Öyküdeki Taşra ve Otobüse Dair

Refik Halit Karay
Refik Halit Karay

Merkez edebiyat yeni bir tahkiyeye giderken zorunlu olarak İstanbul’dan hareket etti. Buradaki insanın dünyası daha karışık ve anlatmayı zenginleştirebilecek bir arka plan taşıyordu. Milli Edebiyat döneminde yazarların sürgünlükleri, memuriyetleri sebebiyle dışarıda olan çatışma ve dramlar da görüldü.

Öykümüzde taşranın acıklı tarihçesi, siyasal olduğu kadar sosyal bir temsildir. Unutuluş ve hatırlanış kontekstinde taşranın bir gizli dünya olduğu akılda tutulmuş ve ona bir dönüş yaşanmıştır yaşanmasına ama taşra da varoluşunu değiştirmiştir. İkinci Yeni şairinin dediği gibi “Evet, bakalım insan nereye gidecek ben omuzlarımı alıp sıkıntıya giderim,” demek lüksü de bugün olağan gözükmüyor. Yığınla şehir ve şer, kır ve kahır antolojisinde ortadaki sertlik kapitalisttir, açıklaması bugünkü taşraya dönüş için elverişli değil gibi. Gönül ve taşra, maddi yetersizlikler ve taşra açısı, öykünün de mahfuz tarafıdır. Bu mahfazadan modernlikle sınava giren öyküde taşradan nasıl gidilmiş ve ona nasıl dönülmüştür?

Merkez edebiyat yeni bir tahkiyeye giderken zorunlu olarak İstanbul’dan hareket etti. Buradaki insanın dünyası daha karışık ve anlatmayı zenginleştirebilecek bir arka plan taşıyordu. Milli Edebiyat döneminde yazarların sürgünlükleri, memuriyetleri sebebiyle dışarıda olan çatışma ve dramlar da görüldü. Bu zeminin gerçekçi olarak anlatabileceği fark edilince, buradan bir taşra ve dram ilgisi ortaya çıktı. Bunun Türkçedeki en zengin örneği o dönemde Memleket Hikayeleri oldu. Refik Halit, sakin bir anlatıcının bakışından taşrayı sade olaylarla ele alır ve kırsalın ıssızlığı ve insanın yalınlığına yaklaşır. Beşeri tarafıyla, zaaf ve zenginliğiyle bir insan ve toplum manzarası yakalayan Refik Halit, usta dili ile de gerçekliği pekiştirir.

Sosyal gerçekçi yazarlar kendi iç seslerine yer verdiklerinden fazlasını ideolojik baskı hissiyle yansıtma yolunu tutunca acınacak bir taşra ve masumiyet çizildi. Tarlası alınan, yoksulluğa batmış, kendi kavgalarına bağlı bir taşra, yoğun bir toz duman, bakımsızlık tasvirini de yanında sunarak milli romantizm ve folklor süsü içinde kalakalarak soluk bir gazete kağıdı gibi belirdi. Sonrasında ortaya çıkan taşra kökenli yazarlar, bunu değiştirme adına pek de mesut insanlar fotoğrafhanesine girmediler. Mütegallibe eleştirileri geride kaldı. Yerine okumuş, orta sınıfta yerini bulmaya çalışan, varoluşçuluğa sıkışık bir insan çıktı. Neye baksa yersizliğini gördü. Şehir ve yersizlik daima bir dönüş rotası iken, içe dönen yazarlar buradan çıkamadılar. Ubor-metenga hiç de boşuna bir siyasal temsil değildir.

Üzerinde durulması gereken bir konu da taşranın şehre göçündeki araçlar, taşıtlardır. Şehirden dönüşte hususi olacak taşıtlara binilmeden önce şehre giderken binilen taşıtlar, bir anlamda şehrin hareketliliğine yol hâlinde iken katılmak anlamına gelmektedir. Taşrayı da araçları olanlar, taşralı gibi yaşamazlar elbette. Kemal Tahir’in Arabacı Ali’sini uçarı yapan bindiği atlı arabadır daha çok. Ali kendisi gibi köylü olanları aldatmaya karar verir ama bundan çabucak vazgeçer. Çünkü arabanın olmadığı bir hayat ona göre çekilecek gibi değildir. O köyler arasında yük taşıyacaktır.

Köyden kente göçün otobüslerden önce kamyonla yapıldığı acıklı tarihi Sabahattin Ali, İzmir’e ulaşmak zorunda olan yoksullar üzerinden parçalanan bir baş ile anlatır. Kamyon ve karoser dolayısıyla bir ulaşım, yoksulluğun başka bir penceresi olduğu kadar taşranın şehre tıkış tıkış ve parasız gelişinin prematüre hâlidir. Atın üzerinde yeniden ad alan eski zaman kahramanları değil, tastamam ağır işçilik için yola düşmüş yolculardır bunlar. Hele Fakir Baykurt’taki otobüs imgesi, dar bir yoldan geçip giderken arkasında kirli bir dünyayı bırakır. “Otobüsler hep ilerleyecek ve köyler hep kalacak zaten. (…) Otobüsler ilerliyor, ilerler, buna bir diyeceğim yok. Ama köyler? Olamaz!...” Şehre gelince de bu taşıtların çoğuna binemeyecekler ve yürüyeceklerdir.

Mavi Kuş’ta, İstanbul’a kaçmak isteyen Erol, “Şu otobüse bir atlasam, gerisi kolay,” derken; terk edilmek istenen zaman ve yer için bugün dönüş nostaljisi içinde tatlı, kımıldayan yaprakların varlığından başka bir noktaya ulaşılamadığını elbette görecektir.

Bir sonraki yazıda taşraya dönen genç kuşak öykücülere temas edeceğiz.

  • Bu çağın okurunda, izleyicisinde, -sunulan şeye muhatap olan o kitlenin adı her neyse işte- trajik bir sahicilik arayışı var. Bu yoksunluk, onu bulunca hastalıklı bir şekilde onun katili haline getiriyor bizi. Onu el birliğiyle ait olduğu zeminden kopartıp yani kendi ellerimizle sanallaştırıp ortadan kaldırıyoruz. Büyük tüketim makinesinin çarkları falan... (AE)