Osmanlı cadıları

Eserinde doğaüstü olayları ekseri rivayet diliyle aktaran Evliya Çelebi, karakoncolos gecesini kendi şahitliğiyle anlatır.
Eserinde doğaüstü olayları ekseri rivayet diliyle aktaran Evliya Çelebi, karakoncolos gecesini kendi şahitliğiyle anlatır.

Gökyüzünde o kadar savaş uğraş olmuştur ki ne diller ile anlatılır ve ne kalemlerle yazılır. O gece bağırış, çağırış, feryat, gök gürültüsü ve şimşek seslerinden, korku ve ürküntümüzden gözümüze asla rahat uykusu girmedi."

Evliya Çelebi'nin Oburlarından Bram Stoker'in Drakula'sına:

Karanlık bir gecede ansızın gökyüzünü kaplayan şimşekler, Kafkasya semalarında birazdan patlak verecek büyük bir cadı cenginin habercisiydi. Çerkez cadıları ile Obur Dağı'nın ardından gelen Abaza cadıları, köklerinden sökülmüş devasa ağaçların sırtında ölümcül bir savaşa tutuştuğunda; tekerlekler, küpler, süpürge sapları, gemi direkleri, insan ve hayvan cesetleri havada uçuştuğunda henüz icat edilmiş miladi takvim 24 Nisan 1666'yı göstermekteydi. Evliya Çelebi'nin (ö. 1682.) dünyaca ünlü eseri Seyahatname'de anlattığı "karakoncolos gecesi", akıllara durgunluk verecek cinstendir. Müellif, Kırım hanlarından birine eşlik ettiği Kafkasya seyahatinde şahit olduğu meşum geceyi bütün ayrıntılarıyla, "Obur Büyücülerinin Acayip ve Garip İbretlik Kavgalarını Bildirir" başlığı altında anlatmıştır.

Seyahat esnasında Çerkezistan'da konakladığı bir dağ köyünde geceleyin ansızın yıldırımlar şakıyıp şimşekler kopmuş, öyle ki karanlık gece ateşlerle dolup aydınlanmıştır. Konaklarından dışarı çıkan misafirler, yerli halkın "karakoncolos gecesi" dediği bu cengi izlemeye koyulmuştur. Evliya Çelebi, yeni duyduğu kelimelere ve onların anlamlarına Seyahatname'sinde özellikle yer verir. Oburların savaşının yer aldığı VII. ciltten daha önce VI. ciltte Kırım yolunda karşılaştığı Oburca isimli bir köyden söz ederken, "Tatarca'da obur, cadıya, sihirbaz avrada ve mezarda dirilene derler." bilgisini verir.1 Obur sadece Tatarlarda ya da karakoncolos gecesinin yaşandığı Kafkas topraklarında bulunmaz.

Eski Türk boylarında ubır, upır, uvır, uyuz, hopır olarak bilinen ve Orta Asya'dan Balkanlara, Kafkaslardan Anadolu'ya yaşamını sürdüren cadının ta kendisidir o. Eski Uygurlarda kan emen, Tatar boylarında çocukları ve hayvanları kaçırıp insanlara çeşitli hastalıklar gönderen, Başkurtlarda öldükten sonra hortlayan, hayvan kılığına girerek insanlara musallat olan, Karaçay-Malkarlarda geceleri süpürgeyle uçarak baca deliklerinden girdiği evlerde çocukların kanını içen, Çuvaşlarda güçten düşmüş kocakarıların hamamlarda çeşitli ritüellerle aralarına karıştığı, Gagavuzlarda günahkâr olduğu için mezarında hayvana dönüşen ve kimseden korkmadan etrafta dolaşan, her şeyi yiyip yutan varlığın adı, telaffuz farklılıklarıyla birlikte oburdur.2

