Okurun yolculuğu: Loretta’yla çıktım yola

Güzide Ertürk kendinden önce öyküye kafa yormuş yazarların peşinden gidiyor.
Güzide Ertürk kendinden önce öyküye kafa yormuş yazarların peşinden gidiyor.

Güzide Ertürk kendinden önce öyküye kafa yormuş yazarların peşinden gidiyor. Kitapta ve dahi kitaba adını veren "Loretta" öyküsünde "düşüş" önemli bir figürdür. Loretta düşüp sol bacağını kırdı. "Keşkeler Şeytanı"nda anlatıcı düştü ve Şeytan'a yakalandı. Diego ve Prenses öyküsünde hem Diego hem de Prenses düşerek bu dünyaya geldi.

Kurmaca metinler üzerine yazarken, okurken ya da düşünürken aklımda Nabokov'un "İyi Okurlar ve İyi Yazarlar" yazısı olur muhakkak. Nabokov bu yazısında "Sanat eserinin, her durumda yeni bir dünyanın yaratılması olduğunu daima anımsamalıyız, öyle ki ilk yapmamız gereken, bu yeni dünyayı olabildiğince yakından incelemek, bu dünyaya hali hazırda bildiğimiz bariz hiçbir bağlantısı olmayan tamamen yeni bir şey olarak yaklaşmaktır."1 der. Nabokov'un söylediği yaratma eylemi için levh-i mahfuza ulaşmak da diyebiliriz. Bahsettiğim ya da adlandırmaya çalıştığım bu alan kurmacanın büyülü bölgesidir. Oraya ulaşan hem yazar hem de okur ol, der ve oldurur. Levh-i mahfuza ulaşmak için yazarın ve okurun uzun ve meşakkatli yollardan geçmesi gerekir. Bu yolculuk bir tarikat ehlinin seyr-u süluk etmesine de benzer, Odysseus'un uzun yolculuğuna da.

"Kolları Bağlı Odysseus"2 şiirinde Melih Cevdet Anday'ın "Kirke, bilge tanrıça, selam sana!/Sağ salim geçtim kendimi." dizeleri bu yolculuğu işaret eder bize.Anday bize bu yolculuğu iki dizede kolayca gösterse de yol uzun ve hararetlidir. Levh-i mafuza ulaşmak isteyen bilir ki burası kutsal aşkla ölümlü zihnin kesiştiği, sanat, diye adlandırılan bölgedir. Bu kesişme için ‘iksir' de diyebiliriz. Bu iksir hem okura hem de yazara kurmaca metnin anahtarını sunar. Nabokov da sanırım benzer bir düşünceye sahip ki bu kesişimi destekleyen şu cümleyi kurup yazarı doğaüstü bir noktaya taşıyor: "Ve son olarak, her şeyden önce büyük bir yazar daima büyük bir büyücüdür."3 Belli ki Güzide Ertürk de kurmaca üzerine düşünen yazarlardan. Son çıkan Loretta adlı kitabındaki öyküleri okuyunca bunu anlayabiliyoruz. Loretta'daki öyküler hem biçim hem de içerik olarak bir imbikten geçirilmiş. Bu imbik bana göre Nabokov'un fantastiğidir. Onun fantastik anlayışını da burada alıntılamak faydalı olacaktır.

"Benim bakış açımdan, kendine özgü bir bireyin kendine özgü dünyasını yansıttığı ölçüde her olağanüstü sanat eseri bir fantazidir."4 Loretta'ya dönersek kitaptaki karakterlerin de sınavlardan geçip kendilerine ulaşmaya çalıştıklarını görürüz. "Keşkelerin Şeytanı" öyküsünde anlatıcının yağmurlu ve fırtınalı bir günde tıpkı Ege denizinde büyük engelleri aşarak İthake'ye ve karısı Penelope'ye varmaya çalışan Odysseus gibi evine ulaşmaya çalıştığını görüyoruz. Fakat yol almak da kolay olmaz bu zor şartlarda; anlatıcı yoğun yağmur altında takılır ve düşer. Karanlık bir mazgalın içinden çıkıp gelen şeytana/iblise yakalanır. Kötü görünümlü şeytan yaklaştıkça sirenlerin güzel sesli kadınlara dönüşmesi gibi şefkate muhtaç bir ihtiyara dönüşür. İkili günlerce her anlarını birlikte geçirir. Öykünün sonunda anlatıcı şeytanın teklifini kabul etmez ve kendi nefsine galip gelir.

