Oyuncak Emanetçisi

Hayır, burası bir emanetçi dükkanı efendim, oyuncak emanetçisi.
Hayır, burası bir emanetçi dükkanı efendim, oyuncak emanetçisi.

“Oyuncak bir baykuş herhalde,” dedim. Oğlum, “Çok çirkin,” dedi tıslar gibi. Ona katılmamak elde değildi, iyi bir işçilikle tahtadan yontulmuş olmasına rağmen itici duruyordu. “Haklısın, zaten hangi çocuk böyle bir oyuncakla oynamak ister ki?” dedim.

Oğluma…

İlk yumruk göğsüme geldi, bu beni uyandırmaya yetti ama beni kendime getiren boynuma yediğimdi, esaslı bir yumruktu. Üçüncüsünü havada yakaladım tıpkı bir elmayı yakalar gibi. Ve bekledim, o da bekledi, ciğerlerinde yeterince hava birikmesini… Çapaklı kirpiklerim arasından tombul suratından bir tıpa çıkarılmış gibi duran ağzının genişleyişini ve ayrık dişlerinin arasından hiç zorlanmadan çıkan çığlığın dış dünyaya meydan okumasını görebildim ve duydum. “Babaaa! Bana üzerinde bir sürü uzaylının resmi olan bir tişört al!” Kararlılığını kanıtlamak için bunu on kere tekrarladı. Bir yandan da boşta kalan eliyle beni yumruklayarak ritim tutuyordu. Onu vazgeçirebilirdim, türlü türlü yolları var bunun, ama beni kahvaltısını yapmamakla tehdit ettiği için hemen pes ettim. Bunu yapmasam, hem kırk yaşından sonra çocuk sahibi olmuş biri için hem de sekiz yaşındaki bir çocuk için giderek daha da çocuksu bir hal alırdı bu durum.

Dışarı çıktığımızda öğlen olmuştu. Güneş, terlemek için can atan vücudumuza ateşten bir kirpinin dikenleri gibi saplanıyordu. Doğukan, tombul eli avucumda heyecanını ve enerjisini gizlemeden yanımda yürüyor, yuvalarında fır dönen gözleri mağaza vitrinlerini tarıyordu. Ben de kendimi olayın akışına bırakmıştım.

Doğukan birden bir römorkörün çektiği aciz bir şilep gibi gördüğü dükkanın içine sürükledi beni. Nereye girdiğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Dükkân dar, alabildiğine uzun ve karanlıktı. Karşılıklı duvarlara cam kapaklı raflardan oluşmuş dolaplar sıralanmıştı, üzerindeki boyayı ele verecek kadar bile boşluk yoktu duvarlarda.

Doğukan hâlâ tuttuğu elimi çekiştirerek bir bölmenin önüne sürükledi beni. “Baba bu ne?” diye sordu ve ben cevap verene kadar tekrarlayıp durdu sorusunu. Cam bölme Doğukan’ın göz hizasında olduğundan eğildim, onunla birlikte cama gömüldük, var olan birazcık aydınlığı da kafalarımız kesince iyice bir şey göremez oldum. Bölmenin içinde iri gözlü, şişman bir Oscar heykelciğini andıran bir oyuncak duruyordu. Gözler arasında minnacık bir gaga belli belirsiz sivrilmişti.

“Oyuncak bir baykuş herhalde,” dedim. Oğlum, “Çok çirkin,” dedi tıslar gibi. Ona katılmamak elde değildi, iyi bir işçilikle tahtadan yontulmuş olmasına rağmen itici duruyordu. “Haklısın, zaten hangi çocuk böyle bir oyuncakla oynamak ister ki?” dedim. Birden cama üçüncü bir yüz yansıdı: “Güney Afrika’da bir çocuk, altı yaşında, babası yapmış, oyuncağa telaffuzu zor bir isim bile vermiş.” dedi.

İkimiz de sıçrayarak geri çekildik. On beş on altı yaşlarında bir çocuk eğilmiş cam bölmeye bakıyordu. Mor renkli bir tezgahtar önlüğü dolamıştı beline, cebinden çıkardığı aynı renkte bir mendille Doğukan’ın nefesinin boyadığı camı sildikten sonra doğruldu ve içten bir gülümsemeyle “Hoş geldiniz efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Kendimi toparladıktan sonra “Sadece bakıyorduk,” dedim. Çocuğun gülümsemesi, yaptığı işten keyif alan biri gibi tüm yüzüne yayıldı, “Neye bakıyordunuz efendim?”

