Özgürlüğün Kaynağı Olarak Kötülük ya da Özgür Edebiyat

İman, insanın kimliğini inşa ederken, gündelik hayat içinde onu bir zar gibi kaplar.
İman, insanın kimliğini inşa ederken, gündelik hayat içinde onu bir zar gibi kaplar.

İnsan, kendine özgü iyiliği arayacak, ona uygun davranacak ve onun toplumsal hayat içinde yaygınlaşması için çaba içinde olacak bir kavrayışa doğuştan sahiptir. İyi olanı bilmek, bulmak ve onu yaşamak insanın doğal arzularındandır.

Kötülük, iyiliğin zıddıdır. Biri ilahi, diğeri şeytanidir. Kötülüğe, şeytanın/ şeytaninin ilahi olana başkaldırmasıdır da diyebiliriz. Bu başkaldırıyı Kur’an’daki insanın yaratılışının anlatıldığı bölüme kadar götürmek mümkündür. Meseleyi buraya kadar taşıyınca teodise problemi doğmaktadır. Ancak burada teodise problemini tartışacak değilim; zaten böyle bir tartışmaya girmeye mezun da değilim. Bu yazıda derdim, edebiyat bağlamında kötülük, kötülüğün edebiyatla ilişkisidir.

Hayat içinde her an seçim yapan insanın, iyiyi, güzeli, doğruyu, ahlaki olanı seçeceğini varsaymak akla uygun olandır. Çünkü her insan fıtrat üzere yaratılmıştır; yaratıldığı fıtrat her zaman ahlaki olana uygundur. Fıtratın “yaratılış; belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş” anlamına geldiğini hatırlarsak bu uygunluk daha iyi anlaşılır. Buna göre fıtratın; ilk yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumları belirtmesi galip anlayıştır.

Yeri gelmişken, fıtrat ayeti olarak bilenen Rum suresi 30. ayetini hatırlayalım:

  • “Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde [hak olan] dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: [ki,] Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih [bir] din[in gayesi]dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.”

Muhammed Esed’e göre: “Fıtrat terimi, bu bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder.”¹ Burada dikkat edilmesi gereken yan, fıtrat ile insanın yüzünü döndüğü yer arasında dolaysız bir ilişki olduğudur. Ahlakın, “hulk” ile olan etimolojik akrabalığı da insanın ahlakla olan ilişkisini kati biçimde gösterir.

İnsan, kendine özgü iyiliği arayacak, ona uygun davranacak ve onun toplumsal hayat içinde yaygınlaşması için çaba içinde olacak bir kavrayışa doğuştan sahiptir. İyi olanı bilmek, bulmak ve onu yaşamak insanın doğal arzularındandır. Sahip olduğu fıtrat nedeniyle insan, nihai iyiliğin temeli olan Allah’a yöneliş içinde bir varlık olarak telakki edilir. Her varlığın ardında bir amaç olduğu ve bu amacın onu değer sahibi yaptığını düşünürsek, varlığın kendi amacına uygun hareket etmesi doğaldır; aksi zulümdür. Allah, insana ahlaki yargının temel ilkelerini kavrayacak ve buna uygun eylemde bulunacak kabiliyetleri bahşetmiştir. Böylesi bir bağış, insanı ahlaki yükümlülüklerin altına sokmaktadır. Bundan dolayı insanın ahlaken doğruyu yapması, yanlıştan da kaçınması beklenir.

Bu noktada, “İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini; ve nasıl ahlakî zaaflarla olduğu kadar Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını!” diyen Şems suresinin 7. ve 8. ayetleri akla gelebilir. Burada öncelikle dikkat edilmesi gereken vurgunun fıtrata olmayıp nefse olduğudur. Nefse bahşedilen nitelikler sayesinde insan, hem en yüksek ruhi mertebeleri hem de en derin ahlaki zaafları gösterebilir. İnsan bu kabiliyeti nedeniyle özgür iradesi sayesinde seçim yapabilir; ayetin de belirttiği gibi dilerse fücuru dilerse de takvayı seçer. Zaten ödül ve cezanın kaynağı da burasıdır.

Kötünün, kendinde hiçbir iyi yan/yön bulunmadığını, hatta bu iyi yanları/ yönleri hak etmediğini düşünürsek, insanın fıtri olarak kötüyü seçmeyeceğini düşünebiliriz. Ama seçenler olur, olmaktadır. Fıtratla ilgili hadisi düşünürsek, kötünün yandaşı olanların, daha doğrusu kötüyü seçenlerin fıtratının içinde bulundukları toplumsal çevreye bağlı olarak bozulduğuna hükmedebiliriz. Yani insan, yüzünü Rabbine değil de başka şeylere yöneltirse, fıtratından uzaklaşır, fıtratında bir bozulma meydana gelir.

