Olay ve durumun öykücesi

Bazen bir rüzgar, bazen bir deniz, bazen yeni açmış bir çiçek, bazen bir kuş... öykü kişisine bir şeyler fısıldayıverir.
Bazen bir rüzgar, bazen bir deniz, bazen yeni açmış bir çiçek, bazen bir kuş... öykü kişisine bir şeyler fısıldayıverir.

Burada öykü açısından cazip olan, oluşa-gelenin devinimi varsaymasıdır, çünkü devinim sürprizlere açıktır. Determinist nedensellik oluşa-gelenin sürprizini bastırır; öykü işte bu bastırılmışlığı kırarak olayı sürprize ve hatta mucizeye açık hale getirir.

Öykünün, temelde olay ve durum olarak iki kipte sabitlendiği malumdur. Bu yanıyla olay ve durum, öykünün sebebidir. Sebep (neden) etimolojisindeki, "sövdü, saydı; sebep oldu" anlamında da içkin olduğu üzere başlatıcı, harekete geçiricidir. Sebep hem başlatıcıdır hem de ortaya çıkan durum için "neden böyle oldu" sorusunun cevabıdır. Çünkü bu soruya "nedeni şuydu" cevabını vermeyi mümkün kılar. Bir anlamda başlattığının sonuçlarını açıklar, sorumluluğunu üstlenir. Sebep, aynı zamanda öykücünün "neden yazdığının", "neden bu temayı" seçtiğinin ve "neden bu tarzda/tarzla" yazdığının yegane referansıdır. Sebep, öykünün bir kipi olan "olay öyküsü" için, neden-sonuç zincirinin yaratıcısıyken; öykünün diğer kipi olan "durum öyküsü" için olayın önünde ya da sonunda "durum"u yaratır.1 Bu bakımdan sebep, kök olarak olay ve durum öyküsünün gereksindiği imkanları bağrında taşır. Haddizatında olay ve durum öykü için eş-kökenseldir; öykü orada köklenir.

Zaman dediğimiz, geçmiş ve geleceği de ihtiva eden hep şimdiki zaman olduğundan, öykü, olayın ola-geldiği, oluşa-durduğu mekana doğru onu "yayarak" ya da durumu zamanda "toplayarak" kökensel-imkanı mümkün hale getirir. Öykünün her iki kipinin temel işlevi de zaten bu yayma ve toplamadır. Yayma, sebebe tabi olayın sonucuyken; toplama, sonucun durumda kesitlenmesidir. (Durum öyküsüne aynı zamanda "kesit öyküsü" de dendiğini hatırlayalım.) Olay, öykü kişisinin başına gelen; durum ise başına gelmiş olandır. Durum öyküsünde her şey ol-an'da gerçekleşmiş geriye sadece sonuç kalmıştır; öykü kişisi için sonuç, olanın onda yarattığı teessürdür, yani ruh durumudur. Olay öyküsündeyse olay ola-geldiğinden, öykü kişisi de olmakta olanlar içinde yaşar ve onlardan etkilenir.

Olay sınır durumlarda ortaya çıkar, nihayetinde olayın kendisi de bir sınır durumdur; beklenmediktir, aniden vuku bulur, olmakta olana müdahale ederek kesintiye uğratır ve yeniler. Beklenmedikliğiyle insanı sarsar, aniden meydana geldiği için nerdeyse sıçrayarak uyandırır. "Bence, her tekil hakikatin kökeni bir olayda yatar. Yeni bir şey olabilmesi için bir şey olması gerekir. Kişisel hayatlarınızda bile, bir karşılaşma olması gerekir, hesaplanamayan, öngörülemeyen ya da idare edilemeyen bir şey olması gerekir; sırf şansa dayalı bir kopuş olması gerekir."2 Olay insanın dışında vuku bulsa da onu aniden sarsmasıyla içseldir de; kalpte bir inkılâp olarak meydana gelir; insanın alışageldiği düzen bozulur, rutin kırılır.

Sınır durumlarda ortaya çıkan olay "ideal olay"dır, tekildir. Öykü sınır durumlarda ortaya çıkan "ideal olayı" değil de "reel olayı" işler. Çünkü ideal olay bir kereliktir ve tekildir, oysa reel olay tikeldir. (İdeal olayı belki şiir ifade edebilir.) "Olaylar idealdir. Novalis iki olay silsilesi olduğunu, birincilerin ideal, ikincilerin gerçek ve kusurlu olduğunu söylemiştir: ideal Protestanlık ve gerçek Luthercilik. Ama ayrım iki çeşit olay arasında değil, doğası gereği ideal olan olayla olayın bir şey durumundaki uzay zamansal gerçekleşmesi arasındadır. Olay ve kaza arasında."3 Olay öyküsü daha çok "uzay zamansal gerçekleşme"nin peşindedir. Bu yüzden olayı uzay-zaman içinde tahkiye eder. Durum öyküsüyse ideal olanla uzay zamansal olan arasında salınabilir; kesitin bir ucundan diğerine doğru olan bu salınım, öykü kişisinin ruh salınımına benzer çünkü.