Çocuğun karşımda bilmiş bilmiş sırıtması hoşuma gitmedi, “Yani…” dedim ona verecek bir cevap bulmak için dükkana göz gezdirerek. Aslında bir oyuncakçıya girdiğimizi düşünüyordum ama ne etrafta en isteksiz müşterinin bile arzularını kabartacak renk cümbüşü reklam posterleri ne de fiyat etiketi, fırsat reyonu, üç al iki öde, taksit erteleme ya da ilave taksit gibi sizi kafaya alan yazılar vardı. Sadece dolaplar ve içindeki oyuncaklardan ibaretti dükkan. Bakışlarım bir fikir edinemeden boşuna dükkanın içinde debelendikten sonra pes ederek çocuğun suratında durdu.

“Pardon ama burası bir oyuncakçı değil mi?”

“Hayır, burası bir emanetçi dükkanı efendim, oyuncak emanetçisi.” Dilimin ucuna oyuncağın emanetçisi mi olurmuş demek geldi ama tuttum kendimi. Doğukan’ı duydukları canlandırdı ve ceketimi çekiştirerek “Baba, oyuncak emanetçisi de nedir?” diye bağırdı. Bu benim de merak ettiğim bir soru olduğu için görevli çocuğa bıraktım cevabı. O da dünden hazırmış, ellerini arkasında bağlayıp ihtiyar bir keşiş gibi oğlumun üzerine eğilerek tane tane konuştu: “Oyuncakların emanet edildiği bir dükkan burası.”

Bundan daha parlak bir cevabı kimse veremezdi zaten!

Geç idrak ettiğinizde kullanılması gerekirken, söz konusu Doğukan olduğunda anlamadım-zaten-çok-da-umurumda-değil manasına gelen bir “Haa…” çekti oğlum. Bu “Haa…” görevli çocuğu tatmin etti mi bilmem ama Doğukan’ın olaya ilgisinin geçtiğini anladığım için beni fazlasıyla memnun etti, bu saçma sapan dükkandan çıkmama hiçbir engelin –yani Doğukan gibi- kalmadığı anlamına geliyordu. Fırsatı tepmeden tüm ikna gücümü bakışlarımda toplayarak Doğukan’la göz hizasına geldim: “Oğlum burada sana göre bir şey yok, hem tişört alacaktık ya, hemen tişörtü alırsak sana söz verdiğim gibi dönerken pizza alır ve sıcağı sıcağına mideye indiririz, ne dersin?” dedim.

Sözlerim anında etki etti, bakışları titredi, tişört ve pizza arasında gidip geldi. Ama her çocuk gibi hiç düşünmeden kendisine üçüncü bir yol icat etti. “Hayır!” dedi bağırarak. “Ben de oyuncak emanet etmek istiyorum buraya.”

Doğrusu böyle bir istek beklemiyordum oğlumdan. Görevli çocuğa baktım, gözlerinin yerinde iki iştahlı ağız varmış gibi Doğukan’a bakıyordu. Oğlumun, ağzından çıkan kararı -mantıklı olsun ya da olmasın- uygulamak yönündeki inatçılığını bildiğimden bir kez daha onu ikna etmek için çabalamadım. Orta yolu bulmaya çalışarak “Ama yanımızda hiç oyuncak yok ki?” dedim bana vereceği cevabı bile bile. Ve beni şaşırtmayan oğlum anında bir piston gibi “İstiyorum! İstiyorum! İstiyorum!...” diye zikre başladı. Sonunda eve döndüğümüzde bir oyuncak seçip yarın buraya tekrar gelmek konusunda anlaşma sağladık.

Oğlumla girdiğim bu kısa diyalog boyunca bizi izleyen çocuk, yüzünde müşterisini kazıklamanın verdiği memnun bir sırıtışla dikildi başımızda. Çocuğa yarım ağızla kolay gelsin dedim. Dükkandan çıkmak üzereyken “Bir şey bilmenizi isterim efendim,” dedi telaşla “Oyuncaklarınız içinden en sevdiğinizi getirmelisiniz, sadece onu kabul edebiliriz.”

