Öykücünün Günlüğü

Soldan Sağa: Ahmet Kekeç, Necip Tosun

Ahmet yazının burjuva işi olduğunu düşünüyor, ondan sonra yazar oluruz diyor. Uzun uzun tartışıyoruz bu konuları. Sonra ona kendini tanımadan önceki hakkındaki duygularımı, düşüncelerimi anlatıyorum. O da benim hakkımdaki düşüncelerini. Sonra karşılıklı şiirler okuyoruz.

21.06.1985, İstanbul

Bütün gün evdeydim. Dışarı çıkmadım. Okudum, düşündüm. Yarın tekrar silahımı kuşanacağım. 01 dolaylarında yatmıştım. Kısa bir süre sonra kapı zilinin şiddetle çaldığını duydum. Uykulu gözlerle kapıyı açtım. Karşımda sevgili Ahmet Kekeç: doğrusu müthiş kucaklaşırız. “Abi, çay koy!” dedi. Koltuğa âdeta düştü. Ahmet’e yazdığım son öykümü gösterdim. Okuyup bitirdikten sonra biraz gülümseyerek; “Necip Woolf” dedi (Virginia Woolf’u kastederek) espri yaptı, gülüştük. Ben de “Woolf’a benzemek güzel Ahmetciğim,” dedim, “bir mahzuru yok benim için.” Takıldığı bazı yerleri işaretledi, üzerinde oynadık, öyküyü birlikte düzelttik. Sonra “Nasıl edebiyatçı olalım Necip,” diyor, “sorumlu olduğumuz bir yığın kişi varken, geçim derdi varken, nasıl edebiyat yapalım.” Sonra Ahmet bir anısını anlatıyor. Turan ve Ahmet Kekeç, Sezai Karakoç ile dolaşırken, “Abi,” derler, “Yazmak konusunda bize söyleyecek bir şeyin var mı?” Sezai Karakoç cevap verir: “Eğer geleneksel bağlardan (Anne, baba, eş) kopamayacaksanız sefalet içinde yaşamaya razı olmayacaksanız şimdiden bırakın bu işi.”

Ahmet yazının burjuva işi olduğunu düşünüyor, ondan sonra yazar oluruz diyor. Uzun uzun tartışıyoruz bu konuları. Sonra ona kendini tanımadan önceki hakkındaki duygularımı, düşüncelerimi anlatıyorum. O da benim hakkımdaki düşüncelerini. Sonra karşılıklı şiirler okuyoruz. Kekeç bir anısını anlatıyor. “Necati Polat’a yazdığım bir mektupta Virgina Woolf’tan bir parça alıntılamıştım. Mektubu alan Necati atlamış Elazığ’dan Malatya’ya gelmişti, o kitabı bana ver diye…” Ardından çok özel şeyler… Ahmet’e bir mektup yazmıştım. Onu hatırladı. “Ya,” dedi, “mektubun berbattı, bir yığın da dilbilgisi hatası vardı.” “Yok,” dedim “çok güzel bir mektuptu, bir nüshası bende, ileride meşhur olunca onu yayınlayacağım.” Gülüştük. Sabah nöbetim vardı ama yine de sabah 5.30’a kadar oturduk. Ahmet’in yerini hazırladım, yattı. Ben uyumadan bir saat sonra evden ayrıldım. Ahmet uyuyordu. Akşam eve geldiğimde duvara şu notu iliştirmiş olduğunu gördüm: “Necip, acısı ve anısı kalacak olan gece için teşekkürler. Ahmet.”