Eserinde doğaüstü olayları ekseri rivayet diliyle aktaran Evliya Çelebi, karakoncolos gecesini kendi şahitliğiyle anlatır. Bazı araştırmacılar bunun okurda etki uyandırmak için tercih edilen bir anlatı yöntemi olduğunu söylerken bazıları da bu bölümden hareketle onun verdiği diğer bilgilerin de tartışmaya açık olduğunu iddia eder. Her ne olursa olsun Evliya Çelebi'nin o gece gördükleri (velev ki duydukları) paha biçilemez bir halk kültürü numunesidir: "Obur Dağı ardından Abaza büyücüleri köklerinden kopmuş büyük ağaçlar üzerinde, küpler, tekneler, hasırlar, araba tekerlekleri, fırın süpürgeleri ve nice bin çeşit eşyalara binip havada uçarak Obur Dağı üzerine geldiler. Hemen biri bizim Çerkez'in Habeş Dağı içinden nice yüz adet saçlarını dağıtmış fil dişi gibi dişleri dışarı çıkmış, gözlerinden, burunlarından, kulakları ve ağızlarından gemi direkleri gibi ateşler havaya saçtılar. Her biri birer ağaçtan oyulmuş balık cırnıklarına, at leşleri, sığır leşleri ve gemi direklerine, deve ölülerine binip ellerinde yılan, evrenler, ipler, adam, at ve deve kelleleri ile havada uçarak Abaza sihirbazları ve bu Çerkez oburları gökyüzünde birbirlerine girip o gece bu iki kavmin cadıları havada cenk ettiler, savaştılar, çarpıştılar."3

Gökteki bu ateşli çarpışmanın kulakları sağır eden dehşetengiz bağırışlar eşliğinde tam altı saat sürdüğünü, seyredenlerin üzerine önce keçe, hasır, sırık parçaları; sonra insan, at, deve başları ve cesetleri; en son da küp kırıkları, tekerlek parçaları, sırıklı süpürgeler, tabut ve teneşirlerin yağdığını; ahalinin, yere düşen ateş parçalarını güçlükle zapt ettiğini kaydeden Evliya Çelebi, nihayet yedi Çerkez cadısıyla yedi Abaza cadısının, birbirinin boynuna diş geçirmiş şekilde yere düştüğünü, Çerkez halkın, cadıları birbirinden ayırdığını, Çerkez cadıların kanını emen iki Abaza cadısını orada yaktıklarını bildirir. Çerkezlerin kendilerine mensup cadılardan yana çıkarak düşman cadılarını cezalandırması manidardır. Bu bize, kökeni Yakutlardaki ije kııl inancının bir türevi olarak Kaşgarlı Mahmud'un çıvı diye bahsettiği kabile ruhlarını hatırlatır.

Kaşgarlı Mahmud'a göre çıvı, cinlerden bir bölüktür: "Türkler şöyle inanırlar: İki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman bu iki bölüğün vilayetlerinde oturan cinler dahi kendi vilayetinin halkını korumak için çarpışırlar.

Kaşgarlı Mahmud'a göre çıvı, cinlerden bir bölüktür: "Türkler şöyle inanırlar: İki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman bu iki bölüğün vilayetlerinde oturan cinler dahi kendi vilayetinin halkını korumak için çarpışırlar. Cinlerin hangi tarafı yenerse onlardan yana olan vilayet halkı da yener. Geceleri bu cinlerden hangisi kaçarsa onların bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oklardan korunmak için çadırlarına saklanırlar. Bu, Türkler arasında yaygındır, görenektir."4 Nitekim Evliya Çelebi, Abaza kavimlerinin Çerkez aşiretlere düşman olduğunu, her fırsatta birbiriyle savaştıklarını söyler. Anlaşılan yerdeki düşmanlık göğe, insanlar arasındaki savaş kabilelerin cadılarına sirayet etmiştir. Peki, eski Türk boylarına ait bir inanış Kafkaslara nasıl gelmiş, gündelik hayata nasıl karışmıştır? Öncelikle Evliya Çelebi'nin cadı cengini anlatırken zikrettiği yerin adının Heyhat Sahrası olduğunu unutmamalıyız, çünkü bölgenin o dönemdeki bir diğer adı Kıpçak Çölü'dür.

