Öykücünün Günlüğü

Biraz önce bulaşık yıkadım ve rahatladım. Yoksa bu gecekondu da yalnızlık çekilir gibi değil.

Öykülerim eğer beni boğmaz birkaç aylığına rahat bırakırsa durumumu düzeltmeye çalışacağım. Cemal yine beni derse sokmuyor. Birlikte Aylık Dergi’ye gidiyoruz. Yaşar Kaplan gelmemiş. Mehmet Ay’la bir türlü görüşemedik. Mamak’tayım, yalnızım.

10.03.1983

İlk yazım, ilk öyküm; ismini, yazdıklarımı, duygularımı basılı bir halde ilk görüşüm. Aylık Dergi Mart 1983 Sayı 52’de “Yangın” adlı öyküm yayınlandı. Tuhaf bir duygu. Dergiyi karıştırıyorum, isimlere bakıyorum ama yazdıklarımı baştan sona okuyamam. Ahmet Kekeç, Selim Erdoğan, Ali Sali, Cemal Şakar, Necip Tosun… Ahmet Kekeç de var, Cemal Şakar da… İnsan yazarların arasında kendi adını görünce artık yazar olduğuna/olabileceğine inanabiliyor. Dergi hep yanımda. İnşallah iyi bir başlangıç olur. Mavi yazılı kapağına bakıyor, rastgele açıyorum, tekrar kapatıyorum. Bir kapak içinde duygularımın, emeğimin dizili olduğuna inanmak istiyorum. Bu öykü buraya, günlüğe arka arkaya yazdığım öykülerden bir tanesi. Neredeyse hiç değiştirmeden yayınlandı.

  • 08.04.1983
  • Kurgusal türden olmaları ve her ikisinin de hikaye etme ortak özellikleri nedeniyle, yıllardır öykü, roman için bir sıçrama tahtası, bir geçiş süreci, bir hazırlık safhası gibi görülmüştür. Bu yaklaşıma göre, öykü yazarları biraz daha gayret gösterip, biraz daha çalışırlarsa roman yazacak seviyeye gelebileceklerdir. Yani roman, uzun soluklu maraton koşucularının işi, öykü ise bu uzun koşuya dayanamayacak olan daha yolun başındaki zayıf, kısa soluklu atletlerin işi. Oysa öyküdeki kısalık, bir güdüklüğe, bir tıkanıklığa, bir soluksuzluğa tekabül etmiyor. Kısalık, öykünün yapısal özelliğinin gerektirdiği doğal bir seçim olarak ortaya çıkıyor.

03.05.1983

Öykülerim eğer beni boğmaz birkaç aylığına rahat bırakırsa durumumu düzeltmeye çalışacağım. Cemal yine beni derse sokmuyor. Birlikte Aylık Dergi’ye gidiyoruz. Yaşar Kaplan gelmemiş. Mehmet Ay’la bir türlü görüşemedik. Mamak’tayım, yalnızım. Derginin gecikmesine en çok Mehmet üzülecek. Yapılacak olanı buldum: Önce sözcük arıyorum, sonra onları duygularımı tam olarak anlatacak bir dizilişe sokuyor sonra her cümlenin önceki cümlelerle uyumuna bakıyorum bu uyumu gerçekleştire gerçekleştire ilerliyorum.

  • 05.05.1983
  • Ağabeyim uğradı bugün. Annem neler göndermiş gecekonduma… Çörekten gülsuyuna kadar her şeyi düşünmüş. Biraz önce bulaşık yıkadım ve rahatladım. Yoksa bu gecekondu da yalnızlık çekilir gibi değil. Mamak mayısta bile soğuk. Kızartmalar bitsin, çayı koymalı… Akşam Cemal Şakar ve Üzeyir Sali gelecek. Ellerinde öyküler, şiirler… Mehmet’in şiirlerini yarın Yaşar Kaplan’a götüreceğim. Bu sefaleti verime dönüştürmeliyim. Bu yoksulluğun, yalnızlığın hakkını vermeliyim. Bu kimsesizliğin bedelini ödetmeliyim. Bu yaraların sesi olmalıyım. Yazmalıyım, yazmalıyım.

22.05.1983

Kendinden memnun olsan yazamazsın, mutlu olsan yazamazsın, bir rüyan, gelecek tasarımın, iddian olmasa yazamazsın. Yazmak biraz da rahatsız olmanın, mutsuz olmanın, derdi olmanın tezahürü. Şu an kendimden memnun değilim. Cam fanusu kırıp kendim olacak yeni kişiyi ortaya çıkarmalıyım. Bunu da en iyi öykülerle yapabilirim. Bir öykünün içine girip, hayatlarının sonundaki insanları yaşadıkları hayatla yüzleştirerek, hayat, gelecek kurguları yapabilirim. Öykülerde önce kendi hayatımı kurgulamalıyım. Öykü hayattan çıkış için bana bir yol arayışı olabilir. En azından varacağım yeri test etmemi sağlayabilir. Yazmak bir arayış ve düşünce aracı olmalı ve bizi bir yerlere götürmeli. Aslolan bir karakterin içine girmek, kaybolmak, rüyalarını, günübirlik işlerini yaşayabilmek, kurgulayabilmek, başka hayatlara dalabilmek. Hayattan daha gerçek şeylere dokunabilmek.

  • 23.05.1983
  • “Evet Ta Kendisi” öyküsünü daktilo etmek için Abidinpaşa’dan daktiloyu getirdim arkadaşlardan. Yazdığım her cümlede heyecanlanıyorum. Düşsel bir dünyaya dalıyorum sanki. Bu dünyadan kurtuluyorum. Öykü yazmak benim için bir arayış, bir sığınma ama daha çok bir paylaşma demek. Bir şeylerin eksikliğini, özlemini, acısını duyan insanlarla birkaç sayfada aynı havayı koklamak, aynı esintileri hissetmek, aynı tıkırtıları duymak arzusu. Başka hiçbir şey değil. Bunları duyan, hisseden insanların varlığını tutanaklara geçmek istiyorum, o kadar. Bu anlamda öykü benim için hayatı anlamlandırmamda değil belki ama hayata katlanmamda önemli bir tutamağım. Hayatı renklendirmemin bir parçası, aracı. Onsuz olur mu bilmiyorum. Ama onunla daha iyi oluyor. Bunu biliyorum. Hep ders, hep ders. Dört yıl süren öğrencilik hayatım yarın sona eriyor. Ve imtihanlar geliyor sonra.

28.05.1983

Katherine Mansfield’in Ölü Albay’ın Kızları’nı okuyorum. Mansfield müthiş. Tam da böyle yazmalı. Mansfield öykülerinde, hayatta seçeneksiz kalmış, acılı, yalnız, yoksul insanların dünyasına eğiliyor. Tüm öykülerinde incelikli insanların kırılgan dünyasını anlatıyor. Hayatı anlamlandırma çabaları, yalnızlık ve acı etrafında dönüyor öyküleri. Çok hoş. Yıldızları, gemileri, ışıkları öyküye giren her nesneyi atmosfer yaratmanın bir aracı olarak kullanıyor. Sinema sanatının imkanlarını ustalıkla öyküsüne taşıyor.