Reel olay tekerrür ederek ola-geldiği için oluşsaldır. Bu yüzden hep öykü kişisinin başına gelendir. İşte bu başa-gelişe kaza diyelim; zaten kaza reel olayda tecelli eder. Öykünün açığa çıkardığı da kazayla başa-gelendir. Bundan dolayı oluşa-gelen, öyküye zemin/mekan sağlar ve öykü uzay-zamansallık içinde yayılarak olayın ve kazanın öykü kişisindeki etkilerini ifade eder ki bu esasta, öyküde ifade anlama dair değildir, atmosferin kuruluşuna hizmet eder. Çünkü öyküden beklenen olayların anlamını meydana çıkaracak bir şekilde örülmesi değildir; bazen -hatta genellikle- ortaya çıkan anlamsız bile olabilir. Anlamsızlıksa negatif bir tezahür olarak pozitifini ima eder.

Olay sınır durumlarda ortaya çıkar, nihayetinde olayın kendisi de bir sınır durumdur; beklenmediktir, aniden vuku bulur, olmakta olana müdahale ederek kesintiye uğratır ve yeniler.

Burada öykü açısından cazip olan, oluşa-gelenin devinimi varsaymasıdır, çünkü devinim sürprizlere açıktır. Determinist nedensellik oluşa-gelenin sürprizini bastırır; öykü işte bu bastırılmışlığı kırarak olayı sürprize ve hatta mucizeye açık hale getirir. Bazen bir rüzgar, bazen bir deniz, bazen yeni açmış bir çiçek, bazen bir kuş... öykü kişisine bir şeyler fısıldayıverir ya da bir söz, başa gelmekte olanın anlamını açığa çıkarı(p)verir. Buna hakikatle temas da diyebiliriz. Kaza ise ya gelişme ya da finalde ortaya çıkar ve öyküden beklenen çarpıcılığın, şokun hazırlayıcısıdır denebilir.4

Bu anlar genellikle dramatiktir, çünkü sürprize uygun bir şekilde beklenen değil, karşılaşılan, maruz kalınandır. Olay öyküsü, olayı uzay-zamana ancak eylem bildirerek yayabilir. Olay, kişi, uzay ve mekan arasında ritmik bir ilişki vardır; işte kaza bu ritmi kırar ve öykü genellikle kazayla ortaya çıkana odaklanır; bu anda geri dönüşler, ileriye sıçramalar, içe dönmelerle kişi ya da onunla ilişkili olanlar başlarına geleni anlamaya çalışır. Zaten öykünün derdi bir vakayı iştahla anlatmak değil; vaki olandaki hikmeti, hakikati açığa çıkarmaktır.

Durum'un, durmakla bir ilgisi vardır; içinde bulunulan şartlar bütünüdür. "Şartlar bütünü" ifadesinin de gösterdiği gibi belli bir zaman kesitidir söz konusu olan. Bu kesit her şeyi belirler; durumun, zamanda toplamasının anlamı burada açığa çıkar. Çünkü kesitlemek, zaman ve mekansallıktan çekip çıkarmak, bir an'da toplamaktır. Bu yüzden durumda zamansallık ve hatta tarihsellik de yoktur; hayattan koparılmış bir parçadır daha çok. Ancak durumun durmakla ilgisine bakıp kesitlenen anda her şeyin donuklaştığına, durağanlaştığına hükmetmemeliyiz. Hal böyle olsaydı tahkiye edilecek bir şey de olmazdı. Çünkü tahkiye etmek, hep bir şeyler ifade etmektir ya da tersi. Bu yüzden tahkiye hep bir şeye dairdir. Bir kesitte toplananlar insanın üzerinde baskı, gerginlik, endişe, kaygı... yaratır. Durumda ola-gelme yoksa da ola-durma vardır ve ola-duran'lar insanın içinde, derununda ola-dururken onu da halden hale çevirir; bu durum kalpteki inkılâptır.