Ayrıca Rusya Çarlığının İdil Nehri civarındaki tahakkümünden kaçan Nogaylar, Kırım Hanlığı tarafından Kuzey Kafkasya'ya yerleştirilmiştir. Nogaylarda tıpkı Tatarlar, Başkurtlar, Gagavuzlar ve Çuvaşlardakine benzer şekilde obır adı verilen bir "kan emici vampir" inanışı vardır. Bütün bu bilgiler, cadıların Kafkas dağlarına nereden geldikleriyle ilgili bize az çok fikir verir.5 Türk boylarıyla Kafkas toplumları arasındaki kültürel etkileşimin detaylı izlerini sürmeyi uzmanlara bırakıp Evliya Çelebi'nin anlattığı olağanüstü geceye dönelim: "Kısacası, o gece iki kavim oburlarının ta horozlar ötmeye başlayıncaya kadar seyirlerini ettik. Gökyüzünde o kadar savaş uğraş olmuştur ki ne diller ile anlatılır ve ne kalemlerle yazılır. O gece bağırış, çağırış, feryat, gök gürültüsü ve şimşek seslerinden, korku ve ürküntümüzden gözümüze asla rahat uykusu girmedi."6

Ertesi gün ise insanları bir leş deryası beklemektedir. Evliya Çelebi, topluca silahlanarak oburların havada cenk ettiği bölgeye gittiklerini, orada yerlerde at, eşek, domuz, yılan, çıyan, keçi, koyun, ayı, fil ile bazısı mezardan çıkmış bazısı ayağı demirli esir insan ölüleri gördüklerini aktardıktan sonra bu cenge inanmayanlara da bir not düşer. Eskiden böyle şeylere münkir olduğunu ama yaşananlara kendisiyle birlikte binlerce kişinin şahit olduğunu söyler.

Profesyonel Cadı Avcıları

Evliya Çelebi, bölgede bir çeşit profesyonel vampir avcısı olarak çalışan obur tanıtıcılar (cadı biliciler) hakkında da bilgiler verir. Ölü yahut hasta sahipleri, ihtiyar Çerkezlerden oluşan obur tanıtıcılara başvurur, bu uzman kişiler ücret yani mal karşılığında mezarlıkları inceler, toprağı bozulmuş mezarları tespit ederler. Kabirleri açar ve cesetlerin cadı olup olmadığına bakarlar. Mezardaki cesetlerin çürümemiş olması veya kanlı gözleri onların cadılığını ele verir. Evliya Çelebi, "melun pis leşin" mezardan çıkartılıp böğürtlen çalısından kazıkla göbeğinden yere saplandığını, böylece sihrinin etkisizleştirildiğini, saldırıya uğrayıp kanı içilen hasta kişinin de ölümden kurtulduğunu anlatır. Fakat hastanın şifa bulması, insanların rahatlaması için yeterli değildir. Mezardaki ceset, içine yaşayan bir başka cadı girmesin diye göbeğindeki kazıkla birlikte yakılır.

Evliya'ya göre kanla beslenen cadıların başka türlü çürümesi zaten olanaksızdır. Obur tanıtıcılar sadece mezarlarla, ölü bedenlerle uğraşmaz. Saldırının gerçekleştiği köy ve şehirlerde halkın arasında yaşayan cadıları da arar, onları da gözlerindeki kandan tanırlar. Tespit edilenler zincire vurulur, suçları itiraf ettirilir. Yakalanan cadılara neden kan içtikleri sorulduğunda, mezarda çürümemek, daha çok yaşamak, atalarıyla beraber gökyüzü muharebelerine katılmak gibi cevaplar verdikleri görülür. Bu kimseler, göbeklerine kazık çakmak suretiyle öldürülürken kanları, şifa bulması için saldırıya uğrayan kurbanın yüzüne gözüne sürülür. Ardından cesetleri yakılır. Seyahatname'de geçen bu bölüm, dünyanın hemen her yerinde görülen cadı mitiyle modern vampir anlatılarının kesiştiği noktadır. Cadı figürü vampir anlatılarının folklorik babası sayılır.