Dükkanın kapısından ona baş sallamakla yetindim. Planım basitti: Doğukan’a onu aklını başından alacak –gerekirse lisanslı- bir tişört alıp, her şeyin ekstrasından oluşan bir pizza ile takviye ederek bu tuhaf dükkanı unutmasını sağlayacaktım. Neyse ki planım işe yaradı ve eve döndüğümüzde oğlum emanetçiyi çoktan unutmuştu.

****

Ama ben unutamamıştım, Doğukan’ın odasında gördüğüm her oyuncak bana işkence yapıyordu bu konuda. Oğlumu uyuttuktan sonra oyuncaklarını toplarken elime tahtadan bir tren geçti, bu olabilir miydi? Ne de olsa annesi almıştı... Doğukan’ın göremeyeceği şekilde odasındaki kitaplığın en üst rafına koydum treni, bunu neden yaptığımı bilmiyordum, babalık içgüdüsüydü herhalde.

Televizyonun başına geçtim, en son izlenen kanal ekranda parladı. Bir çizgi film kanalıydı. Kolundaki saati kurcalayan çocuk bir anda alaca renkli bir yaratığa dönüştü ve bir diğeriyle mücadeleye başladı.

İnsan böyle şeyleri izlerken sıradan bir oyuncakla neden oynasın ki diye sordum kendime. Cevabı karım verdi, kendisi yoktu ama sesini duyabiliyordum.

“Bunu bir çocuğa sormalısın aslında, ama bence böylesi daha kolay oluyor onlar için.” Hiç susmasını istemeyeceğiniz huzur veren bir sesi vardı.

“Tek tanıdığım çocuk Doğukan ve bu soruyu sorup aklına emanetçiyi getirmeyi düşünmüyorum, sağ ol canım,” dedim karıma. Televizyondaki çocuk bir başka yaratığa daha gününü gösterdi.

“Biz küçükken tek kanal vardı, ileride çizgi filmler için ayrı bir kanal olacağı kimin aklına gelirdi ki?” dedim.

“Hiç kimsenin,” dedi o tatlı sesiyle, televizyonda reklamlar başlamıştı, az önceki çizgi filmdeki çocuğun oyuncağı tanıtılıyordu. “Sanırım, kanalların plastik atıkları da çizgi filmlerin oyuncakları oluyor. Bir tür çevre kirliliği ya da zihin,” dedi benim zeki karım ve merakla sordu “Sahi en sevdiğin oyuncağın neydi, hatırlıyor musun?”

Bu üzerinde çalışılması gereken bir soruydu. Bir süre düşündüm, biraz daha düşündüm, aklıma her seferinde babam geldi.

“Babam bir keresinde çocukken köylerinde oyuncak niyetine çamurdan arabalar yaptıklarından bahsetmişti, hatta oğluna el emeği bir oyuncak yapma hevesiyle yoğurduğu çamurdan bana da bir araba yapmıştı. Murat 131’e benziyordu, fena olmamıştı aslında, tek kusuru elime alır almaz dağılmış olmasıydı. Bu benden çok babamı hayal kırıklığına uğratmıştı, bağırıp çağırmış bu zamanın suyu da toprağı da güneşi de doğal değil deyip söylenmişti.”

“O araba mıydı en sevdiğin oyuncak?” diye sordu karım bir sonuca varmak için.

“Hayır, daha sonra ben de bir araba yapmıştım. Aynı su, toprak ve güneşle. Sonuç, taş gibi bir araba olmuştu. Sanırım en sevdiğim oyuncak oydu.”

“Baban neden başarısız olmuştu peki?” diye sordu.

“Sabrının olmamasından, kendimi bildim bileli sabırsızdı zaten, çabuk büyümüş çabuk yaşamış çabuk ölmüştü.”Doğukan’ın sabırsızlığı babamdan geliyordu sanırım.

“Peki ya senin en sevdiğin oyuncak hangisiydi?” diye sordum karıma.