Durum içindeki insan bir kesitin içindedir ve burada durmaksızın kendiyle didişir, muhasebe yapar. Kendini aşabilme, katedebilme gayretidir bu; durumdan çıkmak ve yeniden zamana, oluşa katılmaktır bütün çabası. İnsanın kendisiyle didişmesi aslen kendisiyle ilişkisine bir zemin, bir biçim aramasıdır ki bu ilişki aynı zamanda başkayla ilişkiyi de tazammun eder; bu didişmede öte'yi duymak potansiyeli her daim mevcuttur.5 Ama insan her zaman kendini aşamaz, hatta oluşa da katılamaz ve içine çöker. Bu hal, durumda kalmak demektir.

Aslında insan her zaman bir ruh durumundadır. Oluşa-geleni ve olanı-duranı, içinde bulunduğu ruh durumuna göre algılar; bu kaçınılmazdır. (İdeal/saf algı ancak peşinde koşulası, talep edilesidir; ancak insan için muhaldir. Zira insan mürekkep bir varlıktır.) Ancak ruh durumunda olmakla, durumda kalmak arasında fark vardır. Birincisinde durumda olmaya devam edilir; ikincisindeyse durumda kalınır. Birincisindeki halin daha çok anlam arayışıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. İnsan kendi anlamını sorgular, dünyada ve giderek âlemdeki yerini, duruşunu sorgular; başına geleni anlamaya çalışır. Ancak bu sorgulama psiko-analitik bir iç-kazı değil, daha çok âlemle, varoluşla kendi arasındaki bağ, ilişki, hikmet gibi ontolojik bir kaygıdır. İkincisindeyse insan ruh durumunda sıkışıp kalmıştır. Bu da bir anlam arayışıdır aslında, ama anlamsızlık ruh durumunun belirleyenidir; bu yanıyla negatif bir sorgulamadır diyebiliriz; anlamsızlığın koyulaştığı anlarda bırakın âlemle, varoluşla bağı, insan kendini kendi içinde kaybolmuş hisseder. İçini kazıdıkça karamsarlığı, umutsuzluğu, çıkışsızlığı büyür/büyütür.6

Bu durumda öykü, 'içten gelme bir başka türlü darbe'lerin etrafında bir burgaç gibi döner; her darbe hep aynı yaranın üzerinedir, öykü kişisinde iç-kanama biteviye bir hal alır ve öykü aynı yarayı deşerek, çıkışsızlığı daha da açığa çıkarır.

Bu durumda öykü, "içten gelme bir başka türlü darbe"lerin etrafında bir burgaç gibi döner; her darbe hep aynı yaranın üzerinedir, öykü kişisinde iç-kanama biteviye bir hal alır ve öykü aynı yarayı deşerek, çıkışsızlığı daha da açığa çıkarır. Öykü dili de çıkışsızlığı açığa çıkarabilmek için giderek kısırlaşır; nerdeyse birbirine anlamca yakın kelimeler yinelenir ki burgaç atmosferi oluşabilsin, zaten öykü kişisi daracık bir kesitin içindedir, kesit daraldıkça anlam arayışı o dar alanda yaşanır. Birinci durumdaki gibi öte'yi duyma çabasının yarattığı coşkun, taşkın -bu halin kendi aşma, taşma, mümkünse oluşu katetme gayreti olduğunu hatırlayalım- halin giderek imgesel bir dile ve hatta şiire yaklaşmasının tersidir burada yaşanan.

Durum, reel olayın öncesinde ya da sonrasında ortaya çıkabilir: a) Öncesinde olması, olayın müdahalesiyle durumun sarsılıp oluşa-gelmesi, b) sonrasında olmasıysa oluşa-gelendeki kazanın tecelli etmesidir. Birincisi hazırlayıcı, ikincisiyse sonuçtur. Ama her iki halde de insan bir ruh durumunda olur. Öykü ruh durumunu kazıyarak öykü kişisindeki hali açığa çıkarıp tekillikten tikelliğe taşır; yani ideallikten reelliğe. Daha önce vurguladığımız gibi öykü idealliğe yaklaştıkça kendi olmaktan çıkar, formu giderek şiire yaklaştığı için biçimsizleşmeye başlar ve kendine uygun olan forma çekerek reele döner. Nihayetinde kurmaca nesirdir ve doğuşu gereği "gerçeğe bağlıdır". Aslında ideale yaklaştıkça öykünün formundan uzaklaşmasını olumsuzluk olarak görmemek gerekir. Nihayetinde formlar tarihseldir; biçimsizleşmeyi göze alarak formu zorlamak tahkiye için belki de yeni imkanların icadını mümkün kılacaktır.