İlginç olan şu ki, birçok yazar karakterlerini sınavdan geçirir. Tolkien de Yüzüklerin Efendisi'nde Galadriel olarak bilinen üstün vasıflı elf kadınını böyle bir sınava tabi tutar. Güzide Ertürk'ün anlatıcı karakteri gibi Galadriel de bocalar. Öyle ki yüzüğün etkisiyle "Herkes beni sevecek ve önümde çaresiz kalacak"5 derken bir anda bu büyük güçten vazgeçer ve onu kendinden uzaklaştırır. "Keşkelerin Şeytanı" dışındaki Güzide Ertürk karakterleri de bu büyülü ve boş alanlardaki manevralarıyla bize "Sınavı geçtim... Galadriel olarak kalacağım."6 diyebilirler aslında. "Pierre Loti'de Bir Mezar" öyküsünün giriş cümlesi Güzide Ertürk'ün öykülerinde yarattığı boşluğu imler. "Yeryüzünde küçük bir boşluk açıldı."Mehmet Narlı'nın da ifadesiyle "Öykücünün yaptığı şey, bu boşluğa yeni yeni biçimler vermektir."7 Öykülerinde yer alan karakterlerine tanıdığı geniş alan larla hem bu boşluğu şekillendiren Ertürk, hem de anlatının ögelerinden olan yazar-anlatıcı-karakter arasındaki izleri siler.

Bazen bu öğelerin yerini değiştirerek, bazen de karakterlerini, sınırları geçmeye teşebbüs ettirerek metinlerini daha olağandışı hale getirmeyi başarır. "Bir Öykü Karakterinin Firarı" öyküsü yazar tarafından ona verilen adıyla Suzan'ın başından geçenlerdir. İçinde bulunduğu öyküden kaçıp kendi yoluna gitmeye çalışan Suzan satırların arasında daima yazara ve onun gönderdiği ajanlara rastlar. (Matrix filmini izleyenlere daha anlamlı gelir bu satırlar.) Yazar, Suzan'ın kaderine bir yunan tanrısı edasıyla müdahale edip onu nihai olana sürüklemeye çalışsa da, Suzan'ın buna direnerek kaçma girişimi ve karakterin bir set içerisinde yer aldığının farkında olması, Ertürk'ün modern öykünün dışına çıkarak sınırları aşmaya çalıştığının bir başka örneğidir. "Modern metnin gerçeğe benzeme ısrarı ve iddiası postmodern süreçte tersine döner ve metin kendini gerçeklik olarak kurgular."Ertürk'ün öyküleri dışardan müdahaleye tam olarak kapanmasa da, Suzan örneğinde görüldüğü gibi kozasını içerden örer.

Yazar, Suzan'ı bindiği vapurla hikâyenin içine geri bırakır. Ben bu öyküyü okurken Suzan'a, Can Yücel'in "Değişik" şiirini okutmak istedim. Ben öyle istedim de öykünün içindeki müdahaleci yazar kesinlikle Kavafis'in "Şehir" şiiriyle karşılık verirdi bana ve Suzan'a. Kadın karakterlerin onlara sunulmuş olandan kaçamamaları bizim metinlerimize ya da bu öyküye has bir gerçeklik midir yoksa başka dillerin öykülerinde de karşılaşır mıyız bu durumla? Bu noktada James Joyce'un "Eveline" öyküsü de bize kadınlık halleriyle ilgili bir şeyler sunar. Eveline, Suzan kadar bile cesur değildir. Limana kadar gitse de gemiye binemez. Bu örnekler hem Türk öykücülüğünde hem de dünya öykücülüğünde çoğaltılabilir elbette. Kadının "Şüpheli Çığlığı" maalesef duyulmaz. Duyulsa da "Yeter yaşamak istemiyorum artık!" diyen kadının kim olduğu bir türlü bulunamaz. Öyle ki, birkaç zaman sonra bu çığlığın atılıp atılmadığından şüphe dahi duyar mahalleli. Mahallede de zaten sadece kadınlar duyar bu çığlığı. Öyküdeki kadınlarınsa "ev hanımı" olmaları dikkat çekicidir.