O artık, Allah’la olan misakını bozmuş, yaratılıştan getirdiği ahlaki yönelimlerinden ve seçimlerinden kendini azade etmiş birisidir. Yazımızın başında andığımız yaratılıştaki isyan bağlamında, bu tür insanların yüzünü şeytana döndüklerini, şeytana yandaş olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.² Tıpkı Mücadele suresi 19. ayetinde beyan edildiği gibi:

  • “Şeytan, onlar üzerinde üstünlük kurmuş ve onları Allah’ı anmaktan uzaklaştırmıştır. Böyleleri Şeytan’ın yandaşlarıdır: Gerçekten hüsranda olanlar onlardır, Şeytan’ın yandaşları!”

Allah’tan uzaklaşmak, Allah’a karşı yabancılaşmak bakımından Batı düşüncesi radikal bir dönüşüm yaşadı. Allah’la hesaplaşmak, Allah’a isyan etmek ve onun ölümüne hükmetmek şeklinde gelişen düşünce, doğal olarak, O’nun koyduğu sınırları tanımamaya kadar vardı. İyiliğin kaynağı ilahi olandır ve iyi olmak ilahi sınırlara riayet etmek anlamına gelirken; kötü olan beşeridir ve ilahi sınırların dışındadır; kötü, sınırların ihlaliyle mümkündür.

Söz konusu sınırlar, insanın özgürlüğüne vurulmuş ket gibi anlaşılıyordu, özgürlük ipten, kazıktan kurtulmak, boşalmak anlamına geliyordu. Hem böylesi bir özgürlük, insanı sadece ahlaki ilkelere ve bu ilkelerin getirdiği sınırlara karşı değil, temelde Allah’ın koyduğu her yasaya karşı özgürleştirmiş oluyordu. Çünkü yasak, ulaşılmasına engel olduğu her şeyi tanrısallaştırıyordu.

“Oysa edebiyat, bir düzen kurma düşüncesinden tümüyle bağımsız kalarak yasakların ihlal edilmesi -aksi takdirde kuralların sonu gelmezdioyununu açığa çıkarabilir. Edebiyat, ortaklaşa gereklilik oluşturma görevini üstlenmez. Edebiyatın, şu tür sonuçlar çıkarmaya hakkı yoktur: ‘Bu söylediğim sitenin yasalarına saygı göstermeyi gerektirir’; ya da Hıristiyanlığın dediği gibi: ‘Anlattıklarımın (İncil trajedisi) açtığı yol iyiliğin yoludur’ (yani, aslında aklın yoludur). Edebiyat, aynı ahlak kurallarının ihlal edilmesinde olduğu gibi, tehlikenin ta kendisidir. Edebiyat, inorganik olduğu için hiçbir şeyden sorumlu değildir. Hiçbir şey ona dayanarak oluşmaz. O, her şeyi söyleyebilir.”3

Bu düşünce zincirinde ahlak da “ihtiyatsızlıktan, düzensizlikten, aşırılıktan doğan zayıflıkla değil; ihtiyattan, hastalıklı düzenden ya da cimrilikten gelen zayıflıkla uzlaşır; bu da onun sefaletidir.” Ahlakın hulk’la etimolojik ilişkisi nedeniyle zaten bir boyun eğişi, teslimiyeti (İslam) içerdiğini söylemiştik. Batı düşüncesinde bu teslimiyet, esenliğin, yeryüzündeki yüzlerce rablere karşı, tek Rabbe inanmanın getirdiği özgürleşmenin müjdesi değil; aksine mahpusluğun göstergesidir.4 İnsan her halükarda zincirlerinden boşalıp özgürleşmelidir. Üstelik sınırları çiğneyerek deneyimlenen hazları tatmanın başkaca yolu da yoktur.

Batı edebiyatında sınırları çiğnemenin beraberinde getirdiği hazları tebcil eden birçok örnek bulunabilir. Yelpaze her türlü sadist, mazohist ruh hallerinin meşrulaştığı anlatımlardan tutun da, fahişelerin, pezevenklerin, ibnelerin, lezbiyenlerin, ensestin, uyuşturucunun, kumarın, cinayetin meşrulaşmasına, önerilmesine, tebcil edilmesine kadar genişler. Bu hal baş döndürücü bir haldir; insanın kendisini sınırsızlık içinde yitirmesidir. Çünkü murakabe yapacağı herhangi bir tutamak, bir nirengi noktası kalmamıştır. Her şey doğrudur, her şey iyidir, her şey güzeldir… Böylesi bir halde, ahlaktan, ahlaki olandan, iyiden, güzelden söz edemeyiz. Bu sınırsızlık hali, gayri meşrusu olmayan bir haldir.