Olayın ve durumun taşıyıcısı olmak öykü kişisi ya da tipe7 düşer. Kişi, kim-ise olarak nötrdür, insan, insanlık gibi geneldir. Öykü onu alıp işler, kim-liğini verip bireyselleştirir ve tahkiyede bu kimliğine uygun olarak tutum alır ve davranır. Tip ise toplumsal bir kesimin temsilcisidir, bu yüzden verili bir atıf çerçevesine sahiptir. Bu atıf çerçevesi onun davranışlarını, tutum alışlarını, tepkilerini belirler ya da okur onun bu hallerini atıf çerçevesine referansla çözümler. Tipin temsil ettiği kesim belli olduğu için onda gizli, gizemli bir yan yoktur; öykü daha çok olay ya da durum içinde tipte meydana gelen inkılâbı açığa çıkarır. İnkılâp dediğimiz ruh halleridir, halden hale girmedir; yani kalbin etimolojisinin imlediğidir.

Olaylar ve durumlar kişi ya da tipte gerçekleşir. Her şey onun için ve onun sayesinde ortaya çıkar. Bu yüzden kişi/tip öykünün varlık koşuludur. Çünkü öykü nihayetinde bir tahkiye/anlatım etkinliğidir; ortada bir anlatım varsa bir anlatıcı bir de muhatap vardır. Olay ya da durum, öykünün kurduğu bu ilişkiler ağıyla tahkiye edilirken okur da bir muhatap olarak ağa dahil olur. Yazar daima kafasında bir muhatap belirlese de muhatap çoğu kere metnin-içi kurmaca bir kişidir. Güzel bir eserde okur kendini muhatap olarak alır ve metne dahil olarak atmosferi solur ve kişinin halleriyle hallenir. Öykü bittiğinde olay ya da durumun açığa çıkardığı hakikat, okurda açılarak çeşitlenmeyi (renklenmeyi) sürdürür. Çünkü edebiyat eserinde dil, gündelik dilin temel işlevi olan iletişimin bitmesiyle buhar olup gitmez; eserde olan bitenler dile bitişiktir, dil sayesinde açığa çıkarlar; bu yüzden ayrıştırılamazlar ve eser gündelik dilin dışında kendisi olarak var olmaya devam eder.