Michael D. Bailey, Cadılığın Tarihi Sözlüğü'nde, cadılıkla vampirlik arasındaki geçişken ilişkiye değinir. Klasik mitolojide karşımıza çıkan lamialar ve strigalar, geceleri avlanan, çocuklara saldırıp onların kanını emen canavarlardır ki bu varlıklar daha sonra şekillenecek cadı figürünün de öncüleridir. Avrupa'da üç yüz yıl boyunca utanç verici bir biçimde süren cadı avı döneminde lamia ve striga (strix) ifadeleri cadılar için kullanılmıştır. Ayrıca on sekizinci yüzyılda Macaristan ve Balkanlar başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde vampirlerin, cadılarla ilgili misyonu yavaş yavaş üstlendiği görülür.7 Avusturyalı dilbilimci Franz Miklosich, vampirin Türkçe kökenli bir kelime olduğunu, cadı anlamına gelen uberden türediğini söyler.8 Webster etimoloji sözlüğü ile Oxford etimoloji sözlüğünde kelimenin Türkçe kökenli olduğu kaydedilir fakat bugün akademide kelimenin Slav kökenli olduğunu savunanların sayısı da az değildir.

Obur tanıtıcılar sadece mezarlarla, ölü bedenlerle uğraşmaz. Saldırı- nın gerçekleştiği köy ve şehirlerde halkın arasında yaşayan cadıları da arar, onları da gözlerindeki kandan tanırlar.

Avrupa'da folklorik cadıdan modern vampir kültüne geçişin edebiyattaki miladı, John William Polidori'nin 1819'da yayımlanan Vampir'inden daha çok Bram Stoker'in 1897'de yayımladığı Drakula'sıdır. Stoker'in Transilvanya'nın terk edilmiş bir şatosunda başlayan romanında ana karakter Drakula, aslında dört asır önce yaşamış III. Vlad Tepeş'in ta kendisidir. Düşmanlarını, özellikle de Türkleri esir aldığında kazığa geçirerek öldüren ve bu yüzden Kazıklı Voyvoda lakabıyla bilinen III. Vlad, Osmanlı ordusuna yenildikten sonra başı kesilerek İstanbul'a getirilen tarihî bir figürdür. Ölümünden sonra Kazıklı Voyvoda ile ilgili üretilen efsaneler, folklorik cadı/hortlak anlatılarıyla harmanlanarak yüzyıllar boyu kulaktan kulağa aktarılmış ve Stoker'in eseriyle dünya çapında bir üne kavuşmuştur. Romanda Drakula'yı gündüzleri toprak dolu sandıkta uyuyan, geceleri kertenkele gibi duvarlarda gezinen, ava çıkan, kanla beslenen, gerektiğinde köpeğe dönüşebilen, horozların ötüşüyle ortalıktan kaybolan bir vampir olarak görürüz. Bu gotik eser için çokça araştırma yapan Stoker'in danışmanı ise Macar Türkolog Arminius Vambery'dir.

Yaşamının büyük kısmını Orta Asya ve Osmanlı topraklarında geçiren, iyi derecede Türkçe bilen Vambery, kılık değiştirerek Türklerin arasına girip casusluk yapan ilk oryantalist olarak bilinir.9 Hatta Stoker'in, romandaki Van Helsing karakterini ondan ilham alarak yarattığı söylenir. Ama asıl dikkat çekici husus, Vambery'nin, Evliya Çelebi'nin eserinin VI. cildine önsöz yazacak derecede Seyahatname uzmanı olmasıdır. Bu ilişki, Bram Stoker'in romanındaki motiflerle Seyahatname'deki oburlar arasındaki şaşırtıcı benzerliği açıklığa kavuşturmaktadır. Ayrıca Vambery kendi eserinde, Osmanlı Türklerinin vampirlerin ağaç kovuklarında gizlendiklerine inandığını, yakaladıkları vampirlerin kafalarını kestiklerini, sonra onları çuvala koyarak denize atıldıklarını anlatır.10 Stoker'i etkilediği bilinen ve kendi eserinden çeyrek asır önce yayımlanan Carmilla'da da Türk egemenliği altındaki topraklardan söz edilirken, "bu yöreleri vampirlerden temizlemek için özel birliklerin kurulup birtakım uzman kişilerin burada yıllarca uğraştığı" bilgisi yer alır.11