Allah’ın ipine sarılmak (Al-i İmran/103); Allah’ın boyasıyla boyanmak (Bakara/138) gibi temel seçimler aslında insanın belhüm adal’da (Araf/179) kaybolmaması içindir ki; bu kayboluş doğru yolu kavramakta hayvan sürülerinden de beter bir haldir, tam bir körcesine kayboluştur. Buradaki kötülük, artık kötülük olmaktan da çıkar. Zira kötülükten söz edebilmek için bağlandığımız temel bir kaideye, temel bir ilkeye ihtiyaç vardır. İnsanın kör olduğu, sağır olduğu bu “mühürlenme” anından sonra onun için her şey mübahtır. Hatta mübahtan da söz edemeyiz; zira insani bütün ölçütlerini yitirip insan olmaktan çıkan birisi için sadece heva ve heveslerine boyun eğmek kalır.

Kur’an müminlerin sıfatlarından sıkça bahseder. Yazımız bağlamında önemli olan Kur’an’ın onları örnek insan olarak takdim etmesidir: “Siz, insanlığ[ ın iyiliği] için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız” (Al-i İmran/110). Kur’an beyan ettiği buyruklarla insana sınırlar çizer ve bu sınırların insanı şerefli bir varlık yapacağını müjdeler. Zaten inanmak demek belli sınırları kabullenip ona göre davranmak demektir. İman, insana neler yapabileceğini söylerken, aynı zamanda neleri de yapamayacağını belirler. Zaten imanın verdiği eminlik duygusu da buradan doğar.

İman, insanın kimliğini inşa ederken, gündelik hayat içinde onu bir zar gibi kaplar. Bu sayede insan, Allah’a karşı sorumluluk bilincini her daim diri tutar. Mümine ait bu özellikler onun her eyleminde görülür. Bu bağlamda edebiyat da müminin eylemlerine dahildir ve insanın sınırlarıyla sınırlıdır. Kendi sınırları içinde davranmak ahlaklı olmanın güvencesidir, bir anlamda yaratılış amacına uygun davranmak demektir. Buradan neşet eden bir edebiyat da doğal olarak ahlaki ilkelere uygun, iyiyi iyi, kötüyü kötü bilen bir edebiyattır. Sanatın kendi nesnesini önerdiğini ve meşrulaştırdığını düşünürsek, eserlerde neyin önerilip neyin önerilmediği sanatçının sorumluluğu bakımından önemlidir.

Bugün Batı medeniyetinin tasallutu altında yaşıyoruz. Onun ürettiği kavramlar bilinçdışımızda etkin; bizi nasıl değiştirip dönüştürdüğünü her zaman kestiremiyoruz. Sanatta özgürlük, özerklik, otosansürün yıkılması, sınırların ihlali gibi büyülü kavramlara karşı durabilmek gerçekten zor. Çünkü bu karşı duruşun adı da belli: Gericilik, yobazlık, örümcek kafalılık... Batının ürettiği kavramlara semantik bir müdahale, edebiyat kuramı üzerine düşünürken, yazarken bir zorunluluktur. Eğer sanat için özgürlük, özerklik talep edeceksek, bu kavramlara yükleyeceğimiz anlam, aynı zamanda bizim durduğumuz, beslendiğimiz yeri de gösterecektir. İyiyi iyi, kötüyü kötü bilmek imani bir zorunluluktur.

  • Öyküde buluşçuluk, savaşta Truva atı kullanmak gibidir. İyi buluş, -hikayesi de iyiyse- efsane olur. Ama bir numarayla yalnız bir savaş kazanabilirsiniz. Agamemnon’un her savaşa aynı tahta atı götürdüğünü düşünsenize! Yakarlar adamı alimallah. Zafer için iyi bir ordu (hikaye) ve her savaşta kullanacak farklı bir numaranız olmalı. (AE)

1 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, İşaret Yay. İst. 1996, c. 2, s. 826.

2 “Şetane (“uzak oldu [ya da uzaklaştı]” yahut “yadlaştı, yabancılaştı”) fiilinden türeyen şeytan terimi Kur’an’da sık sık, doğru ve iyi olan her şeye uzak ve yabancı olan, doğru ve iyi olana karşı çıkan güç ya da etki anlamında geçer (Tacu’l-Arûs, Rağıb): Bu anlamda olmak üzere, sözgelimi 2:14’de şeyatîn sözcüğü “hakkı inkara şartlanmış olanlar ya da buna eğilimli olanlar”ın içlerindeki kötücül dürtüleri ifade için kullanılmıştır. Bu itibarla, şeytan tabiri, en geniş ve soyut anlamıyla, meşru ve geçerli ahlakî ilkelere aykırı amaçlara, niyetlere yönelmiş her türlü “kötücül” güç ve dürtüyü ifade eden bir kavramdır.” (Muhammed Esed’in Hicr suresi 17. Ayete düştüğü dipnot. Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, İşaret Yay.İst.1996, c.2, s. 516.)

3 Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük, çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay. 3. baskı, İst. 2014, s. 24.

4 “İyiliğin tuttuğu taraf boyun eğmenin, itaatin safıdır. Özgürlük daima isyana açılan bir kapıdır oysa İyilik kuralların katılığına sıkı sıkıya bağlıdır.” A.g.e. s. 163.