“Bir bez bebeğim vardı. Ablam yapmıştı, bana benzetip dururdu, ikizin derdi. Beraber uyurduk, elbiseler yapardım ona, hatta bir kere banyo bile yaptırmıştım, iki günde zor kurumuştu.” Sesi neşeli geliyordu.

“O zaman En İyi Oyuncak Oscar’ını Bez Bebek’e veriyoruz. Tebrikler Bez Bebek,” dedim aynı çocuksu neşeyle.

“Yaşasın!” dedi karım. Bir süre o neşenin çayın içinde eriyen şeker gibi içimde dağılmasını bekledim.

“Ne oldu taş arabaya, nerede şimdi?” diye sordu benim meraklı karım.

“Bilmiyorum,” dedim “Peki ya bez bebek?” diye sordum.

“Ben de bilmiyorum,” dedi. Bir an öylece sustu. Sustuk.

“Doğukan’ın en sevdiği oyuncak tahta tren, değil mi?” diye sordum sonra.

Cevap yerine bir siren sesi duydum. Giderek artıyordu. Cebimde bir fare tepiniyormuş gibi hissettim, uyandığımda titreyen telefonumun uyanmam için beni dürtüp durduğunu anladım. Sabahın körü olmasına rağmen televizyonda hâlâ bir çizgi film vardı.

****

O gün işten çıkar çıkmaz soluğu emanetçide aldım. Kimse yoktu görünürde, dün bıraktığımız gibiydi dükkan, hatta baykuşun bölmesindeki camda Doğukan’ın soluğundan bir parça kalmıştı silinmeyen. Bekli de benim paranoyamdı.

Bölmeleri bu kez daha dikkatli incelemeye koyuldum. Her bölmeye üzerinde kısaltmalar ve rakamlar olan küçük etiketler yapıştırılmıştı. Baykuşunkinde “M.J. / 1965” yazıyordu. Bir başka bölmede birbirinin aynı iki Lego adamı vardı, etiketine “ W.V. & H.V. 1985” yazılmıştı. Neyden yapıldığı belli olmayan tekerlekli bir atın etiketinde ise “R. / M.Ö. 2500” yazıyordu. Bu böyle çeşitlenerek gidiyordu: Beysbol sopası; plastik dinozorlar; su fışkırtan, mantar patlatan, sünger mermi fırlatan plastik silahlar; şişko, ince belli, donuk ya da neşeli suratlı plastik bebekler; büyük arabalar, küçük arabalar ve dört tekerli bir sürü şey; her renk ve boydan pelüş ayı familyası; plastik tamir takımı; dört bölmelik yer kaplayan kocaman bir oyun evi… Sonsuz sayıda oyuncak var gibiydi.

Bölmenin birinde bir bez bebek bile vardı ve bu yılki Oyuncak Oscar’ını almanın vermiş olduğu memnuniyeti belirtirmişçesine sırıtan bir ağız dikilmişti yüzüne. Ben de farkında olmadan bebeğe bakarak sırıtıyordum ki arkamda birinin varlığını hissettim, irkilerek döndüğümde görevli çocuğu mor önlüğünün ceplerine elini sokmuş beni izlerken buldum.

“Hoş geldiniz efendim,” dedi yılların müşterisiymişim gibi samimi bir havayla, “Getirdiniz mi oğlunuzun oyuncağını?” diye sordu heyecanını gizlemeyerek. “Hayır,” dedim kuru bir sesle. Suratı asıldı “Ya!” dedi başını sallayarak “Çok yazık.”

“Neden oyuncak emanet ediyor insanlar?” diye sordum. Çocuk gerçekten -bunu-bilmiyor-musun bakışıyla karşılık verdi, bir süre ısrarla öyle baktı ama benden bir şey çıkmayacağını anlayınca “Beni takip edin lütfen,” deyip raflardan bir dehliz oluşturmuş dükkanın içine doğru yürüdü. Merakım beni çocuğun peşi sıra sürükledi, ilerledikçe dükkanın bir sonu yokmuş gibi geliyordu. Bir bölmenin önünde durdu. Cam perdenin arkasında bir oyuncak duruyordu, çamurdan yapılmış, yıllandıkça taşlaşmış bir araba. Benim arabam.

