Paradoks

Kalana razı olacaktı. Ne oğlu olduğunu inkâr edebilir ne de kabul edebilirdi. Kalana razı olacaktı.
Kalana razı olacaktı. Ne oğlu olduğunu inkâr edebilir ne de kabul edebilirdi. Kalana razı olacaktı.

Mahı aynadan gözünü ayırmadan oğlunun bal rengi gözlerine sonra kendisine dönen oğlunun kara gözlerine baktı. Yanından geçip giden çocuğun kokusu bile başkaydı artık. Tıpkı cazunun odasındaki ağır ve çirkin kokuydu. Lanet gelen ya da gidecek olan bir şey değildi, hep var olan bir şeydi işte. Aynaya baktıkça emin oluyordu bundan.

Çarşafın altına giydiği kalın kazak kaburgalarını iç içe geçiriyordu. Bu yüzden zor nefes alsa da hızlıca geçti çarşının içinden. Birbirine bitişik binaların dar sokaklarında dönen her türlü oyunu görmezden geldi. Çocukların çevirdiği topaç kadar masumları da, iri kıyım adamların el altından uzattığı silahlar kadar dehşetlileri de. Yorulunca yıkık dökük bir evin çıkıntısına yaslandı. Verdiği nefes havada asılı kalıyor, dalların üstünden uçuşan kar taneleri gibi yere iniyordu. Bir ses duydu. Sıçradı. "Ablam be, abla be," diyen kirli bir el uzandı önüne. Başını eğip hızlıca yürümeye devam etti. Doğduğundan beri koşturduğu sokaklarda bir yabancı gibiydi. İçinin huzursuzluğu yerdeki dal parçasına bile sirayet etmiş, o küçücük dal bile canına kastetmişti bu kadının. Önüne çıkan her şeyi iteleyerek bitirdiği yolun sonunda, işlemeli siyah bir demir kapının önünde durdu. Yanan boğazını tutarak acıyla yutkundu ve kapıyı çaldı.

O an kaburgalarını sıkıştıran şeyin kazak değil korku olduğunu anladı. Buruşuk beyaz teninin üstünde irice duran gözleri çektiği sürmelerle kararmış, altmış yaşlarında bir kadın açmıştı kapıyı. Misafiri kolundan nazikçe tutup "Hoş geldin," dedi. Adımını atınca geniş bir eyvanın içine girdi Mahı. "Bekle," deyip gitti kadın. Hayallerinde bile korktuğu evdi burası. Kapısına bir adım yaklaşacak olsa kaçmış, dışarıdan içeriye dair bir nefesin bile bilinmediği bu evle ilgili efsaneler anlatmış, efsaneler dinlemişti. Cazunun evi diye bir tehdit vardı çocukluğunda. İçi titrerdi. Şimdi o evin tam ortasında duruyor, işlemeli taşlarına dalıp gidiyordu. Yerdeki kuru gül dallarına, akan çeşmeye şaşırıyor; bir çöl, bir cehennem olması gereken bu evin bahçesinde aldığı nefese bile şaşırıyordu. Her yanı farklı kapıya açılan kolonlardaki kabartmalara dokunurken yaşlı kadın yanına gelip "Benimle gel," dedi. Bir an için kaçıp gitmek istese de eve gidince yaşayacağı pişmanlığı düşündü. İlk defa başına gelene razı olmamış, çare aramıştı. Vazgeçmedi.

Çocukluk masallarını ardında bırakıp kadını takip etti. Yürüdükçe duyduğu anlamsız sesler arttı. Büzüştüğünü hissetti. Elinden tutup da çekmeselerdi buhar olup uçacaktı göğe. Yaklaşık üç saat kaldıktan sonra çıktı evden. Bulutların arasından sızan güneş ışığı havayı yumuşatmaya yetmemişti. Hala keskin bir soğuk dolanıyordu sokaklarda. Avucunda sakladığı şeyden olsa gerek, gelişine nispeten daha yavaştı. Konuştuklarını düşündü. Bir bedel ödeyeceğini söylemişti cazu. Onların bedel dedikleri şey lanetin kendisiydi. Dudakları mühürlenmiş gibi susup kalmıştı Mahı. Elinden başlayıp bütün vücuduna yayınlan uyuşma ile irkildi. Çoktan evin sokağına varmıştı. Bir kenarda durup yumruk yaptığı parmaklarını araladı. Görünen karayı ayaklarının altında da ezse, yakıp kül de etse geri dönüşü yoktu artık.