En sonunda Zeliha "Bu sokakta böyle bir çığlık ne arasın" deyip çığlığı duyulmayan kadınların öyküsünü de bitirir. Başlangıçta söylediğim Nabokov'un yeni dünya yaratma eylemine en çok yaklaşan "Diego ve Prenses" öyküsüdür. Hem Diego hem de Prenses kendileri için yazılmış olana isyan ederek bunun dışına çıkmayı başarırlar. İkisinin de öyküsü bir düşüşle başlasa da, Diego ve Prenses bu yeni alana çabucak alışırlar. Dikkat edilirse bu öyküde düşüş kötüye gitmekten ziyade mekân ve zamanı tayy etmek için öyküde bir araç olarak kullanılır. Diego ve Prenses'in bir düşüşle başlayan öykülerine bakarak burada alegorik bir şeyler aramak (Adem ve Havva gibi) öyküyü tatsız bir hale sokar. Bu öyküye fantastik bir pencereden bakmazsak boşluğu okur olarak genişletemez, değersiz taşları da altına çeviremeyiz. Sınırların solgunlaştığı, karakterlerin yazarı cam bir fanusun içine hapsettiği, benim de okumaktan en keyif aldığım Güzide Ertürk öyküsü "Eflatun'un Sonu" oldu.

Okur olarak yazar ve karakter arasındaki bu gerilimli halden keyif alıyorum sanırım. Bu öyküde Eflatun'un ölüme giden yolu anlatılsa da esas mesele anlatabilirliktir. Yazarın kaygısını "Hikâyeyi hangi yöne çekersem çekeyim, yolun sonunda Eflatun'un ölüsüyle karşılaşıyordum. Eflatun nefes aldıkça, hikâyem zayıflıyordu." cümlesi özetliyor. Sait Faik de "Sivriada Geceleri" öyküsünde Ertürk'e yakın bir cümle kurar: "Hikâyem güzel olmuyordu. Farkındaydım."8 Sait Faik bu öyküsünde, Güzide Ertürk'ün de yaptığı gibi aktörler ve ilişkilerden ziyade dikkati asıl varoluş nedenine çeker. Elbette bu anlatabilirliktir. Buradan da bakınca görüyoruz ki, Güzide Ertürk kendinden önce öyküye kafa yormuş yazarların peşinden gidiyor. Kitapta ve dahi kitaba adını veren "Loretta" öyküsünde "düşüş" önemli bir figürdür. Loretta düşüp sol bacağını kırdı. "Keşkeler Şeytanı"nda anlatıcı düştü ve Şeytan'a yakalandı. Diego ve Prenses öyküsünde hem Diego hem de Prenses düşerek bu dünyaya geldi.

"Affedilmeyen" öyküsü bir düşüşle son buldu. "Salur Kazan Esir Olursa" da Salur Kazan bir kuyunun içine düştü ve kemikleri kırıldı. "Ziya Bey'in Kiraz Ağacı" öyküsünde Ziya Bey kirazdan düşüp öldü. Karakterlerin bu düşüşleri tanrının himayesinde olur adeta. Doksanlık Loretta kitabın henüz ilk öyküsünde, diğer öykülerdeki karakterleri de efsunlayacak olan "Aptalca düşüşlerden beni koru Tanrım" duasını eder. Loretta'nın duasını kabul eden Tanrı, Ertürk'ün karakterlerine "kuru bir yaprağın henüz kesilmiş çimlere düşüşü kadar nazik" düşüşler sağlar, bazılarının sonunda ölüm olsa dahi. İyi öyküler okurun zihninde onu başka mecralara taşıyan tavşan delikleri açar. Güzide Ertürk'ün kitabında da buna rastlayacaksınız. Bu öyküler farklı perspektiflerden ele alındığı takdirde okurunu yarı yolda bırakmayacaktır.

  • 1 Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri, İletişim Yayınları (çev. Ayşe Lucie Batur-Fatih Özgüven) İstanbul, s. 35
  • 2 Melih Cevdet Anday, Seçme Şiirler, Adam Yayınları, İstanbul, 1998
  • 3 Vladimir Nabokov, age. s. 41
  • 4 Vladimir Nabokov, age, s. 346-347.
  • 5 J.R.R. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği, Metis Yayınları, (çev. Çiğdem Erkal İpek), İstanbul, s. 438
  • 6 J.R.R. Tolkien, age.
  • 7 Mehmet Narlı, Öykü Burcu, İz Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 88
  • 8 Sait Faik Abasıyanık, Havuz Başı/Son Kuşlar, İstanbul, s. 167-171