İpinden boşanan tespihler bir anda nasıl dağılırsa eklemlerimin de öyle dağıldığını hissettim. Avuçlarımı cama güçlükle dayadım, etiketi o zaman gördüm, adımın baş harfleri ve bir tarih yazılıydı, o tarihte on yaşındaydım, o tarihte babam ölmüştü ve bir çocuktum hâlâ.

O gün yaşadıklarım derinlerden gelen bir baloncuk gibi yüzeye çıktı hafızamda; her şey şimdi yaşanıyormuş gibi canlandı gözümde: Elimde -taş- arabam bu dükkanın içine girmiştim. Görevli çocuk karşılamıştı beni şimdiki gibi samimi bir gülümsemeyle, o zamanda hâlâ çocuktu. Ona elimdeki oyuncağı emanet etmiştim. Dükkandan çıkarken çocukluk heveslerimi de bırakmış gibiydim, masumiyetim de o taş arabayla birlikte benden alınmıştı sanki.

Farkında olmadan yanaklarım ıslanmıştı, çocuğun önünde ağladığım için utandım kendimden.

Gözümü arabamdan ayırmadan “Unutmuşum.” dedim özür dilercesine, “Herkes unutuyor efendim,” dedi çocuk, beni mi yoksa kendisini mi teselli etmek için söyledi anlamadım. Hiçbir şey düşünemeden öylece dikildim ayakta, ne kadar zaman geçti algılamıyordum “Onu geri alabilir miyim?” diye sordum parmağımla arabayı işaret ederek. “Bu size bağlı.” diye cevapladı hastasını teskin eden bir doktor gibi. “Alırsam?” dedim ve sustum, yanıma kadar sokuldu ve gözlerini arabaya dikti. “Alırsanız ne olacağını bilmiyorum efendim, burayı pek az kişi hatırlar, şimdiye kadar içlerinden emanetini geri alan da olmadı.” dedi.

“Alırsam?” diye mırıldandım yine, ne olurum, tekrar çocuk mu? İçten içe herkesin istediği şey bu değil mi? Aklıma karım geldi “Büyümek çok zor,” derdi bir güçlükle karşılaştığında ve ardından eklerdi “Keşke hep çocuk kalsak.”

“Karım, Doğukan bir yaşındayken öldü,” dedim birdenbire. Bunu neden söylediğimi bilmiyordum. “Sadece bir yıl birlikte olabildi oğluyla, düşünebiliyor musun ne kadar az, daha Doğukan ilk adımlarını atarken hayata veda etti. Kimisi annesiz büyümek nasıldır diye düşünüyor oğlumu gördüklerinde, ardından beni tebrik ediyorlar, bu durumun iyi üstesinden geliyorum diye, onlar için sadece bir ‘durum’dan ibaret her şey, ya üstesinden gelirsin ya da gelemezsin. Ben hep karımın yerine koydum kendimi, oğlunla bir yıl birlikte olup sonra ölmek, bu nasıldır, bunu kimse düşünüyor mu? Hayır!” yutkunamıyordum, boğazımdan aşağı bir yumru kayıyor gibiydi, bir an sustum, sonra da “Büyümek çok zor gerçekten de, keşke hep çocuk kalsak,” diye bitirdim cümlemi.

Bölmeden uzaklaştım, arabaya bakmak istemiyordum. Çocuk sessizce dikiliyordu başımda “Ama şimdiki çocuklar daha geç büyüyor efendim,” dedi söylediklerimden hiç etkilenmemiş gibi, belki de buraya gelenlerin hepsi böyle bir duygu patlaması yaşıyordu. “Daha iyi ya,” dedim çocuğa. Kendi zamanıyla şimdiki zamanı kıyaslayan bir ihtiyar gibi hayıflandı. “Öyle demeyin efendim, yazık,” dedi başını sallayarak “Çocuklar zamanında büyümeli, yoksa başta kendisi olmak üzere herkes için eziyet olur bu durum.”

‘Büyümenin zamanı?’ diye düşündüm gözlerimi kurularken, bu kelime acı bir şeker gibi önce dilini sonra içini yakıyordu insanın. Karşımdaki akıl kumkuması çocuğa baktım, nereden bilecekti ki büyümenin ne demek olduğunu? “Nereden biliyorsun ki büyümenin ne olduğunu?”