Eve varır varmaz oğlunun yattığı odaya girdi. Nem ve ilaç kokan odanın perdeleri sıkıca çekilmiş, içeri hava girmesini sağlayan her bir açık kapatılmıştı. Yerdeki pirinç tanelerini çatırdatarak yatağın yanına gitti. Elini oğlunun alnına uzattı. Çocuğun aldığı nefes bir başkasından gelir gibiydi. Taş kadar ağırlaşmış vücudu döşekte izler bırakıyor, insan değil de et yığını gibi duruyordu. Ölü gibi uyumaktı bu. Pek çok kez duyduğu cümle ilk defa bu kadar gerçekti. Ölü gibi uyuyan o canlı, oğluydu. Yanına oturup kollarını yavaşça kaldırdı. Yol boyu avucunda sıkı sıkıya tuttuğu muskayı sanki giysisine değil de etine batırır gibi özenle taktı. Üstünü örtüp çıkarken içi rahat bir annenin huzuru yerine vicdanlı bir katilin azabını yaşıyordu. Akşam sofranın etrafına yine bir kişi eksik oturdular. Birbirine ve siniye çarpan çatal kaşığın sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Sofra sesi azalınca saatin sesi duyuluyordu. Sofra sesi ve saat sesi arasında gelip giden bu çekişme bütün eve yayılıp yanlarına çökünce yemek merasimi kısa sürdü.

Nerdeyse üç yıldır sürüp giden bu hali kendi içlerinde konuşup, hırslanıp, kendi kendilerine küsüp sonra tekrar susuyorlardı. Mahı mutfaktayken İhsan ceketinin iç cebinden tütün kutusunu çıkardı. Tam o anda kapı çaldı. Elindeki köpüğü eteklerine silip çıktı Mahı. Kendisinden önce kapıya varan İhsan'ın ardında durdu. Kocasının sesini duyar duymaz vücudu titremeye başladı. Zar zor geri döndüğü mutfakta bir yabancı gibi kalakaldı. Kulakları öyle dehşetli çınlıyordu ki, kalbinin gürültüsünü bile bastırıyordu. Gözleri hafif kararınca sandalyeye oturdu. Derin birkaç nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. İhsan mutfak kapısından öylece bakıp geri gitti. Sabah cenaze evinde, üstüne toprak atılan annesi değil de kendisiymiş gibiydi. Dünden kalma kirli bir toprak hem de. Belli ki o yasaklı eve giren herkesin üzerindeydi. Üstündeki o taneciklerin de bir karşılığı olacaktı elbet, annesinin ölümü tam da buydu.

Kendini bir suçlayıp bir aklayarak, orda yokmuş gibi saatlerini geçirdi. Bir cenaze evinde olacak bütün ritüeller gerçekleşti. Hasta çocuk annesi diye akşam olunca eve gönderdiler. Yaşar'ın odasına geçip, yatağın başına oturdu. Suçluydu. Olan ve olacak olan her şeyin yükü ondaydı. Bunu kabul etmek bile biraz rahatlamasını sağlamış, oğlunun yanına kıvrılıp uykuya dalmıştı. Gün ağarırken sıkıntıyla uyandı. Elini Yaşar'ın saçlarına götürüp gezdirdi. Dikkatli bakınca bir şey fark etti. Simsiyah saçlarının rengi açılmış koyu kahve olmuştu. Biraz inceledikten sonra çekti ellerini. Oğlunun başını düzeltip yataktan kalktı. Kapıda durdu, dönüp tekrar baktı saçlara. Hayra mı yorsa, şerre mi bilemedi. "Allah büyük," diyerek mutfağa gitti. Elini attığı her işte annesi aklına geliyordu. Vadeye de karışmış olacak değildi ya. "Allah istedi," dedi içinden. Sonra ölümüne sebep olduğu geldi aklına sonra yeniden "Ben kimim ki?" dedi. Ölümün de yaşamın da anahtarı onun elinde değil miydi?

Unu suya katarken toprak geldi gözünün önüne. Annesinin üstüne atılan toprak gibi çiseleniyordu un. Gün boyu işe devam etti. Çarşafları katlarken, kahveyi döverken, biber kuruturken, odun kırarken, yemek yerken aklının bir yarısı annesi bir yarısı oğlundaydı. Aradan geçen sekiz günde Mahı o eve üç kez daha gitmiş, oğluna üç muska daha takmıştı. Geçen günler hayret verici bir dinçlik katmıştı çocuğa. Eskisine göre daha az uyuyordu, yüzünün rengi de gelmişti. Sadece saçları biraz daha açılmış, gözleri koyulaşmıştı. Üstelik kemikli burnu düzleşir gibiydi. Mahı, neredeyse üç yıldır ölüm döşeğinde yatan oğlunun sadece kemik ve deriden ibaret kalmış haline alışkındı. O hali geçince yerine gelecek olan simsiyah saçları ve bal rengi gözleriydi. Ama oğluna baktıkça iyileşen vücudu başka biri olur gibiydi. İlk başlarda umursamadı. "Yanılgı," dedi, ama İhsan'la yaşadıkları o akşam iyiden iyiye şüphelendi.