Ebussuud Efendi'nin Cadı Fetvası

Aslında Evliya Çelebi'nin eserinde bahsettiği cadılar ve onlarla mücadele yöntemleri, Osmanlıların yabancısı olduğu bir konu değildi. Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin (ö. 1574.) vampir yakmaya izin veren fetvaları, bu alanda çalışanların sıklıkla başvurduğu en erken kaynak olarak dikkat çeker. Bursa ve İstanbul kadılığı, Rumeli kazaskerliğinden sonra getirildiği şeyhülislamlık görevini ölünceye kadar yani yirmi bir sene sürdüren Ebussuud Efendi'nin fetvaları, kendisinden sonraki yüzyıllarda da referans olarak kullanılmıştır. Cadı ve vampirlerin Trakya ve özellikle gayrimüslim tebaanın yaşadığı Balkanlar bölgesinde ortaya çıkması, fetvaların o çevrelerde yoğunlaşması Ortodoks köylülerin eski çağlardan kalma pagan kültüründen kaynaklanmaktaydı.

Ayrıca Evliya Çelebi'nin bahse konu bölümde, "Genellikle Moskov diyarında, Kazak'ta, Leh ve Çek'te olağandır, Allah saklasın, ama Rum'da kara koncoloz olması mukarrerdir, vesselam." demesi, onun cadı kültürünün menşei hakkında hayli bilgi sahibi olduğunu gösterir.12 Hatırlanacağı üzere vampirlerin ana vatanı olarak sayılan Macaristan ve Transilvanya uzun yıllar Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Bugün hâlen Sırbistan'da bilinen bir cadı anlatısı, on dokuzuncu yüzyılda kendisine başvuran kişiye, karısını cadılıktan kurtarmak konusunda yardım eden "Subaşı Ali Ağa Hikâyesi"dir. Ebussuud Efendi'nin meşhur vampir fetvasına konu olay, Selanik'in bir köyünde geçer. Şeyhülislam'a, köyde Hristiyan'ın öldükten birkaç gün sonra mezarından çıktığı, akrabalarının kapısını çaldığı, kimin kapısı çalınırsa o kişinin öldüğü, gayrimüslimlerin bu şekilde kırıldığını gören Müslüman köylülerin korkularından köylerini terk etmek istedikleri bildirilir ve bunun şeran caiz olup olmadığı sorulur.

Ebussuud Efendi, cevaba "Olmaz," diyerek başlar. Osmanlı'nın katı iskân politikalarının bir gereğini yerine getiren Ebussuud Efendi'nin halkı rahatlatmak için İslami olmayan ama yöresel, örfi bir müeyyidenin uygulanmasına fetva verdiği görülür: "Ortadan kaldırılmasına çare şudur: Olayın olduğu gün mezara gidip önce çıplak bir sopayla kalbine ulaşacak şekilde yere çaksınlar, beklenendir ki defedilsin. Eğer olmazsa, benzinde kızıllaşma olursa başını kesip ayağının olduğu yere atsınlar. Bazı yerlerde açıklanmıştır. Eğer bozulmayı bırakmışsa (yani ceset çürümemiş ise) başını kesip ölünün ayağının ucuna koysunlar. Bu aşamalarla ortadan kaldırılmamışsa, cesedi çıkarıp ateşte yaksınlar."13 Ebussuud Efendi, fetvasında Müslümanların cesetlerinin yakılmasına izin vermez. Fakat ondan sonraki şeyhülislamlardan Hoca Saadettin Efendi (ö. 1599.) aynı husus kendisine sorulduğunda, "Yüce Allah korusun, kötü ruhların girdiğinin alametleri belirdiyse engel yoktur." diyecek, Ebussuud Efendi'nin fetvasını genişleterek yakma işleminin Müslüman mezarlarda da yapılmasına izin verecektir.14

Evliya Çelebi, yeni duyduğu kelimelere ve onların anlamlarına Seyahatname'sinde özellikle yer verir. Oburların savaşının yer aldığı VII. ciltten daha önce VI. ciltte Kırım yolunda karşılaştığı Oburca isimli bir köyden söz ederken, "Tatarca'da obur, cadıya, sihirbaz avrada ve mezarda dirilene derler." bilgisini verir.