“Ben,” diye mırıldandı, söylediklerini duymak istemiyordu sanki “Büyümenin ne olduğunu bilmiyorum, doğru, ama büyümemenin ne olduğunu çok iyi biliyorum efendim. Ben… Oyuncağımı emanet etmedim,” dedi.

Sustuk ikimiz de.

İçimde bir şeylerin çözüldüğünü hissettim, acıdım çocuğa “Belki kulağa duygusal bir lakırdı gibi gelebilir ama karıma onun yerine de Doğukan’ı büyüteceğime söz verdim,” dedim, çocuk ifadesiz bir yüzle bana bakıyordu ve ekledim “Oğlum daha büyümedi, ne benim ne de karım için. Hepsi bu.” Uzun bir süre öyle bakmaya devam etti, sonra aklına bir fikir gelmiş gibi “Size bir şey göstermek istiyorum efendim.” dedi ve beni beklemeden geldiğimiz yoldan gerisin geri yürüdü. Bölmedeki oyuncak arabaya baktım oradan ayrılmadan, onu almak istemiyordum artık.

Çocuğun peşine takıldım, yine bir bölmenin başında durdu. Bu bölmeden sonrakilerinin içi boştu. “Bu en son emanet edilen oyuncak.” dedi. Bölmede sırtında bir kurma kolu olan plastik bir palyaço vardı. Diğer oyuncaklar gibi hırpalanmış durmuyordu, kurma kolunun deliğine plastik bir halkayla ürün bilgilerini içeren bir etiket tutturulmuştu. Etiketin üzerinde “Japon harikası, kurun ve bırakın size kendini ifade etsin” diye bir slogan yazılmıştı. “Hiç kullanılmamış gibi, yani oynanmamış,” dedim “Öyle zaten, bunu getiren çocuğunun tek oyuncağı buydu. Bir kere bile oynamadı onunla, hep başka şeyler buldu oynayacak ve bulduklarının hiçbiri gerçek birer oyuncak değildi,” dedi. Sesimi çıkarmadan palyaçoyu izledim, hiç oynanmadığını duyunca tuhafta olsa içimi bir acıma hissi kapladı.

Çocuk palyaçonun yanındaki boş bölmeyi işaret etti başıyla “Oğlunuzdan büyümesini esirgemeyin,” dedi kamu spotu seslendirir gibi. Bölmeye yaklaştığımda oğlumun adı ve soyadının kısaltması yazılmış etiketi gördüm, tarih kısmı boştu. Aklıma tahta tren geldi, buraya girmemeliydi, henüz değil. “Hayır!” dedim, Doğukan gibi bağırmıştım. Çocuk ifadesiz bir yüzle bana bakıyordu, hiçbir şey demeden uzaklaştım yanından, dükkandan çıkarken “Büyümeyecek olması ne yazık…” diye seslendiğini duydum.

****

Okul dağıldığında tam da olmam gereken yerde her zamanki gibi oğlumu bekliyordum, hiçbir şeyden habersiz sallana sallana yanıma geldi. Sarıldım öptüm onu, bana tepki vermedi yüzüme bakmakla yetindi, bir kere de karım için sarılıp öptüm, etraftaki arkadaşlarından çekindiğinin farkındaydım ama ne yapacağımı bilemiyordum. Emanetçi aklına gelir de o günkü gibi tutturur diye korkuyordum. Dışarıda bir şeyler atıştırıp, eve geçtiğimizde Doğukan formasını çıkarmadan televizyonun başına geçince ben de çaktırmadan odasına gittim, tahta tren dün koyduğum yerde duruyordu, onu oradan alıp yatağımın altındaki bazaya sakladığımda içim rahat etti biraz. Uyuyana kadar beraber çizgi film izledik.

Ertesi gün ve onu takip eden günlerde her akşam eve geldiğimde ilk işim bazayı kontrol etmek oldu. Doğukan’ın emanetçiyi unuttuğuna emin oluncaya kadar devam ettim buna. Tahta tren, yatağımın altında ikinci haftasını tamamdı böylece. Belki de ondan kurtulmam daha iyi olur diye düşündüm ama karımın hatırasına bunu yapamazdım.