Oğlu değişikti. İhsan yatağa oturmuş, dükkâna gelen bir müşteriyi anlatıyordu. Parıldayan gözleri, oğlunun yüzünde ve saçında dolanıyor. Tedirgin bakıyordu. Bakışlarını Mahı da fark etti. Kocasının bir şeyler söylemek istediği belliydi ama söylemedi. Konuşan Mahı oldu. "Değişti," dedi. "Olağan bir şey," der gibiydi sesi. Hastalık sonrası herkese olurdu sanki. İkisi de hem çok aynı, hem de çok başka duygularla çıktı odadan. Mahı'nın yapacak çok şeyi vardı ama içini kemiren bir his dolanıp duruyordu vücudunda. "Ya lanet annemin ölümü değilse?" dedi. Bu düşünce önüne alamadığı bir vesvese gibi gezindi zihninde. Nefesi ağırlaşıp kalbi hızlandı. Tek bir düşünce bütün zihnini avcuna almıştı işte. Dahası, düşünceleriyle bile var etmek istemediği bir gerçek vardı. Annesinin ölümü lanet değilse, lanet neydi? Dillendirmek istemedi. Hemen evden çıktı. Bir müddet ezbere yürüdü sokakta. Varacağı bir yer yoktu ama ayakları çoktan cazunun evine gelmişti. İlk defa tereddütsüz girdi içeri. Makun Ana'ya haber verirken, Mahı'yı bir odaya buyur ettiler.

Sobadan en uzak köşedeki mindere geçti. Bu oda diğerleri gibi sıkıcı değildi. Yerdeki imamesi düşmüş tespih, duvardaki Diyarbakır fotoğrafı huzur veriyordu. İçinin sıkılmamasına sıkıldı Mahı. Nasıl olur da bu evde huzurlu hissedebilirdi. İkram ettikleri çayı alıp bir köşeye bıraktı. Bir yirmi dakika sonra her zamanki ihtişamıyla Makun Ana geldi. Onu görür görmez hissettiği huzur gitti. Yerdeki tespihin, duvardaki fotoğrafın bile huzuru kaçmıştı. Cazu karşısına oturunca bir solukta oğlunun halini anlattı Mahı. Kadın yüzünde hiçbir kıvrım olmadan duruyor, işlemeli siyah şalının altından çıkan beyaz teller hafifçe titriyordu. Sallanan başından diye düşündü Mahı. Nereden baksan doksan yaşındaydı. Sonra sinirini bozan sessizliğe son verip "Bir şey demeyecek misin?" dedi. Çizgi gibi duran dudakları aralandı kadının. "O çocuk aynı yatakta, aynı odada mıydı?" dedi. Başını salladı Mahı. "O zaman oğlun işte." dedi. Mahı'nın boş bakan gözlerini görünce "Bedel," diye ekledi Cazu. Midesinden bir şey boğazına durdu Mahı'nın. Bağırmak istiyor ama sesi çıkmıyordu.

O günden bu yana her gece öldürüp her sabah üstüne toprak atmıştı annesinin. Bedel başka bir şey olamazdı. Bildiği ve alıştığı bir acıydı bu. Şimdi olanlarsa lanet içinde lanet gibiydi. Sorsalar "Razı değilim," derdi. Cazu kalkıp giderken, buğulu gözlerinden görebildiği bir gölgeydi sadece. Kendine geldiğinde, olanları tekrar düşündü. Evet. O yataktaki oğluydu ya da oğlundan kalandı. Üstelik annesinin katili de değildi artık. Evin kapısını açarken, son kez "Düşünmeyeceğim," dedi. Ne olursa olsun. Oğlu yaşıyordu ve kabul edecekti. Aradan geçen yirmi gün boyunca Yaşar akılalmaz bir şekilde iyileşip aklın daha da alamayacağı şekilde değişmişti. Hatıraları aynıydı, duyguları aynıydı. Ama yüzü, saçı, sesi, hatta elleri bile bambaşkaydı. Gelip giden görüp şaşırıyor ama kimse ses etmiyordu.

Karı koca, aralarında bir ahit varmış gibi sessiz kaldılar. Konuşulmayacak bir sırdı bu. Mahı, oğlu saçını tararken kapıyı aralayıp baktı. Çocuk aynadan gözünü ayırmadan "Yüzüm iyi kilo almış değil mi anne?" dedi. Mahı sadece gülümsedi. Oğluna biraz daha yaklaştı. "Peki değişmedin mi?" dedi. "O kadar da olsun anne," dedi Yaşar. Mahı aynadan gözünü ayırmadan oğlunun bal rengi gözlerine sonra kendisine dönen oğlunun kara gözlerine baktı. Yanından geçip giden çocuğun kokusu bile başkaydı artık. Tıpkı cazunun odasındaki ağır ve çirkin kokuydu. Lanet gelen ya da gidecek olan bir şey değildi, hep var olan bir şeydi işte. Aynaya baktıkça emin oluyordu bundan. Kalana razı olacaktı. Ne oğlu olduğunu inkâr edebilir ne de kabul edebilirdi. Kalana razı olacaktı.

  • Roland Barthes, "çağdaş olan, erken (vakitsiz) olandır." diyor. Şimdi bu bilgiyi yanı başımıza alarak yeniden söyleyebiliriz: Çağdaşını bul! Çağdaşını takip et. (Barthes'ın bu sözü nerede söylediğini hatırlamıyorum, defterimi karıştırırken buldum. İnşallah kendimi trollememişimdir ey okur.) (A.E.)