alınmıyor. Ben onbaşıyım girerim istediğim yere. Odanın hizasına gelince kapının aralık olduğunu görüyorum. Hararetli, biraz tedirgin aynı zamanda korkulu mimiklerle telefonda konuşuyor. Üzerime kelimelerden örülü katarlar yükleniyor sanki. Bir sır olmalı bu. Sırları severim, iyi sır saklarım. Askeri bir operasyon olsa gerek. Bilsem ne bilmesem ne, türünden sayıklamalarla üstümdeki yükü hafifletmeye çalışıyorum. Konuşmanın içeriğinden çok kodlar kalıyor aklımda.

Nihayet aradığım kantinci geçiyor elime. Kek var mı, diyorum. Kekten çok ne var, diyor. Küçük poşete tıka basa dolduruyoruz birlikte. Ballı kek o zamanlar yeni çıkmış piyasaya, en çok ondan koyuyorum ben. Elimde kek poşeti, bir tanesini açıp ağzıma dolduruyorum tümünü. Azı dişlerim çürük olduğundan ön dişlerimle sincap gibi öğütmeye çalışıyorum. Nöbetçi amirin kapısı hâlâ açık. Amir kendinden emin konuşuyor. Net konuşuyor, daha çok bir astına emir verir gibi konuşuyor bu defa. Acemi adımlarla oradan uzaklaşıyorum. Ardımdan bir çift göz hissediyorum, aldırış etmiyorum.

Ana binanın bahçesine çıkıyorum otobüsler insan püskürtüyor. Ellerinde mavi valizler uyku mahmurluğuyla paytak paytak yürüyor acemiler. Nihayet geldiler diye anlamsız bir sevinçle yanlarına yaklaşıyorum, kara yağız delikanlıların. Üzerlerinde dağ çiçeklerinin kokusu var. Sert lakin kötü olmayan bir koku. Ağızları süt kokuyor. Bana abi diyorlar. Nerden geldiklerini soruyorum, Bolu kelimesini duymadığım için çok fazla dinlemiyorum. Uzun süre sonra insan görmenin verdiği sevinçle kelimeleri anlamlı anlamsız şizofrenik bir dizilimle birbirine ekliyor askerler. Kaç kişi geldiklerine varıncaya kadar bir dünya cümle kuruyorlar. 50 rakamı sanki bana bir şeyler hatırlatıyor. 50. Evet evet koridorda duymuştum.

Sigara uzatıyorum, üçü yakıyor. Benle birlikte dört. Komutan girişine dönünce amirle göz göze geliyoruz. Birikmiş bir öfkeyle bakıyor. Kendi çalışıyor biz yiyoruz veya bozulmuş bir planın müsebbiplerine bakar gibi bakıyor bize. Elimdeki sigaraya, postalın altına almam saniye sürmüyor. Hemen oradan uzaklaşıyorum.

Sabah çabuk oluyor. Yerde balık istifi yatan askerlerin arasında birileri bir şeyler arıyor. Bunlar kadro askerler olmalı. Ağıla koyun tıkar gibi sayıyorlar. 48,49,50. Sizde de olmuştur bir insanla göz göze gelmek güzel şeydir fakat birkaç saniyeden sonra tedirginlik verir. İşte hem bu tedirginliği hissediyor hem de askerlerinin yalvar yakar gözlerinden kendimi alamıyorum. Sır, bir sırrın kelimeden duvarları kuşatıyor çevremi. Kendime gelemiyorum. Neden sonra sivil midibüsler içtima alanında beliriyor. Akşamki mahmurluğun yerini belli belirsiz bir korku almış erlerin bedeninde. Dörtlü kol düzeninde sıralanmışlar. Yılankavi bir hal alıyorlar araçlara binerken. Nöbetçi amir bir bir tembih ediyor şoförlere. Baba adam diyorum, baba adam. Birkaç yüzyıl önce yaşasa vezir olurdu diyerek iç geçiriyorum. Yine göz göze geliyoruz, öfkenin yerini bu sefer kibir almış. Bir murada ermenin kibri.

Kantine oturup televizyon izliyorum. MGK’dan, öneminden, devletten, güneydoğudan bahsediliyor. Nihayet bizim erler de geliyor. Öğle yemeğini beklemeden hazırlan emri veriyor yüzbaşı askere. Erlerin güvenliğinden sorumlu bir timiz. Diğerlerinin güvenliği neden yoktu gibi sorular geçiyor zihnimden. Vakit yok. Hazırlanıyoruz. Erler ihtiyaçlarını halledip aceleyle biniyorlar otobüslere. Ben en önündeyim otobüsün. Başımda kompozit başlık, elimde g3, tam bir araç komutanıyım. Komutana bak çay demle. Onbaşı. Küçümsemek için söylemiyorum ardımda uzmanlar, astsubaylar var ama araç komutanı benim. Burada mantık bitiyor. Susuyorum.

Sabah 10 gibi geliyoruz alaya. Etraf çok sessiz. Tufan sonrası dinginlik var etrafta. Bir tane rütbeli asker yok ortalıkta. Komutanlar olağanüstü bir şeyler olduğunu anlıyor. Koşuyorlar. Omuzlarım çöküyor. Sanki üzerimde çok ağır bir yük var. Kadri geliyor yanıma, memleketlim. Uzun uzun anlatıyor. 33’ünü bulmuşlar diyor, 12’sini kaçırmışlar, 5’i yaralı. Sıraya dizip upuzun kurşuna… Ben orda buhar oluyorum. Bilsem ne bilmesem ne diyemiyorum. Kodlar geliyor dilimin ucuna: Ş.A.H.M.A.R.A.N. Yalvarırcasına bakan erler geliyor gözlerimin önüne sonra nöbetçi amir. Sonra MGK haberleri…

Masalı hatırlıyorum. Kuyruğu vezire, gövdesi padişaha, başı da çocuğa düşen yılan: Şahmaran, diyorum kendi kendime. Kadri yüzüme bakıyor. Oysa bunların teni kara yağızdı diyorum.

Yatakhaneye koşuyorum, ardımdan Kadri de koşuyor. Sen kapıda dur, sakın kimseyi alma içeri. Sakın. Kamufkalajı bir çırpıda çıkarıyorum üzerimden. KIYAFETİNİ DÜZELT, yazıyor boy aynasında. Ardımı dönüyorum, sırtım parıl parıl parlıyor. Dokunuyorum. Sert, kaygan pullarla kaplı. Sırtımda kelimelerden örülü bir yük. Diz kırıyorum. Nöbetçi amirin gözleri beliriyor aynada. Baba adam diyorum, baba adam. Birkaç yüzyıl önce yaşasa vezir olurdu diyerek iç geçiriyorum.