Bu genişletme, sonraki vakalarda Ebussuud Efendi'nin değil Hoca Saadettin Efendi'nin fetvasına atıf yapılmasına sebep olacaktır. Ayrıca Ebü'l-Beka el-Kefevi'nin Osmanlı'da halk arasında popülerliğini uzun yıllar koruyan ilmihali Tuhfetü'ş-Şahan'da da Ebussuud Efendi'nin cadı yakma fetvaları yer almış, uygulamanın Müslüman mezarlara uygulanamayacağının altı özellikle çizilmiştir. Fakat 1904 yılına ait bir belgeye göre Selanik'e bağlı Doyran kazasında vampir oldukları iddia edilen iki Müslüman'ın mezarının açılıp cesetlerin hükümete sormak ihtiyacı duyulmadan yakıldığı15 hatırlandığında yirminci yüzyıla kadar Saadettin Efendi'nin fetvasının geçerliliğini koruduğu anlaşılmaktadır. Gece yarısı kapıyı çalan hortlak imgesi, bölgenin çok eski folklorik inancına ait motiftir. Cesetlerin kazıklanması, başlarının kesilmesi ve yakılması Hristiyan halkın o dönemde başvurduğu cadı savma yöntemleridir. Ortodoks Kilisesi, paganizmden kalma sapkınlıklar olarak gördüğü vampir inancını bütünüyle ortadan kaldıramayınca kendi teolojisi içinde ona bir yer bulmaya çalışmıştır.

Zaten Hristiyan inancında var olan şeytanın insanı ele geçirmesi düşüncesi devreye girmiş, yaşananlar bu şekilde açıklanmıştır. Kilisenin bu tür durumlara teklifi, ölülere de tıpkı diriler gibi şeytan çıkartma ayini düzenlemekti. Kazık çakmak ve ceset yakmak uygulamaları yasaklanmıştı. Çünkü cesedi yakılan kişinin ebediyen cennete gidemeyeceğine inanılırdı. Bununla birlikte kilisenin şeytan çıkartma yönteminden emin olamayan bazı köylülerin, sevdiklerini, cennetten ebediyen uzaklaştırmak pahasına yaktığı görülürdü. Vampire dönüşme potansiyeli taşıyan ölüler ise genelde tefeciler, katiller ve din değiştirip Türk olanlardı.16 Bölgede Müslümanların Hristiyan avcıları, Hristiyanların ise Müslüman avcıları tuttuğu örnekler çoktur. Söz gelimi on dokuzuncu yüzyıldaki ünlü yeniçeri vampirleri meselesinde Müslümanların ücret karşılığı görevlendirdiği kişi Cadıcı Nikola'dır. Takvim-i Vekayi'nin 6 Ekim 1833 tarihli nüshasında Bulgaristan'ın Tırnova kazasında yaşanan bir cadı avından bahsedilir.

Tırnova naibi Ahmet Şükrü Efendi tarafından merkeze bildirilen haberde, iki ölünün mezarından çıkıp insanların üzerine saldırdığı, evleri bastığı, mahallelileri yerinden ettiği, hortlak avlamakla maruf Nikola adlı bir gayrimüslimin nihayet iki mezarı bulduğu, bu mezarların yeniçerilere ait olduğu, cesetlerin çıkarılınca çürümediklerinin görüldüğü, önce kazıklanarak, sonra ateşe verilerek yok edildiği bilgisi yer alır.17 İlber Ortaylı, bu ilginç olayın devletin resmî yayın organında yer bulabilmesini dönemin siyasi atmosferine bağlar.18 Nitekim Yeniçeri Ocağı II. Mahmut tarafından bu vakadan sadece yedi yıl önce kaldırılmıştı. Anlaşılan o ki cadı miti, bu defa yeniçerilerin şeytanlaştırılması amacıyla hortlatılmıştı. Osmanlı'da Balkanlardan Kafkaslara, seyahatnamelerden masallara, fetvalardan masarif defterlerine kadar kendine yer bulan folklorik cadı inancının modern vampir mitini pek çok açıdan beslediği ortadadır.