  • 1 Modernist öyküde, ilk bakışta nedensiz bir kurgu göze çarpabilir. Öykü kişisi nedensizce eylemlerde bulunabilir; neden geldiğini, gittiğini, ağladığını ya da güldüğünü bilmez mesela. Zaman ve mekanda buna bağlı olarak nedensizce geçişler olabilir. Zaten bu tür öykülerde mekan da yekpare değil, kırıktır; zaman da buna bağlı olarak sıçrar. Neden-sonuç ilişkisine deterministçe yaklaşma alışkanlığının yarattığı bir algı körlüğüdür modernist öyküdeki nedensizlik gibi duran. Halbuki bu tarz öykülerde genellikle öykü kişisinin yaşadığı bunalım, anlamsızlık, çıkışsızlık gibi psikolojik nedenler olduğu açıktır.
  • 2 Alain Badiou, Etik – Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, s. 119.
  • 3 Gilles Deleuze, Anlamın Mantığı, s. 72.
  • 4 Olay öyküsü oluşa-gelendeki devinimi tahkiye eder. Bu yüzden genellikle cümleler eylem bildirir ve eylemler giriş-gelişme-sonuç şeklinde kurgulanarak olayın devingenliğiyle tahkiye arasında bir mütekabiliyet gözetilir. Böylece öykü kişisi ve olay zaman-mekana yayılarak bir anlamda hayatı temsil eder. Örnek: "Yemiş satıcısı birçok yaz, sonra birçok kış, baharlar, mevsimine göre, yaş, kuru meyveler satarak, 'ha düştü, ha düşecek' hesabı, fakat hiç kimseye avuç açmadan, mahallelerden geçti durdu... Zaman zaman alay ettiler, şapkasını eğip 'zort' çektiler, güneşin fırın külüne çevirdiği tozlara iteleyip düşürdüler, ağlattılar, ağlayışına kahkahayla güldüler. Mahalle çocukları tasladılar, anasına, avradına sövdüler... Fakat o kollarında sepetleri, koltuğunda terazisi, mahallelerden hâlsiz hâlsiz geçti, sokaklar döndü, yıkık arsalarda kumar oynayanlara uğramaya devam etti. Bir gece ansızın kalbi durdu, yapayalnız ölüverdi. Yarın için üzüm, incir, şeftali, erik almıştı... Güneş doğdu, güneş yükseldi, hava ısındı. Odanın kanatları açık tek penceresinden içeriye saat on güneşi bir sütun gibi vurdu. Meyve sepetlerinin üzerlerinde kara sinekler neşeyle uçuştular... O gün mahalleden geçmedi. Hiç kimse bunun farkında bile olmadı. Ertesi, daha ertesi günler de öyle... Yalnız, sepetlerdeki meyveler sıcakta bozuldular. Meyveleri daima veresiye aldığı manav şö yle bir hatırladı, fakat zerrece şü phelenmedi. Günler geçti. Meyveler büsbütün küflendi ve ezildiler. Manav, 'Bari şu sepetleri getirseydi,' diye aklından geçirdi. Bahçeciye, 'Heç böyle huyu yoktu baba, satsın satmasın, sepetleri getirirdi!' diye söylendi." (Orhan Kemal, "Yemişçi", Ekmek Kavgası'nın içinde, s. 104-105.)
  • 5 Öyküde ve hatta nesrin her türünde öte'yi duymayı, öte'ye uzanmayı dile getirebilmek zordur. Çünkü nesir, önermelerin tutarlılığını ve dolayısıyla cümlelerin olguyla mutabık olup olmamasını gözetir. Öyküde -ister gerçek isterse gerçeküstü olsun- kişiler, zaman ve mekan kullanımının zorunluluğu nedeniyle kendi iç tutarlılığını gözetmek zorundadır; bir de öykü nihayetinde bir şeyin tahkiyesine dayanır. Öykü bu tür kalp sıkışmalarını aş'mak için nesrin dilini kırarak şiirin diline ister istemez yaklaşır. Örnek: "Görüyorum. Uyumak istiyorsun. Dayanamıyorsun. Al kanatlarımı. Bab el Sabaa'dan, iki dağın arasından, Humus Gölü'nden geç... İhtiyar adama selam söyle. Masalını kitaba işlet. Karanlığa oku. Yecüc'le Mecüc'e engel ol. Nehirleriniz akmaya devam etsin, dağlarınız durmaya... Arı kovanlarında, zeytin ağacının karanlığında, karınca yuvalarında, peygamber çiçeğinin aydınlığında, ıssız ormanlarda, deniz diplerinde, göğün katlarında sesin yankılansın. Melekler şahidin olsun Zehra." (Aykut Ertuğrul, "Zehra'nın Bin İkinci Gece Masalı," Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu'nun içinde, s. 109.)
  • 6 Modernist öyküde insan genellikle kendini aşamaz ve öykü daima bir iç-kazı peşine düşer. Öykü kişisi umutsuzluk, karamsarlık içinde önce kendine sonra dünyaya tutunamamaya başlar ve bir yabancılaşma yaşar. Örnek: "Yaşam, bir çatlayıp dağılma işlemidir zaten, gelgelelim oyunun en çarpıcı bölümünü oluşturan vuruklar -dıştan gelen ya da dıştan geldiği sanılan büyük, beklenmedik vuruklar- anımsadıklarınız, özürlerinizi yükledikleriniz, zayıf anlarınızda dostlarınıza açtıklarınız -etkilerini hemen göstermezler öyle. İçİçten gelme bir başka tür vuruk vardır ki- ancak onunla başedemeyeceğiniz kadar geciktiğinizde duyarsınız varlığını, bir bakıma artık eskisi kadar sağlıklı biri asla olamayacağınızı sezdiğiniz bir gün. Birinci tür çö zülüşü n çabuk olup bittiği sanılır oysa ikinci, nerdeyse biz bilincine varmadan olup bitmiştir de ansızın fark ediliverir." (Tomris Uyar, Yürekte Bukağı, Bütün Öyküleri'nin içinde, s. 402.)
  • 7 Öyküde kahraman ya da karakter yer almaz. Kahramanın ya da karakterin kurmacada inşa edilmesi gerekir; verili değildir. Öykü, yapısı gereği kahramanı ya da karakteri geliştiremez. Buna karşın tip hazırdır, verilidir; taksici, bankacı, öğretmen, doktor vb. Öykü onu verili olarak alıp kendi tahkiyesine yerleştirir. -Öyküyle roman arasındaki temel farkı belki burada aramak gerekir.- Tipten, arketipe geçmek, atlamak çok daha kolaydır; anne, baba, eş, bilge kişi vb. Dahası tipten, genel/tümel tipe sıçramak da öykünün esnekliği sayesinde oldukça kolaydır; cimri, cömert, cesur, korkak vb. Öykünün bu geçişkenliği, hikayeyle arasındaki organik bağda aranabilir.