Mart 1987, Ankara

İş yerinde otururken bir telefon geldi. Oda arkadaşım açtı “Necip telefon sana” diye bağırdı. Ama ben de tam çıkmak üzereydim. “İsmini al, dönüşte ben onu ararım,” dedim. Bir saat sonra odaya girdiğimde arkadaşa sordum: “Kim aramıştı?” Arkadaş “Ne kadar güzel bir sesi vardı. Sanki radyo konuşuyordu?” “İsmi neydi?” dedim. “Erdem Bayazıt diye biri,” dedi. Mahcup oldum. Telefon numarası bırakmış. Hemen Erdem Bayazıt’ı aradım. Erdem Bey, “Mavera’da dosyaları karıştırıyorum, ‘Hiç’ adlı öyküne rastladım. Kardeşim ne kadar güzel bir öykü. Niye yayınlanmadı bu?” dedi. Çok mutlu oldum. Ben de “Abi o kayıp öyküydü, Rasim Bey’e vermiştim, dosyalar arasında kayboldu,” dedim. Erdem Bey “Necip, görüşelim,” dedi. Evet, nihayet kayıp öyküm bulunmuş.

Mayıs 1987, Ankara

Kaybolan öyküm “Hiç”, Mavera’nın Mayıs 1987, Sayı: 125’te yayınlandı. Böylece bir öyküye kavuşmuş oldum. Erdem Bayazıt ile öyküyü görüşmüş ve öykü yayınlanacaklar dosyasına alınmıştı. Öyküyü Mehmet ile birlikte izlediğimiz bir filmin etkisiyle yazmıştım: “Siz koşuyorsunuz; zayıflığınızı, zavallılığınızı, Hiç’liğinizi göreceklermiş gibi bir duyguya kapılıyor, insanlardan uzaklara, şehirden çok uzaklara, kırlara ‘rüzgarlı bayırlara’ gitmek istiyor, renk renk çiçekler toplamak, ruhunuzun yangınını söndürecek şiddetli yağmurlara tutulmak, sırılsıklam olmak istiyorsunuz. Ama mağazalar, ama dükkanlar, ama insanlar bitmek bilmiyor. Ama Köşk Sinemaları, ama filmler ama intiharlar bitmek bilmiyor. Ve siz koşuyorsunuz. Koşuyorsunuz…” Bu sayıda ayrıca Rasim Özdenören, Ali Bulaç, İsmail Kıllıoğlu’nun yazıları var.

07.06.1987

Uzun süredir rahatsız olan Cahit Zarifoğlu’nu kaybettik.

Kasım 1990

Yeni bir dergimiz oldu ne güzel! Çıkış yazısında “Yazılarıyla ve emekleriyle Kayıtlar’ı oluşturanlar, kendilerini, Büyük Doğu ile başlayan, Diriliş, Edebiyat ve Mavera’yla devam eden ‘sanat ve düşünce dünyasında içinde bize ait olanı ihya etme’ geleneğinin mirasçısı sayıyorlar.” deniliyor. Sahipliğini Yusuf Ziya Cömert yapıyor. İlk sayısında Hasan Aycın, Hüseyin Atlansoy, Cafer Turaç, Mehmet Maraşlıoğlu, Ömer Lekesiz, Ramazan Dikmen, Cemal Şakar, Cemil Çiftçi yer alıyor. Bu sayıda özellikle Ramazan Dikmen’in “Muhayyyer” adlı çok başarılı bir öyküsü var: “Artık radyoda fasıllar çalmıyor. Ne muhayyer, ne hicaz, ne uşak. Ama onu görüyorum. Kadife çiçeklerinin ve fesleğenlerin gerisinde duruyor. Buketten yayılan kokuyu duyar gibiyim. Ahşap, oymalı masasında oturuyor.”

Dergi ağırlıklı olarak Ramazan Dikmen’in anlayışını, ilişkilerini yansıtıyor. Dergi çıkmadan önce görüşmüştük kendisiyle. Ama çalışmam yoktu, bu sayıya yazı veremedim. Ramazan ile dergi çıktıktan sonra Kızılay’da görüştük. Bazı yanlış anlaşılmaları giderdik. Ramazan senin “duygulu, içtenlikli öykülerin Kayıtlar’da olmalı” dedi. Bol bol da Ahmet Kekeç’in adı geçti. Gelecek sayı için bir öykü verdim. Kayıtlar, kalıcı, iyi bir dergi olacak. Zaten ortada büyük bir dergi boşluğu var. Kayıtlar bunu dolduracak.