Aslında modern dünyada cadı ve cadı avı denildiğinde Ebussuud Efendi'nin fetvasını da Evliya Çelebi'nin rivayetini de Balkanlardaki kimi Ortodoks köylülerin evhamlı uygulamalarını da Stoker'in romanını da gölgede bırakan korkunç bir şeyi hatırlarız: Batı'yı üç yüzyıl boyunca kasıp kavuran ve on binlerce şifacı, büyücü kadının katledilmesine sebep olan cadı avını. Osmanlı ve komşu coğrafyalarda Evliya Çelebi'nin obur tanıtıcıların köy ve şehirlerde yaşayan cadıları tespit ettiklerini aktardığı rivayet dışında, yaşayan bir kimsenin cadılıktan soruşturmaya uğradığı, cezaya tabi tutulduğu bilgisine rastlanmaz. Bu bakımdan Müslüman ve Ortodoks toplumlardaki cadıların ne oldukları, kimden güç aldıkları konusu hayli sislidir. Bu sis, din adamlarının konuya mesafeli durmasına da sebep olmuştur. Nitekim her iki dinin temel öğretilerinde cadının ve hortlağın teolojik bir karşılığı yoktur.

Ebussuud Efendi'nin siyasi fetvasını dışta tutacak olursak açılan mezardaki belirtileri o dönemde Müslümanların, "kabir azabı" inancıyla; Ortodoksların, "içine giren şeytan"la açıklaması zoraki bir çabadır. Fakat Batı'da on dördüncü ve on sekizinci yüzyıl arasında Katolik ve Protestan din adamlarının refakatinde gerçekleştirilen cadı avlarında Almanya, İsviçre, Fransa, Polonya, İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde ölüler değil diriler hedef seçilmiş, folklorik cadı mitinin ardındaki o masalsı, sisli alan Kilise ve devlet tarafından doğrudan şeytanla ilişkilendirilmiş, böylece katliamlara meşru bir zemin oluşturulmuştur.

  • 1 Evliya Çelebi, Seyahatname VI, c. 1, Haz. Seyit Ali Kahraman, İstanbul: YKY, 2010, s. 198.
  • 2 Seçkin Sarpkaya - Mehmet Berk Yaltırık, Türk Kültüründe Vampirler, Ankara: Karakum, 2018, s. 43-50.
  • 3 Evliya Çelebi, Sehayatname VII, c. 2, Haz. Seyit Ali Kahraman, İstanbul: YKY, 2011, s. 624.
  • 4 Abdülkadir İnan, Şamanizm, Ankara: Altınordu, 2020, s. 82.
  • 5 Sarpkaya-Yaltırık, age., s. 97, 98.
  • 6 Evliya Çelebi, age., s. 625.
  • 7 Sarpkaya-Yaltırık, age., s. 29.
  • 8 Zeynep Aycibin, "Osmanlı Devleti'nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme", Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara: 2008, sayı: 24, s. 58.
  • 9 Salim Fikret Kırgi, Osmanlı Vampirleri, İstanbul: İletişim, 2018, s. 77.
  • 10 Christopher Frayling, Vampirizm, Çev. Elif Ersavcı, İstanbul: Varlık, 2009, s. 31.
  • 11 Sheridan Le Fanu, Carmilla, Çev. Deniz Akkuş, İstanbul: Beyaz Balina, 2000, s. 132.
  • 12 Evliya Çelebi, age., s. 627.
  • 13 Sarpkaya-Yaltırık, age., s. 88, 89.
  • 14 Edhem Eldem, "Yeniçeri Mezartaşları Kitabı Vesilesiyle Yeniçeri Taşları ve Tarih Üzerine", Toplumsal Tarih, 2009, sayı: 188, s. 7.
  • 15 Aycibin, age., s. 67.
  • 16 Kırgi, age., s. 44-49.
  • 17 Takvim-i Vekayi, sayı: 68 (21 Cemaziyelevvel, 1249)
  • 18 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Timaş, 2008, s. 45.