O günün akşamı oğlum yemekten sonra çizgi filmin başına geçmedi, bu beni o kadar korkuttu ki “Ne oldu oğlum, neyin var?” dedim panikle. “Hiç.” diye geçiştirdi beni, ne yaptıysam söylemedi durgunluğunun nedenini. Çizgi film kanalını açtım, ama boş gözlerle izledi bana iyice sokularak, o vaziyette uyudu, uyumadan öncede “Annemi özledim.” diye sayıkladı. Annesiyle –hatırlaması imkânsız gibi gelen- bir yıl geçirmesine rağmen bunu söylemesi beni sarstı, iyice sarıldım oğluma. Uyuyunca yatağına taşıdım, ben de yattım, içim rahat değildi, bazanın içine bakmak istemiyordum, orada treni göremeyeceğim diye ödüm kopuyordu. Kendimi zorlayarak kalktım baktım. Tren bıraktığım gibi duruyordu. Derin bir oh çekerek kendimi yatağa bıraktım, uyumam çok uzun sürmedi.

Rüyamda yine karım vardı. Bu sefer sadece sesini duymuyor kendisini de görüyordum. Yanı başımda yatağa oturmuş bana bakıyordu, yattığım yerden ben de onu izliyordum “Çok özledim seni,” dedim “Ben de,” diye karşılık verdi. Gözlerimi kırpmadan onu izledim bir süre, rüya olduğuna göre sonsuza kadar kırpmam gerekmeyebilirdi. Aklıma oğlum geldi, karıma benziyordu. “Doğukan bugün seni özlediğini söyledi, sence bu mümkün mü?” diye sordum, elini yanağıma koyup gülümsedi “Ben oğlumuzdan hiç ayrılmadım. Düşünsene, sen beni hep hatırlattın, hem kendin hem de benim yerime ilgilendin Doğukan’la.”

Kirpiklerimden bir damla gözyaşı kurtulup karımın yanağımda duran başparmağına kadar süzüldü. Islanan parmağıyla yüzümü okşayarak gözyaşımı yaydı yanağıma “Hep öyle olacak,” dedim. Gözlerimi ilk o an kırptım, o kısacık arada tahta treni gördüm “Tahta tren güvende dedim.” Onu Doğukan’dan korumam gerekiyormuş gibi. Karım yanağımdan öptü “Peki ya çıngırak?” diye fısıldadı ve bir ışık olup patladı.

Dehşetle uyandım, hemen ardiyeye gittim. Doğukan’ın bebeklik eşyalarını koyduğum valizi çıkardım; altını üstüne getirdim ama ilkokula kadar elinden düşürmeden oynadığı çıngırağı bulamadım. Tüm ardiyeyi boşalttım, orada bir şey bulamayınca, bazayı açtım tahta treni ona aldırış etmeden fırlattım bir kenara. Kendime kızıyordum, nasıl bu kadar emin olabilmiştim trenden. Doğukan’ın odasına geçip sessizce aramaya devam ettim orada da bir şey bulamayınca mutfağa, banyoya hatta tuvalete bile baktım. Sabah ezanı okunurken ümitsiz ve çaresiz bir şekilde salondaki koltuklardan birine çöküp uyuya kaldım. Hiç rüya görmedim, hiç bir ses işitmedim, birden her şey anlamını yitirip karanlık bir boşluğa sürüklendi. Benim dışımda her şey büyüdü, ben ise daha da küçüldüm.

****

İlk dokunuş yanağıma geldi, bu beni uyandırmaya yetti ama beni kendime getiren saçlarımın arasında gezinen parmaklarıydı. Üçüncü dokunuşu havada yakaladım tıpkı boşlukta süzülen bir tüyü yakalar gibi. Ve bekledim, o da bekledi, dilinin ucunda yeterince kelime birikmesini... Çapaklı kirpiklerimin arasından tombul suratından bir tıpa çıkarılmış gibi duran ağzının genişleyerek tebessüme dönüşmesini ve gözlerine yerleşen olgunluğun dış dünyaya meydan okumasını görebildim ve duydum: “Babacığım, seni çok seviyorum.”